Heavy metal…
Genele bakıldığında küçük bir kesim farkında olsa da aslında insanlığın başına gelmiş en güzel şeylerden biri… Pamuk tarlalarında çalışan köle torunlarından Birmingham’daki fabrika işçilerine, Almanya taşrasındaki madenci çocuklarından Norveçli balıkçılara, Brezilya favelalarının giyecek ayakkabısı olmayan gençlerinden “Bugünkü videomu hangi ses kartımla çeksem?” diye düşünen YouTube gitaristlerine…
CREAM’den BLUE CHEER’a, WISHBONE ASH’ten BLUE ÖYSTER CULT’a, FLEETWOOD MAC’ten THIN LIZZY’ye, AEROSMITH’e, AC/DC’ye, LED ZEPPELIN’e, MOTÖRHEAD’e, ALICE COOPER’a, JUDAS PRIEST’e, SCORPIONS’a, CINDERELLA’ya, MOUNTAIN’a, DEEP PURPLE’a, ACCEPT’e, SAXON’a, W.A.S.P.’a…
60’ların ortalarında kök salmaya başlayan, 70’lerdeki vizyoner gruplarla altyapısını yapan, 80’lerde en verimli ve yaratıcı dönemini geçiren metal 90’lardaki çeşitli darbeler neticesinde özellikle ABD tarafında büyük yara almış; pek çok büyük grup trendler karşısında yenilgiyi kabul ederken, metalin daha ekstrem tarafları yükselişini sürdürmüştü. Seksenler sonu, doksanlar başında büyük sükse yapan ve çok büyüyen gruplar grunge furyası ve MTV’nin ortaya çıkışı gibi faktörlerle ikinci plana atılmış ve ileride metalin on binlerce insan için “gençliğimizde dinlerdik” şeklinde geçici bir hevese dönüşme süreci başlamıştı.
Bu müziği sadece gençliğinde dinlemeyen ve aradan geçen yıllara rağmen gençliğini bu müziğe borçlu olanlar ise bu derya deniz müziğe, hayat felsefesine, ifade biçimine sahip çıktılar ve daima yüksekte tuttular. Milyonlarca insan bu müzikle güç buldu, bu müzikle hüzünlendi, bu müzikle yürüdü, bu müzikle okula gitti, bu müziğin tişörtlerini okul gömleğinin içine giydi, bu müzikle uyudu, bu müzikle çalıştı, bu müzikle dostlar edindi, bu müzikle sevdiğini buldu, bu müzikle sevişti, bu müzikten aldığı ilhamla derisine grup logoları kazıdı, bu müzikle güldü, bu müzikle ağladı…
Metal tek başına milyonlarca insanın her tür duygusuna yön vermeyi başardı.
I. Retrospektif
Doksanların ilk yarısına baktığımızda, seksenlerde müzikalite açısından en verimli ve başarılı zamanlarını geçiren sayısız grubun boşluğa düştüğünü, tutarsız kararlar aldığını, sürdürülebilirlikten uzak yollara saptığını görüyoruz. Seksenlerde destan yazan ve heavy metalin en önemli işlerini yaratan grupların, dönemin en büyük tanıtım aracı olan MTV’de yer bulabilmek adına kendini şaşırdığına, saçmaladığına tanık oluyoruz. Bir albüm öncesinde çatır çatır thrash yaparken bir anda ayrılık acısından bahseden klipler çeken gruplar, radyoda çalınabilmek adına dönemin trendleri içinde geçmişini unutan müzisyenler…
ABD’li thrash ve heavy metal grupları bu hengâme içerisinde ayakta kalmaya çalışırken, Avrupa’da ise daha tutarlı ve güçlü bir hareketlenme vardı. Seksenlerde HELLHAMMER, BATHORY, CELTIC FROST, VENOM, MERCYFUL FATE ile birinci dalgasını tamamlayan black metal, 90’ların başıyla birlikte ikinci dalgasını sunmaya ve hiç kurumayacak kanlı kökler salmaya başlamıştı bile. Seksenlerin sonunda ABD tarafı “METALLICA asla klip çekmeyeceğiz demişti ama bakın işte “One”a klip çektiler!!” gibi bir yere varmayacak muhabbetlere gömülürken Avrupa’da ise millet insanlık tarihinin en çirkin ve sevimsiz müziklerinden oluşan İsveç death metalini, black metali yaratmakla meşguldü.
Doksanların başlamasıyla birlikte ne yapacağını bilemeyen ABD’li büyük gruplar, sadece Big Four’daki dört gruba baktığımızda bile açıkça görebileceğimiz bir afallamaya uğramıştı. O büyük gruplar geçmişlerini hiçe sayıp basına yaranmaya çalışırken, Avrupa’da ise millet metalden aldığı motivasyonla kilise yakıp eşcinsel öldürüyordu. Yine seksenlerin sonunda POSSESSED, DEATH ve MORBID ANGEL ile tohumları ekilen death metal ABD’deki kısıtlı medya desteğinden nemalanmak adına kabul edilebilir tarzda klipler çekip MTV’nin prime time dışındaki saatlerine yanlamaya çalışırken, Avrupa’da ise bu death metalin farklı türleri yaratılmaya başlanmıştı bile. 3-4 yıl önce goregrind diye bir tür keşfeden CARCASS gibi vizyoner bir grup bu keşfini çoktan geride bırakıyor, çaktırmadan araya bir tane de melodik death metal başyapıtı sıkıştırıveriyordu.
İskandinavya inanılmaz bir ivmeyle yükseliyor, orada bulunan black metalin zehri diğer ülkelere de sirayet ediyor, başka ülkelerdeki gençler de kilise yakmaya özeniyordu. NIHILIST, ENTOMBED, CARNAGE, GRAVE, DISMEMBER, UNLEASHED gibi isimler İsveç’in Florida’ya cevabı şeklinde yorumlanırken, zamanında koskoca bir Rönesans gerçekleştiren Avrupa olaya çok daha sanatçı ve sofistike gözle bakıp konuyu bambaşka boyutlara taşıyordu. Olaylar o kadar hızlı gelişiyor, gruplar o kadar muazzam bir üretkenlik sergiliyordu ki, daha doksanların ortalarına geldiğimizde koskoca CARCASS ve AT THE GATES dağılmış, DISSECTION mecburi bir ara vermek durumunda kalmış, IN FLAMES daha dün yaratımında yer aldığı melodik death metali nasıl ileriye götürebilirim derdine düşmüştü.
ABD tarafı sıra dışı birkaç isim dışında dan dun death metal yaparken, DARK TRANQUILLITY’nin 1997 albümündeki “Insanity’s Crescendo”da kadın vokal kullanması bile konuşmaya değer bir konu, bahsedilmesi gereken bir yenilik olarak görülüyordu.
