Zaman zaman Avrupa kökenli grupların yaptığı thrash metal’de görülen genel karakteristiğe şöyle bir baktığımda, “ekstrem thrash” gibi bir kategorizasyonun rahatlıkla yapılabileceği ihtimali gözüme çarpıyor. Eğer death ve black metal’in esasen thrash metal’den evrilen alt türler olduğu genel kanısını besliyorsak, Amerika’da ekstremlik bakımından değerlendirilebilecek grupların sayısı Avrupa’ya kıyasla biraz düşük kalıyor.
80’li yıllar ile 90’lı yılların ortalarına kadar süregelen zaman içerisinde Avrupa kökenli thrash gruplarının yaptığı müziğin sergilediği karakter, içerdiği yoğun brutaliteyle aslında ekstrem metal ile kol kola ilerleyen bir tabiat sergiliyor. Bu minvalde düşünceler taşımamın fitilini, Tom Angelripper’ın madencilik geçmişinden ve Avrupa’da hayat mücadelesinin, imkân çeşitliğinin o yıllarda Amerika’da olduğundan çok farklı ilerlediğinden bahsettiği o meşhur röportajı ateşlemiş olsa da zaman içerisinde adı daha az anılan Avrupalı thrash gruplarını da dinledikçe şöyle bir genel yargıya varmak benim için kaçınılmaz oldu; Amerikan thrash’i anti-militarizm ve politika eleştirisi üzerinden bir öfke patlaması yaşıyorken Avrupa thrash’i, yakın tarihin kıtada miras bıraktığı ağır travmaların bir dışa vurumuymuşcasına öyle bir agresyon sergiliyor ki, anti-militarist söylem çoğu durumda savaş betimlemeleri, savaş çağrıları ve yıkım arzusu arasında adeta kayboluyor.
Esasen bu nokta, neden Avrupa thrashi’nin ekstrem metalin doğuşuna Amerika’daki meslektaşlarından daha çok ilham verdiğini de açıklıyor. “Reign in Blood” gibi bir istisnayı dışarıda bırakırsak, vokal biçimlerinden rif melodilerine, sound’larının çiğliğinden davul pattern’larına değin thrash metal’deki ilkel ve barbarca hırçınlığın Amerika’da değil Avrupa’da kendine yer bulabildiğini söylemek benim için makul bir iddia. 1987’den beri üç adet demo yayınlamasına rağmen “Final Holocaust”u 1990’da piyasaya sürerek müzikal bazda bir şeylerin doğumuna öncülük etmek bakımından gecikmiş olsa da bu Avrupalı gruplar içerisinde, thrash metal’in bahsi geçen acımasız taarruzuna katılan lejyonlardan biri de zamanında Nazi rejiminin tahakkümü altına girerek gerçek korkuyu ve baskıyı tecrübe etmiş ülkelerden biri olan Fransa’nın bağrından çıkan Massacra oldu.
“Savaş”, Massacra’nın özellikle ilk albümünde yaptığı müziğin doğasındaki tüm öfkeyi doğrudan içine alabilen ve dolayısıyla grubun kimliğinin bir parçası olmuş temel bir kavram olarak yer alıyor. Bu temel kavramı açtığımızda ise ortaya çıkan nedenler ve sonuçlar önümüze korkunç bir ölüm tablosu koyuyor. Ancak Massacra, sözleri itibariyle bu tablonun sebebi olan kişilere, yönetimlere, devletlere nihilist bir aşağılamayla karşılık vererek iki büyük dünya savaşının yaşandığı ve üçüncüsünün de yaşanılmasının eşiğinden dönüldüğü bu çağa adeta “Beni sen yarattın !” diyor. Sonrasında yaptığı şey ise ya savaşmak için öldürmek ya da öldürmek için savaşmak. Albümdeki şarkı isimlerinin büyük bir çoğunda “savaş” ve “öldürmek” kelimelerinden türetilen kelimelerin yer alması, grubun nasıl bir Frankenstein yaratığına dönüştüğünü özetliyor.
Çalışmanın fikirsel zeminini bir kenara bırakıp müzikal yapısına odaklandığımızda ise göreceğimiz şey metal müzik adına ortaya konmuş en dolu icralardan birisi şüphesiz. “Final Holocaust”, önemli ölçüde death metal elementleri içeren thrash yapısıyla tarihsel hafızanın bireylerin ruhuna sinerek nasıl bir sanat malzemesine dönüşebildiğinin en güzel örneklerinden biri olarak bu müzik türünün en karanlık ve agresif dışa vurumlarından birini sergiliyor. Barındırdığı keskin death/thrash senteziyle ve zihinlere saldığı saf vahşetle gerek sound gerekse bestecilik açısından kendine death metal diyen nice albümü tokat manyağı yapabilecek iken nice thrash albümüne de “Benim olduğum yerde sen savaş hakkında konuşamazsın !” diyebilecek kadar yediği yüreğin proteinini aldığını gösteren bir albüm var karşınızda. Deyim yerindeyse, yanına destursuz yaklaşılmayacak cinsten.