II. “Yesterday seems as though it never existed…”
Şimdi olayın derinlerine doğru dalmaya başlayalım. 60’larda ilk emareleri görülen metal acaba neden bu kadar dallanıp budaklandı, birbirinden muazzam derecede alakasız bin bir farklı alt tür çıkardı? Bana kalırsa bunun sebebi metalin ifade özgürlüğü sunmasıdır. Metal bazen size bir oyun hamuru verir, bazen sizi bir oyun hamuru olarak alır ve dilediğiniz gibi şekillendirmenize/şekillenmenize olanak tanır. 1890’larda ortaya çıkan ve cazın atası diyebileceğimiz ragtime’dan bu yana, yani metalden 70 küsur yıl eski olan bir müzik türünün günümüzde kabul edilen 15 ila 20 arası başlıca türü varken, sadece 50 yıldır ortalıkta olan metalin bazı türlerinin kendi içinde 7-8 alt türü mevcut. Bunun sebebi de yine aynı kavrama, kendini ifade etmeye dayanıyor.
Peki neden? Neden metal yeri gelince bir sığınak yeri gelince bir silah olarak kullanılıyor? Neden içimizdeki hayvanı bu müziğe emanet ediyoruz, neden bu müziği bir hayat felsefesi olarak görüyoruz?
Çünkü metal içselleştirmeye çok müsait bir kavram. Biz sürekli içinde olduğumuzdan bazen “acaba objektif bakamıyor muyuz?” diye düşündüğüm olsa da metalin farklı bir hissi, anlamı, değeri olduğu ortada. Bir başkası cazdan, biri EDM’den, bir diğeri türkülerden inanılmaz haz alıyor, bu müzikleri hayatının merkezine koyuyor olabilir. Ancak metalin diğer müzik türlerinde olmayan, diğer müzik türlerinin uyarmadığı duyuları uyaran bir yapısının olduğu da aşikâr. Çoğumuz metale ergenlik dönemimizde başlamışızdır; bazılarımız 8-9 yaşında, bazılarımız 13-14, bazılarımız 20’lerinde… Metalin bence değerli ve farklı olan tarafı; insanın yansıtmakta zorlandığı, içinde kapalı tuttuğu birtakım duygularını dışa vurmasını sağlamasıdır. Zamanla biriken öfkeler, cevaplanamayan sorular, arayışlar, meraklar, kompleksler, çekingenlikler, kendini ifade edememeler bir şekilde bu çok uyarıcılı, çok çığırtkan, feveran eden müzik içerisinde hayat buluyor ve düşünsel anlamda dört bir yana fışkırıyor. Metal adeta bizim o zamana kadar bağıramadıklarımızı bağırıyor, edemediğimiz isyanları ediyor, bizim yerimize haykırıyor, utangaçlıklarımızı serbest bırakıyor, açıklarımızı kapatıyor. Metal bizim başka kimse tarafından bilinmeyen dilimiz, düşünsel lisanımız, ifade biçimimiz oluyor.
Metal, bize ket vuran o beton barajı yerle bir ediyor ve biriken milyarlarca metreküp suyun gürül gürül akmasını sağlıyor.
Özellikle de onunla ilk kez tanıştığımız dönemlerde metal, tıpkı Shining filminde üç tekerlekli bisikletiyle ortalıkta dolaşıp bizi geren minik Danny‘nin hayalî arkadaşı Tony gibi, kimsenin görmediği ama her an yanımızda olan, bize güç veren bir enerji olarak içimizde yaşıyor, bize yalnız olmadığımızı hissettiriyor.
Bunun başlıca sebeplerinden biri metalin, esasında para kaygısı olmadan ve belli bir isyanı dile getirmek için yapılmaya başlanması. Bu isyan siyasi bir konuya yönelik çok makro bir şey de olabilir, kendi düşün dünyamız içindeki çalkantıları dile getirmek için kendimize yönelik mikro bir isyan da olabilir. En zor anınızda sizi tek başınıza bırakıp çekip giden abinize yönelik hayal kırıklığınızı da dillendirebilirsiniz, düşük yapan eşiniz ve kaybettiğiniz bebeğinizle ilgili aşırı kişisel bir dramı da haykırabilirsiniz… Çok fazla alt türü ve dolayısıyla karakteri olduğundan, metalin dramatik yönü pek çok müzik türüne göre çok daha fazla öne çıkıyor, empati kurdurtuyor, aidiyet oluşturuyor…
III. Gönül penceresinden ansızın bakıp geçtin, bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin
Metali çeşitli dönemlere ayırdığımızda, seksenlerin tartışmasız şekilde yükseliş devri olduğunu görüyoruz. Bu dönemin başında NWOBHM olaya el koyuyor, thrash metal en önemli eserlerini veriyor, death metal rahme düşüyor, black metal kan kusmaya başlıyor. Doksanların başında ise Avrupa’nın kükreyişine ve İskandinavya’nın şahlanışına tanıklık ediyoruz. ABD basınının manşet arayışları ile Big Four kavramını ortaya atmasıyla, thrash metal pek çoklarının gözünde bu dört grup ve birkaç yancıdan ibaretmiş gibi görülüyor ve bu yüzden otomatik olarak ikinci planda kalan ABD’li yüzlerce thrash metal grubu can çekişmeye başlıyor. Avrupa’da black metal, death metalin birden fazla türü, gotik metal, power metal, doom metal gibi pek çok tür kapkara çiçekler açarak muazzam bir yaratıcılık ortaya koyuyorlar.
Doksanların başında metale vurulan grunge ve “alternatif” baltasının ardından, doksanların sonlarında da karşımıza internet “belası” çıkıyor. Her şeyde olduğu gibi müzik de bundan akıl almaz boyutlarda etkileniyor. Soyut bir şey olan müziğin dijital olarak paylaşılabilir hâle gelmesiyle tüm dinamikler alt üst oluyor, müziğin değeri milyonlarca kat düşüyor. Sahnede adeta bir tanrı gibi gözüken o eşsiz sanatçının üstün yetenekleriyle meydana getireceği yaratımı dört gözle bekleyen edilgen, aç, fani dinleyicilerin yerini; mutlak karar merciine dönüşen, her şeyi her an ve hemen isteyen, %100 hoşuna gitmeyen bir şey olursa onu anında fırlatıp atma hakkını kendinde gören, grubun müziği konusunda söz sahibi olduğuna inanan hiperaktif ve kibirli dinleyici alıyor.
O dönemde METALLICA/Napster olayıyla zirve yapan bu konunun günümüzde geldiği noktaya baktığımızda, zamanında yaşanan tartışmaların beyhude olduğunu açık şekilde görüyoruz. Her ne sebeple olursa olsun, tarih boyunca neredeyse hiçbir şey mutlak şekilde kısıtlanamamıştır. İnsanoğlu daima kendi pragmatik çözümünü bulmuş ve ütopyasını gerçeğe dönüştürmüştür. Dolayısıyla internet gibi bir kavramın var olup da bunun sanat eserlerinin paylaşımı için kullanılmaması gerektiğini düşünmek, en hafif ifadeyle saflıktır. Günümüzde elbette ki telif hakları, birtakım yasal gereklilikler ve yaptırımlar olsa da müzik gibi soyut bir şeyin, internette serbest dolaşıma açılma konusunda gardı en hızlı düşecek mefhumlardan biri olması da şaşırtıcı değildir. Bugün müzik şirketleri, bünyelerindeki grubun on binlerce dolara mal olan albümünü, fiziksel ürün raflardaki yerini almadan 2-3 gün önce internete koymakta, hayranların “beğenisine sunmaktadır”.
Durum böyle olunca, yeni bir dönem de kaçınılmaz olmuştur. Bu dönem, şirketlere ihtiyacın azaldığı ve isteyenin istediği şeyi kendi imkânlarıyla kitleye ulaştırabildiği 2000 sonrası dönemdir.
IV. Uzun zamandır yoktum biri demiş öldü; şimdi de yazsınlar kral geri döndü
“Babalar geri dönüyor!” muhabbetlerinin, orijinal davulcu siyatik olduğu için gencinden bir davulcu bulup 63 yıl sonra yeni albümle ortamlara geri dönen romatizmalı grupların sebebi de bu aslında. Bir şeyler yaratabilen insan için yaratımını başkalarıyla paylaşmak önemlidir. Bu yüzden de doksanlarda sesi kesilen sayısız grubun 2000 sonrasında tekrar ortaya çıkmasının ve albüm satışlarıyla olmasa da konserden, şuradan buradan bir şeyler de kazanarak eski heyecanlarını tekrardan yaşamak istemesinin sebebi büyük ölçüde budur.
Şu an bunlara gerçek zamanlı tanık olduğumuz için bize güzel geliyor. Ama zamanında, bizden daha önce bu müziği dinlemeye başlayan insanlar bunun kötü tarafını, mutsuz sonunu da gördüler. Biz bugün “Obaaaa bilmem kim geri dönüyor!” diye sevinirken, birileri de 1991 yılında en sevdiği grup olan ARTILLERY’nin, 1993 yılında favori thrash metal grubu olan EXODUS’un, 1996’da CARCASS ve AT THE GATES’in dağılma haberini almıştı ve belki de bir daha sonsuza dek bir araya gelmeyeceklerini, bir tane bile yeni şarkı yapmayacaklarını düşünerek göz yaşı dökmüştü…
Şu anda internet sayesinde metalin en çok üretim yapılan dönemini yaşıyoruz. Her gün gerek fiziksel gerek sanal olarak sayısız grup kuruluyor ve hiçbir insanın yetişemeyeceği kadar çok yeni albüm çıkıyor. Üzerimize kürekle atılan bu grup, albüm ve şarkı bolluğunun öforisi ve her şeye anında ve bedava ulaşabiliyor olmanın zafer sarhoşluğu içinde ne olup bittiğinin farkında olmasak da aslında heavy metal özelinde çok üzücü, geri dönülmez ve değiştirilmesi mümkün olmayan bir yola girmiş durumdayız.
Hiç de uzak olmayan bir zamanda heavy metal tarihinin en önemli gruplarının tamamının yok oluşuna tanık olacağız.
LED ZEPPELIN bitti. BLACK SABBATH bitti. PINK FLOYD bitti. RUSH bitti. MOTÖRHEAD bitti. BATHORY bitti. CELTIC FROST bitti. BURZUM bitti. PANTERA bitti. DEATH bitti. SLAYER bitiyor. YES uzatmaları oynuyor. AC/DC’den elveda haberi gelse hiçbirimiz şaşırmayız. JUDAS PRIEST gençlik iksiriyle ayakta duruyor. IRON MAIDEN “bu son albümümüz değil” diye açıklamalar yapıyor. SCORPIONS yaklaşık 40 yıldır veda turnesinde. MANOWAR “Final Battle” turnesine çıkıyor. DEEP PURPLE nostaljik bir kavrama dönüştü. Albüm çıkarma sıklığı düşünüldüğünde daha kaç METALLICA albümü duyacağımız belli değil. Dave Mustaine kanser olduğunu açıkladı…
Şu anda büyük grupların neslinin tükenmesi dönemine yaklaşıyoruz. Çok yakın bir gelecekte, ki bu bağlamda 10 yıl bile çok kısa bir süre olarak görülebilir, ortada tek başına stadyumda konser verebilen bir tane bile metal grubu kalmayacak. Seksenlerde albüm satışlarından ekmek yiyen, albümün bugünkü gibi araç değil amaç olduğu ve dolayısıyla çok çok büyük kitlelere çaldıkları dönemlerde harikalar yaratan bu gruplar, yakın zamanda teker teker ortadan kaybolacaklar. Bu sadece stadyumlardaki metal konserlerinin sona ermesi değil, gerçek anlamda rock star’lığın da yok oluşu anlamına gelecek. Seksenlerde dünyanın tepesine çıkan bu metal tanrılarının yerine; konserleri YouTube’dan atlaya atlaya izlenebilen, albümleri daha piyasaya çıkmadan dinlenebilen, istediğimiz zaman sosyal medyadan laf sokabileceğimiz, meme’lere konu edebileceğimiz insanlar, gruplar kalacak.
Şu an son dönemlerini yaşayan dev gruplar ortadan kalktığında, sonraki büyükler hiçbir zaman yeterince büyük olamayacak.
V. Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak
Sanat sürekli gelişen ve devinim hâlinde olan bir şey olduğundan, bu durumun kaçınılmazlığı da belli aslında. 15 yıl öncesinin metal basınında “Bir sonraki METALLICA kim olacak?” gibi saçma sorulara verilen yanıtların AVENGED SEVENFOLD, TRIVIUM, LAMB OF GOD, MASTODON gibi isimler olduğunu görüyoruz. Baktığımız zaman bu gruplar belki o dönemde farklı heyecanlar yaşattılar, Billboard listelerine girdiler, “next big thing” olarak lanse edildiler. Lakin bir METALLICA olmanın ne kadar imkânsız olduğunu görmek için müzik âlimi olmak gerekmiyor. Bir sonraki THE BEATLES kim oldu? PINK FLOYD’un bayrağını devralabilen birileri var mı? CANDLEMASS bir sonraki BLACK SABBATH olabildi mi?
Bugüne bakalım: Wacken 2041’in headliner’ı kim olacak? O kadar bile gitmeyelim; bugünün kalan son devleri sağlık veya o tarz bir sebepten festivale katılamadığında Wacken 2028’in headliner’ı kim olacak? Papa Emeritus XVIII ile tarihte ilk kez sahnede bebek vaftiz edecek GHOST mu? Sahneye gerçek tank çıkarıp kırk pare top atışı yapacak SABATON mu? Sahneye balina getirip “From Mars to Sirius”u baştan sona çalacak GOJIRA mı? 40.000 seyirciye tek tek tahta kılıç kalkan dağıtıp Wacken Meydan Muharebesi yaptıracak AMON AMARTH mı?