Thrash metal için ziyadesiyle brutal bir seviyeye sahip vokaller, albümün bel kemiği olarak nitelendirilebileceği için aynı zamanda çalışmanın sahip olduğu ekstrem tabiatın birincil sorumlusu. Bunun doğruluğunu test etmek adına direk “Eternal Hate” şarkısını açıp kulaklarınızın şahit olacağı şeye kendinizi bırakmanız yeterli. 1997’de deri kanserinden hayatını kaybetmesiyle ve akabinde Massacra’nın dağılmasıyla grubun beyni olduğunu da kanıtlayan, ritim gitar ve vokalden sorumlu “Fred Death” rumuzlu Laurent Duval, albüm genelinde takdire şayan bir performansa imza atıyor. Yalnızca vokalleriyle değil, gitarist ekürisi Jean-Marc Tristani ile beraber o vokalin altını dolduracak kadar özenle hazırlanmış ve bestelerin death/thrash kimliği kazanmasını sağlayan bir diğer etken olan rif yazımında da kişiyi yerinden zıplatacak, duvarları yumruklama isteği doğuracak işlere imza atıyor. Metal dünyasının olmazsa olmaz trajedilerinden biri olarak, böyle bir müzisyenin de yaşama erken veda etmek zorunda olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz satır arasında.
Öte yandan vokallerdeki bu başarının tek mimarı Laurent Duval değil. Çünkü Massacra iki lead vokaliste sahip. Madalyonun diğer yüzünde yer alan bas gitarist ve vokalist Pascal Jorgensen ses rengi ve performans açısından Duval ile öyle başarılı bir uyum gösteriyor ki albümde tek bir lead vokalistin olduğunu zannedebiliyorsunuz, normalde de hemen hemen her grupta olduğu üzere. Şarkıları aralarında paylaşıyorlar mı yoksa her ikisi de her şarkı içinde değişmeli olarak mı söylüyor işin o kısmını netleştirememiş olsam da bunun bir noktada önemi kalmıyor. İki vokalistin de hem kendi enstrümanlarında hem de yaptıkları vokallerde sergiledikleri başarılı icralara eklemlenen soloların ve albümdeki müzikaliteye oldukça yakışan davulların neticesinde Massacra, tek bir vücut gibi hareket eden bir lejyona dönüşerek yıkım görevini ustalıkla gerçekleştiriyor.
Başlangıcından sonuna değin soluksuz bir saldırı gibi akıp giden albümde ilk elden tavsiye edebileceğim besteler “Researchers of Tortures”, “War of Attrition”, “Final Holocaust” ve “Eternal Hate” dörtlüsü. Riflerinin taşıdığı çekicilik, vokallerinin barındırdığı çiğ gaddarlık ve davullarının birbiri ardınca indirdiği beyinde çınlayan darbelerle bu dört parça çalışmanın genelinde en karakteristik olduğunu düşündüğüm besteler iken, açılışı yapan “Apocalyptic Warriors” ya da diğer bestelere göre daha sofistike bir kompozisyonla bestelenmiş “Nearer to Death” gibi parçaları da es geçmek mümkün değil.
Zannımca böyle bir albüm için daha fazla söze gerek yok. Ne düşündüğünü lafı hiç dolandırmadan söyleyen ve dobra dobra konuşan bir kişinin karakteri kadar size sunacakları doğrultusunda açık ve net bir albüm olup, üstüne müzikal bazdaki icralarıyla taşıdığı ismin hakkını sonuna kadar veren bir çalışma “Final Holocaust”.
Kadro Pascal: Bas, vokal
Fred: Ritim gitar, vokal
Jean Marc Tristani: Lead gitar
Chris Palengat: Davul
Şarkılar 1) Apocalyptic Warriors
2) Researchers of Tortures
3) Sentenced for Life
4) War of Attrition
5) Trained to Kill
6) Nearer to Death
7) Final Holocaust
8) Eternal Hate
9) The Day of Massacra
Emir eline sağlık. Adını bildiğim ancak bugüne dek hiç dinlemediğim bir grup. Yazıda geçenler elbette ki merak etmeme yetti, işler güçler bitsin albümü mutlaka dinleyeceğim.
@Ahmet Saraçoğlu, Teşekkür ederim. Ben de grubun yalnızca bu albümünü dinledim ama bu da dahil ilk iki albümünün death/thrash türünde epey önemli albümler olduğu söyleniyor. Bir ara “Enjoy the Violence” albümlerini dinleyeceğim ben de fakat sıra gelmiyor.
Amerika ve Avrupa thrash metali mukayesesi enteresandı. İki ayrı vokalin olduğunu yazıyı okumasam fark etmezdim muhtemelen. Yine düşündüren, güzel bir kritik olmuş. Elinize sağlık.
Emir eline sağlık. Adını bildiğim ancak bugüne dek hiç dinlemediğim bir grup. Yazıda geçenler elbette ki merak etmeme yetti, işler güçler bitsin albümü mutlaka dinleyeceğim.
17.01.2020
@Ahmet Saraçoğlu, Teşekkür ederim. Ben de grubun yalnızca bu albümünü dinledim ama bu da dahil ilk iki albümünün death/thrash türünde epey önemli albümler olduğu söyleniyor. Bir ara “Enjoy the Violence” albümlerini dinleyeceğim ben de fakat sıra gelmiyor.
Amerika ve Avrupa thrash metali mukayesesi enteresandı. İki ayrı vokalin olduğunu yazıyı okumasam fark etmezdim muhtemelen. Yine düşündüren, güzel bir kritik olmuş. Elinize sağlık.
19.01.2020
@OblomoV, Teşekkür ederim.