Şu anki festival afişlerinde headliner’dan sonra gelen grup adlarının headliner’dan ne kadar küçük yazıldığının farkında mısınız? Sadece Big Four konserlerinin afişlerine bakınca bile tepede kocaman bir METALLICA logosu, altında da METALLICA’nın “ALL” kısmı büyüklüğünde bir SLAYER logosu görüyoruz. Yarın öbür gün tüm bu dev gruplar ortadan kalktığında ve bir metal festivalinin headliner’ı örneğin AVENGED SEVENFOLD ayarında bir grup olduğunda, GHOST veya MASTODON ayarındaki ikinci büyük grubun adını AVENGED’in “GED” kısmı kadar küçük yazabilecek misiniz? AVENGED SEVENFOLD’un festival kadrosunun geri kalanından o kadar büyük olduğunu insanlara söyleyebilecek misiniz?
Söyleyemeyeceksiniz, çünkü herkes aslında böyle olmadığının farkında olacak. Dev gruplar ortadan kalkınca diğerleri arasındaki fark azalacak. Logosu afişin tepesini boydan boya kaplayan baba bir headliner’ın olmadığı, orta seviye ve biraz üstü pek çok grupla seyirci çekilmeye çalışılan festivaller dönemi çoktan başladı bile. ABD’nin köklü turnelerinden Summer Slaughter’ın geçmişten günümüze afişlerine bir bakın.
- 2007 afişinde en tepede kocaman bir NECROPHAGIST logosu ve altında da NECR, OPHA ve GIST kısımlarına sığacak şekilde sıkıştırılmış 3 küçük grup logosu.
- 2014’te solda dana kadar bir MORBID ANGEL logosu ve sağında onunla aynı yüksekliğe sığdırılan 4 küçük grup logosu.
- 2016’da tepede dev bir CANNIBAL CORPSE logosu ve altında bu logonun genişliğine sığdırılan 3 küçük grup logosu, ki bu gruplardan biri NILE, biri de SUFFOCATION.
Peki ya bu yıl?
Summer Slaughter 2019’un bir headliner’ı yok. Tepede eşit büyüklükte yazılan CATTLE DECAPITATION, CARNIFEX, THE FACELESS logoları, altında da onlardan çok az ufak diğer grup logoları…
Zaman daralıyor; headliner kavramının yok oluşuna, “kime göre headliner?” sorusuna alışmaya başlasak iyi olur.
Şimdi az önceki sorumuza dönelim: müzik dünyası bir sonraki METALLICA’sını yaratabilecek mi?
Elbette ki hayır. Kitlelere neşredilen sanat dönemseldir ve o sanatın değer kazanmasını sağlayan dinamiklerin büyük kısmı sadece o an ve o yer için geçerlidir. “THE BEATLES şu anda İsa’dan bile daha popüler” denen, grubu görebilmek için on binlerce kişinin havaalanlarına akın ettiği günlerden, Paul McCartney’nin Instagram paylaşımına “You are old :DDD” yazan 16 yaşındaki çocuklara giden süreç, metalin de benzer şekilde tekrarlanamayacak, “bir sonraki x”ini yaratmayacak bir durumda olduğunu gösteriyor. Zamanında konserden bir gün önce stadyum kapısına kamp kuran insanların yerini YouTube’da canlı yayınlanan konseri “sonra bakarım” diye izlemeyen dinleyiciler alıyor.
“Holy Wars… The Punishment Due”, “Hangar 18”, “My Darkest Hour” gibi klasikleri yaratan bir insanın gırtlak kanseri haberinin altına birileri “Sıkıntı yok, zaten ‘Youthanasia’dan sonra bittiler” yazma cüretini gösterebiliyor.
VI. “Müzik de yapan bir tişört dükkânı”
Metalin bugününe baktığımızda karşımıza çıkan başlıca konu grupların albüm satışından değil, konserlerden ve ürün satışından para kazanması. Kendisini “müzik de yapan bir tişört dükkânı” şeklinde esprili bir dille tanımlayan PERIPHERY’nin aslında hiç de espri yapmadığı ve her şeyin konserler ve internetten ürün satışı üzerinden döndüğü zaten kabak gibi ortada. Albüm denen kavramın değeri son 20 yılda inanılmaz düzeyde azaldı ve bizzat grupların kendileri, röportajlarda “tekrar turneye çıkabilmek için yeni albüm yapmamız gerekiyor” şeklinde açıklamalar yapıyorlar.
Albüm yapmanın “gerekmesi”.
Acaba sanat, sanat için midir yoksa toplum için midir, yoksa tişört için midir?
MEGADETH’in 3 Temmuz 2001’de ülkemizde verdiği ilk konserden önce grup elemanları Kiss FM radyo kanalına konuk olmuştu ve DJ hanım, gruba en ilginç soruyu soracak kişiye Dave Mustaine imzalı bir “The World Needs a Hero” albümü hediye edileceğini söylemişti. Ben de Dave’e “Zaman zaman bunu sadece bir iş olarak gördüğün ve sanat kısmının ikinci planda kaldığı oluyor mu?” diye sormuş ve imzalı albümü kapmıştım. Bu soru o zaman için anlamlıydı; bu insanlar ve gruplar o sırada bizim için yarı tanrı gibi bir şeydi ve yarattıkları müziğe ne gözle baktıklarını bilmek çok önemli, çok değerliydi. Düşünsenize, karşınızda “Rust in Peace”i, “Countdown to Extinction”ı yaratmış, zamanında METALLICA’da çalmış bir adam var ve size ona soru sorma hakkı tanıyorlar.
Şimdiyse ne bu soru ne de Mustaine’e soru sormak fazlaca bir önem taşıyor. Bugün Twitter’dan Mustaine’e “PLEASE ARE YOU TURKEY???” diye sorsanız 10 dakika sonra “Next year” cevabını alıp sevinebiliyorsunuz. Aynı şekilde o gün sorduğum o soru da şu anda pek bir şey ifade etmiyor, çünkü dediğim gibi gruplar için şarkı yazmak, albüm çıkarmak neredeyse tamamen araca dönüşmüş durumda. Günümüzde turlayan bir müzisyen olmak gerçekten çok zor. Grubun özel jetle seyahat ettiği, her elemanının havaalanından ayrı limuzinle alındığı, konser bitiminde kuliste 100 tane groupie’nin sıraya girdiği grupların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Günümüzün en büyük metal gruplarından AMON AMARTH’ın vokalisti Johan Hegg, grubun patlama yaptığı “Versus the World” zamanında yapılan bir röportajda “Umarım bir sonraki albümümüz çıktığında limanda koli taşımak zorunda kalmam, sadece metal çalarak geçimimi sağlayabilirim” diyordu. PERIPHERY djent’in tartışmasız lideri olduğu sırada bile 5 kişi bir minibüste çekmece gibi yataklarda yatarak turluyordu. Dolayısıyla grupların hayatta kalabilmek adına başlarını önlerine eğip şartları kabul etmeleri, sürekli turneye çıkmaları ve bu turneleri çekici gösterecek şaşaalı yeni klipler, cayır cayır yeni görseller, yeni sahne dekorları sunmaları ve albenili hâle gelmeleri gerekiyor. Bu da sadece çok çalışkan, çok motive, çok konsantre olan grupların ayakta kalmasını sağlıyor.
Ben bu yazıyı yazdığım sırada, ABD’li death/grind grubu EXHUMED Kasım ayında çıkacağı ABD turnesini açıkladı: 35 günde 31 konser. Her gün farklı bir şehir, binlerce kilometre yol… SOILWORK 2013 yılında çok büyük bir Kuzey Amerika turnesine çıkmıştı: 57 günde 54 konser… Bunlar inanılmaz sayılar. Hele bir de o taraflarda yaşayıp grupların tam anlamıyla rock star olmadıkları durumları da görünce insan daha iyi anlıyor. Bu gözler bundan 15 yıl önce konser biter bitmez amfiyi kucaklayıp otobüse götüren Johan Hegg’i de gördü, az önce tüm salona hükmeden SOILWORK vokalisti Björn’ün konser bitip de ışıklar açılınca gitar kablolarını toplamaya başladığını da gördü, o sırada HATE ETERNAL’la çalan Kevin Talley’nin “Selam, davul seti toplamayı biliyor musun? Bana yardım eder misin?” dediğini de duydu. Öyle ki, “’Destroy the Opposition’ı aşırı seviyorum, o albümdeki davulculuğuna bayılıyorum” dediğimde bana 10 Dolar’a satabileceği bir DYING FETUS konser bootleg’i olduğunu bile söylemişti. Kısacası bu turneler, bu anormal yoğunluktaki turlar grupların ayakta kalabilmek adına yapmak zorunda olduğu şeyler. Kimisi “The Satanist” gibi başyapıt bir albüm çıkarıp 3-4 yıl o albüm için turluyor, kimisi de KORPIKLAANI gibi çok hızlı tüketilen bir müzik yaratıyor ve neredeyse her yıl yeni bir yeni albüm “yapıverip” konserden konsere koşuyor.
2015 yılında LEPROUS’ın tur menajeri PA’daki “The Congragation” kritiğime rastlamış, beni Facebook’tan bulmuş ve sanki bir organizasyon şirketiymişim gibi direkt olarak benden bir İstanbul konseri ayarlamamı istemişti. O sırada grup şu anki kadar büyük değildi ve tek amaçları, kâra geçmeseler bile olabildiğince çok yerde çalarak adlarını duyurmaktı. Turne takvimlerinde, dünyada var olan tüm metal gruplarının %99,9’unun aklına bile gelmeyecek yerlerden olan Erivan da vardı, Tiflis de. Hazır Ermenistan’a ve Gürcistan’a gidiyorken, İstanbul’a da uğramak istiyorlardı. İstanbul konseri için istenen rakam sadece 1.500 Euro’ydu ve bu para, grubun talep listesinin 4. sırasında, herhangi bir madde olarak yer alıyordu. Konser salonunun ve sağlanacak ekipmanın özellikleri, grubun kendini ifade edebilmesi için gereken altyapı, gruba ödenecek paradan çok daha önemliydi.
Bu anlayışla yola çıkan ve adını sağlam, oturaklı, bilinçli adımlarla büyüten LEPROUS’ın bugün geldiği nokta ortada. Grubun 12 Temmuz 2019’da düzenlenen ikinci İstanbul konserinin biletleri konserden günler öncesinde tamamen tükendi, talep fazlasından ekstra bilet satıldı ve tahmin edersiniz ki LEPROUS bu konser için 1.500 Euro’nun üstünde bir ücret aldı. İşte günümüz gruplarının uygulaması gereken doğru iş planı, doğru yapılanma, doğru strateji budur. Elbette yaptığınız türe ve imajınıza göre çok daha yüksek perdeden girebilir, GHOST gibi 2. albüm öncesinde dünya devi bir şirketle anlaşıp albüm ve turne prodüksiyonu için 750.000 Dolar alabilirsiniz. Ancak herkesin bir GHOST olmadığı da ortada.
Grupların bu şekilde “albüm çıkar-turla-tişört sat” anlayışıyla hareket ettiği; pek çok grubun minibüsle gidecekleri bir sonraki şehrin benzin parasını çıkarmak için çaldığı; alevler içindeki sahnede keçi kafasından akan kanı içmeden 1 saat önce, tişört standında duracak elemana “arkasında turne takvimi olan tişörtleri 20 Euro’dan satalım, hoodie alana bir tane de patch verelim” diyerek KOBİ havasına girdiği; hatta sahnede çaldıktan 10 dakika sonra bizzat tişört standına geçerek bir anda mağaza çalışanına dönüştüğü; kısacası sadece günü kurtarma ve o deneyimi yaşamak için bulunduğu bu ortamda, her şeyi daha da zorlaştıran esas konu ne yazık ki dinleyicilerin gruplara pek de yardımcı olmayan, kısmen şımarık, büyük ölçüde bencil yaklaşımı.
VII. “Balıkların doyma hissi yokmuş”
Yeni gruplar keşfetmeye meraklı bir metalci ile akvaryumda yüzen renkli minik bir balık arasında nasıl bir benzerlik olabilir? Doğadaki bir balık için hayattaki tek gerçeklik yemek yemek ve yemek olmamaktır. Akvaryumdaki bir balık ise siz ona ne verirseniz onu yer. Kimi türlerin ne kadar verirseniz yemeye devam ettiği, hatta midelerinin derilerini yırtıp dışarı taştığı ve bu şekilde öldükleri dahi görülmüştür. Birer dinleyici olarak bizler de farkında olmadan önümüze konan sonsuz miktardaki müzikle karşı karşıyayız. Şu andan itibaren hayatımızın sonuna dek hiç uyumadan, hiç çalışmadan sadece metal dinlemek istesek, hiçbir şarkıyı birden fazla kez dinlemeden bunu başarabilir ve bugüne dek yazılan şarkıların çok ama çok küçük bir kısmını dinlemiş şekilde ölebiliriz. Gerçekten de dünya üzerinde bu kadar fazla EMEĞİN bu kadar BEDAVAYA sunulduğu başka bir alan olmayabilir. Sonuna kadar açılmış devasa bir müzik musluğu şarıl şarıl üzerimize akıyor ve bunu finanse eden şirketler, bunu yaratan gruplar bize “Hadi dinlesene. Baksana ne kadar da bedava, haydi dinle, hiç para vermeden hepsi senin!” diye adeta yalvarıyor. Dolayısıyla biz de bunca grup, albüm ve şarkı içerisinde doyma hissimiz olmadan, hiçbir şeyin hakkını veremeden, hiçbir şeye yeterince konsantre olamadan savrulup duruyoruz. “İyiymiş”, “hmm fena değilmiş”, “iyi duruyor bir ara bakarım”lar eşliğinde, devasa bir şımarıklık içinde, çok sevdiğimizi cümle aleme haykırdığımız bu müziği değersizleştiriyor, itibarsızlaştırıyor, önemsizleştiriyoruz.
Algı eşiğinin bu kadar düşmesi grupların ister istemez seri üretime geçmesine neden oluyor. Kimi zaman ülkemize 4 yılda bir gelen bir grup için “üfff yine mi onlar” deniyor, kimi zaman şirketler şarkıların ilk 10 saniyesine bakıp şarkıyla ilgili nihai kararını veren müzik bilgini dinleyicileri de düşünerek gruplara “intro koymayın, şarkılar fade in’le girmesin, direkt şarkı başlasın halk hemen anlasın” diye telkinde bulunuyor. Bu durumda ortaya sürekli bir koşuşturma, acelecilik, korkunç bir üretim hızı ve itibarsızlaşan müzikler çıkıyor. NOCTURNUS’un 1990 yılında çıkan efsane albümü “The Key”de, death metal tarihinde ilk kez klavye kullanılmıştı ve bu yenilikçi yaklaşım bugün bile konuşuluyor, grubun bu cesur kararı övülüyor. Aynı şekilde CYNIC’in “Focus”ta yaptığı şey bugün bile hayranlıkla dinleniyor, öve öve bitirilemiyor. Peki şu anda? Şu anda kimi grupların albümlerinde saksafon kullanması bile ilginçliğini yitirmiş, “bu saksafon muhabbeti de baydı yeaea” diye konuşulur durumda. Gruplar aynı kaldıkları takdirde sıkıcı olmakla eleştiriliyor, yeni bir şey deneyince “bozdu” oluyor. İki ucu boklu bu ortamda aslında ne istediğini bilmeyen mızmız dinleyici ise sadece ve sadece işine yarayanları alıyor ve albümün bütününe değil, hoşuna giden birkaç şarkı bulabilme ihtimaline değer veriyor.
Bunun sonucunda grupların yapabileceği pek fazla şey kalmıyor. Tamamen kendi istediği şeyi yapma konusunda sıkıntı duymayan gruplar ya sürekli aynı albümü yaparak eğlenmeye devam ediyor ya da beklenmedik çıkışlar arayarak “deneysel” olmanın sancılı artçı şoklarına göğüs geriyor. Bugün baktığımızda her şeyiyle, her anlamda bizi tatmin eden bir grup olma ihtimali çok düşük, ama ortada o kadar fazla üretim var ki biz işimize yarayanı alıyor, gerisini fazla önemsemiyoruz. Bugün geriye dönüp baktığımda hayatımın belirli dönemlerinde en sevdiğim grupların güncel işlerini hiç önemsemediğimi görüyorum. Zamanında hayatıma etki etmiş albümler çıkaran bu grupların bugün çıkardıkları albümleri neredeyse merak dahi etmiyorum. Dolayısıyla bu denli değişken ve devinim hâlinde bir uğraş olan dinleyiciliğin mutlak bir tatmine ulaşması kesinlikle imkânsız görünüyor.
VIII. Gel testere, gel testere, bitsin bu hasret
İşler o kadar hızlı değişiyor ki yeni gibi gelen şeylerin patır patır ortadan kalktığını, bazı anlık rüzgârların birkaç yılla hatta birkaç albümle sınırlı kaldığını görüyoruz. 2000’lerin ilk yarısında patlayan retro thrash hareketinin şu anda bir karikatüre dönüşmüş olması, yine o yıllarda belli türleri yaratan grupların bugün o türlerden başka yönlere sapmaya çalışması hep bunun göstergesi. Bunun sonucunda, zamanında sıkılınmış olan eskinin taklidinden de sıkılan bir güruh ortaya çıkıyor ve kendimizi adeta “retronun retrosunu” överken buluyoruz. Daha bu sene içerisine çıkan ve çokça beğenilen WRETCHED FATE ve BÆST albümleri resmen “GRAVE, ENTOMBED, DISMEMBER’a saygı duruşu için kurulan BLOODBATH’e saygı duruşu” niteliğinde işler ve pek çok ortamda BLOODBATH gömülürken bu tür yeni gruplar övülüyor. Müzik, dinleyicileri memnun edeceğim diye adeta kendi kendine tur bindiriyor.
Diğer yandan sound’unu değiştiren pek çok grubun istediği verimi alamadığı, bunda ısrar edip silikleştiği ya da geri vites yaptığı da ortada. Şu noktada baktığımızda pek çok grubun nabza göre şerbet verdiğini ve birtakım trendleri ucundan da olsa tutmaya çalıştığını görüyoruz. DREAM THEATER’ın bile bir şarkısının bir yerine blast beat koyduğu, zamanında metal türlerinin en sofistikesi olan progresif metal denen şeyin içine gayet de sert, öküz gibi vokaller dahi sokulabildiği günümüzde, konserlerin daha etkili geçmesi adına grupların sound’larını sertleştirdiği, türlerini bir miktar törpülediği ortada. Hiç ummadığınız bir gruptan araya bir black metal esintisi, beklenmedik bir anda karşımıza çıkan acayip teknik olaylar duymaya alıştık. Alıştık ve kanıksadık. Dolayısıyla artık şaşırmıyoruz, heyecanlanmıyoruz, etkilenmiyoruz.
Tür sınırlarının ortadan kalkmasıyla, tıpkı “Bilmem kaç yüz yıl sonra tüm dünya melez insanlardan oluşacak. Ne beyazlar ne siyahlar ne Uzak Doğulular ne de Hispanikler olacak. Herkes her şeyin ortası melez, hafif esmer bir ırka dönüşecek” görüşü gibi metal de sınırları belirsiz bir yapıya bürünmeye doğru gidiyor. Bildiğimiz anlamda power metal, heavy metal ve hatta klasik progresif metal miadını doldurmaya yakın olduklarını hissettiriyor. Seksenlerin kralı thrash metal şu anda tek yönlü oluşunun yarattığı gelecek kaygılarını taşıyor, değişen kitleye daha ne kadar süre heyecan verebileceğini düşünüyor. Tüm türler arasında en muhafazakâr kitleye sahip olan black metal bir yandan farklı türlerle dirsek temasında bulunarak sınırlarını aşmaya çalışırken, bir yandan da kendini “1000 yıl boyunca hiç değişmesem de olur” düşüncesinin güven veren kollarına bırakıyor. Zamanında kendi türlerinin en büyükleri olan IN FLAMES, OPETH gibi isimler sürdürülebilirlik adına geçmişi tamamen silip bambaşka şeylere dönüşüyorlar. LAMB OF GOD gibi 15 yıl önce “yeni PANTERA” denen bir grubun vokalisti “daha çok clean vokal kullanabiliriz” açıklaması yapıp hayranların delirmesine sebep oluyor. Kısacası her ne yapılırsa yapılsın, algı eşiği yok olmuş dinleyicinin asla tatmin olmayacağı ortada. Hep daha fazlasını, daha farklısını, daha yenisini isteyen tüketim toplumu, müziği de kendi içinde çırpınan bir şeye dönüştürüyor.
Zamanında, sevdiği grubun yeni albümünde fazladan 1 dakika daha müzik olması için kendini kesecek insanların yerini bugün “56 dakika ne abi, insan dinleyecek bunu asdfsdahd” diyen kişiler almış durumda.
Bu bağlamda kendini yenilemeyen ya da yenileyemeyen gruplar yerinde saymaya mahkûmlar. Bir dönemin en büyük gruplarından CHILDREN OF BODOM şu anda büyük festival afişlerinin üçüncü sırasında, logosuyla değil Arial fonuyla yazılıyor. DARK TRANQUILLITY yıllar boyunca davaya sahip çıkmanın bedelini, geçen yıl ortamlara giren ilginç saçlı bir grubun 4 sıra altında yazılmakla ödüyor. Yıllar boyunca müziğini çok az değiştirdiği için günümüzde yerinde sayan gruplar, en azından davayı satmadıkları için övülmeye devam ediliyor.
Şu anda “doksanlarda en kaliteli dönemini yaşayan grupların günümüzde bozmayanlarını yüceltme” devrini yaşıyoruz. Yaptıkları yeni şeylerin eskileriyle karşılaştırılamayacak kadar sıradan olduğunu bilmemize rağmen o nostalji sayesinde onları övüyor, konserlerine gidip gereksiz yeni şarkıların bir an önce bitmesini ve biz daha doğmadan önce yaptıkları o nefis şarkıları çalmalarını bekliyoruz.
IX. Sert kalın, sert ve kalın
Doksanlardaki saçmalama dönemi içerisinde yeni yollar arayan kimi gruplar, zaman içinde bunun bir işe yaramadığını görerek köklerine dönme yolunu seçtiler. Doksanları büyük oranda boş yaparak geçiren KREATOR’ın gotik etkili o “Endorama”ların konserlere insan çekmeyeceğini çabuk fark etmesi ve 2000 yılıyla birlikte tekrar cayır cayır thrash’e dönmesi bu açıdan önemliydi. Aynı şekilde PARADISE LOST’un 1999-2005 arasında kendini şaşırıp sonra tekrar eski havasına kavuşması da yine bu ekmek arayışının beklendiği gibi olmadığını gösteriyordu.
Tüm bu süreç içerisinde sanılandan daha önemli birtakım gruplar metalin değerini artırmayı ve itibarını yükseltmeyi başardılar. Bunlardan en önemlilerinden biri, belki de birincisi PANTERA’ydı. PANTERA’nın popülaritesi arttıkça müziğini sertleştirmesi, herkes yumuşarken giderek öküze bağlaması, talep arttıkça daha zor dinlenen bir yöne kayması ve bunu metalin zirvesindeyken yapması metal tarihinde görülmemiş bir meydan okumadır. Tarihte Billboard listesine 1 numaradan giren ilk metal albümü olan “Far Beyond Driven”ın ardından “The Great Southern Trendkill” gibi ticari açıdan asla istenmeyecek türde sert, sevimsiz ve orta parmağını kaldıran bir albüm yapmak sadece PANTERA’nın gösterebildiği bir delikanlılık olarak kayıtlara geçmiştir.
Benzer şekilde, günümüzün ulaşım, dağıtım ve tanıtım imkânlarının %1’inin bile olmadığı bir dönemde Brezilya’dan çıkan dört tane terli genconun SEPULTURA damgasını metal tarihine çakması da muazzam bir başarı olarak karşımızda duruyor. Bugün bakın; Brezilya SEPULTURA’nın ardından ona yaklaşan herhangi bir grup çıkarabildi mi? Hangi üçüncü dünya ülkesi bunca imkâna rağmen günümüzde dünyayı sarsan bir grup çıkarabiliyor?
Tüm bunlar gösteriyor ki gruplar karşılarındaki kitleyi anlamalı, onların kendilerini anladığının farkında olmalı ve şöyle bir salıp bunun rahatlığını yaşamalı. Metal tarihinde çok az grup sound’unu yumuşattıktan veya müzikal karakterini değiştirdikten sonra da aynı takdiri toplamayı, aynı aidiyeti yaşatmayı başardı. Çok az grup eski hâliyle de yeni hâliyle de aynı kitleye kendini sevdirdi. Her ne kadar metal dinleyen milyonlarca insan olsa da olayın dibine indiğimizde, metalciler olarak biz bizeyiz. Birbirimizi, ne istediğimizi, neye önem verdiğimizi biliyoruz. Aynı şekilde karşımızdaki grubun ne yapmak istediğini, neyi amaçladığını da anlıyoruz. Bu yüzden belki de hiç birbirimizi kırmadan, tadımızı kaçırmadan bildiğimiz yolda devam etmek, sertsek sert kalmak en güzelidir.
X. Sümerlerin parayı bulması
Çağımızın bir diğer sıkıntılı durumu da birbirinin muadili olan aşırı fazla grup olması. Tek bir şirkete indirgeyip hedef göstermek istemiyorum ama zamanında “Unique Leader grubu” gibisinden övgü ifadesi olarak kullanılan bu kalıp, ne yazık ki günümüzde “Sumerian grubu” şeklinde olumsuz anlamda kullanılıyor. Sadece Sumerian grubu olması yetmiyor, bir de Sumerian sound’u diye bir kavram ortaya çıkıyor ve gerçekten de birbirine aşırı benzeyen, %80 oranında birbirini ikame eden, hatta Sumerian Records bünyesinde yer alması bile şart olmayan çok sayıda aynılaşmış grup ortaya çıkıyor. Bunun sonucunda mutant bir yaratık oluşuyor ve hem giderek ekstremleşen hem de daha kolay dinlenir hâle gelmeye çalışan gruplar görüyoruz.
Seksenler ve doksanlarda büyük önem taşıyan ve neredeyse bir grubun tüm karakterini şekillendiren vokalist olgusu tamamen ortadan kalkıyor, böğürebilen ve yeterince dövmesi olan herkesin vokalist olabildiği ve birbirinin yerine geçebildiği bir ortam meydana geliyor.
Vokalist kavramının değerinin düşmesi, hatta kimi türlerde yok olması, başka dinamiklerin önem kazanmasına yol açıyor. Zamanın Malmsteen, Jason Becker, Marty Friedman gibi yeteneklerinin yaratıcılığına sahip olmayan ve sadece temiz sweep picking yaparak ve bir gamı hızlıca çalarak solo attığını düşünen cillop gibi sound’lu, şekilli ses kartlarına ve 1000 pedaldan oluşan pedal board’lara sahip gitaristler, gitar solosunun konserler açısından ekmek çıkarmaması neticesinde olayı breakdown’lara bağlıyor ve kolay yoldan seyirci coşturmayı seçiyor. Müzikal gelişim açısından sabırsız olan, öyle teori meori gibi şeylere fazla gelemeyen ve yeni saçlarıyla tüm kolunu kaplayan dövmelerini bir an önce göstermek isteyen bir sürü genç, birer müzisyen olarak kendilerini geliştirmek adına aşmaları gereken duvarları yıkmaktansa, konserlerde seyircilere wall of death yaptırmayı tercih ediyorlar.
Tıpkı bir anda coşan sonra sönen çeşitli türler gibi bu grupların da kısa süreliğine ortalıkta olacağını düşünüyorum. Özünde piyasaya açılma ve olabildiğince hızlı büyüme amacı gütmeyen death metal, black metal, doom metal gibi türlerde gruplar arasındaki uçurum fazla değilken, büyüme meraklısı grupların yer aldığı türlerde gruplar arası uçurumların daha büyük olduğunu görüyoruz. Her turnede aynı birkaç grubun dev logosunu ve altında da yine büyük kısmı aynı 8-10 tane küçük grubun logosunu görmemizin sebebi de bu. Belki dikkat etmişsinizdir; kariyerinde 10 yılı geride bırakan, 3-4 albüm çıkaran ve istikrarlı şekilde alt grup olmayı sürdüren, asla kendi headliner turnesine çıkamayan pek çok grup var. İşte bu gruplar, adını en tepeye yazdırmayı başaran o diğer grubun yaptığı şeyin kolay olmadığının göstergesi durumundalar. Tepedeki bu birkaç baba grup ortadan kalktığında, alttan gelenlerin onların yerini alması ve bir anda kocaman logolarıyla afişlerin tepesine yerleşmesi hiç de kolay görünmüyor. Bu yüzden lokomotif gruplar gittiği anda bu türlerin boşluğa düşeceğine inanıyorum. Tıpkı zamanında Myspace bitince deathcore’un bir anda sarsılması ve sadece -bugün neredeyse hepsinin sound değişikliğine gittiği- büyük birkaç grubun ayakta kalması gibi.
XI. Kanalıma hoş geldiniz
İşin gelecek tarafına dönersek, zamanında bu işe büyük oranda para için giren ve değişen şartlar neticesinde artık gruplarının (“şirketlerinin” diye okunabilir) istedikleri kâr marjına ulaşamamasından şikâyetçi olan Gene Simmons (ben bu satırları yazarken 70. yaş gününü kutluyor) gibi eski toprakların “Rock is dead” şeklindeki açıklamalarına inat, rock ve metalin tarih öncesi zamanlardan beri hayatta kalmayı başaran bir hamam böceği gibi bir şekilde hayata tutunacağını ve ölmek gibi bir niyetinin olmadığını görüyoruz. Evet, belki stadyum dolduran AC/DC, METALLICA, IRON MAIDEN konserleri ve milyonlarca satan albümler ileride olmayacak ancak metalin içinde yer etmiş ruh, iştah ve tutku belli ki daima varlığını sürdürecek. Bugün baktığımızda ikide bir Spotify’da en çok dinlenen türün metal olduğuna dair açıklamalar yapılıyor, pek çok ülkenin underground sahnesi istikrarlı şekilde güçleniyor. Sonuçta dünya yavaş yavaş kendi kendini yok etmeye devam ediyor ve bu da birilerinin tepki göstermesi, isyan etmesi, metal yapması için yeterli bir sebep.
Coğrafi sınırları aşınca, çeşitli müzisyenlerin sadece YouTube içerikleriyle adlarını duyurduğunu ve sonrasında binlerce kişiye konser verebilir hâle geldiklerini görüyoruz. Ortada ne bir şirket ne basılı bir CD ne de imzalanan telif hakkı sözleşmeleri var ve görünüşe göre gitar, bas gitar, davul, insan sesi ve internet olduğu sürece metal pek de ölecek gibi durmuyor. Hatta interneti boş verin, hatta müzik dağıtım şirketlerini de kapatın. Biz bir şekilde o şarkıları bir yerlere kaydedip ilgi duyanlara ulaştırmasını biliriz.
İnternet dar anlamda metalin ticari dengelerini değiştirirken üretim anlamında muazzam şekilde katlanmasına yol açtı. Zamanında türlerinin önemli grupları bile “dar bütçeden dolayı kayıt için çok kısıtlı stüdyo zamanımız vardı” diye açıklamalar yaparken ve minimum imkânla başyapıtlar yaratmaya çalışırken, günümüzde gitar ve ses kartı alacak parası ve internet erişimi olan herkesin albüm yapma imkânı bulunuyor. İnternetin müzik yapmak isteyen insanlara “ben de yapabilirim” şevkini vermesi, geniş anlamda metalin çok daha üretken ve etkin bir şekle bürünmesini sağladı. Belki nicelik bakımından gereğinden fazla grup, albüm, şarkı var ancak bu rekabette ayakta kalanların kaliteyi yukarılara taşıdığı da ortada.
Bu müziği 1991’den beri dinleyen ve kasetten itibaren gerçekleşen her adıma bire bir tanık olmuş bir insan olarak, doksanların ilk yarısındaki kısmi yokluk heyecanının da günümüzün aşırı bolluk sefasının da kendine göre güzellikleri olduğunu düşünüyorum. Bir kaseti bozulana dek dinlemenin, walkman pili azalmasın diye kaseti kalemle sarmanın, üç günde bir Akmar’a gidip “abi bilmem kimin yeni albümü geldi mi?” diye sorup sabırsızlanmanın keyfini de yaşadım, aynı gün en sevdiğim 4-5 grubun yeni albümünü arka arkaya dinleyebilme zevkini de doyasıya yaşıyorum. Dolayısıyla bu “eskiden her şey ne güzeldi şimdi her şey bozdu” melankolisine pek katılamıyorum. Evet güzeldi, ama o dönemde de kimsenin “Bakın tam şu an çok iyi, çok iyi! Hiç bozmayın, sonsuza dek böyle kalsın!” dediğini hatırlamıyorum. Aynı şekilde “Bundan 10 sene sonra istediğin her albümü çıkar çıkmaz hem de bedavaya dinlemek ister misin?” teklifini bir kişinin bile reddedeceğini sanmıyorum.
Nostalji övmeyi bırakalım, anın şartları içerisinde pragmatik yaşayalım.
XII. Sonradan satılacak davaların oluşma süreci
Şimdi bu rekabetin ülke bazında nelere vesile olduğundan bahsedelim ve biraz ülkeler üzerine konuşalım.
Metalin 50 yıllık gelişimine baktığımızda dönem dönem farklı coğrafyaların olaya girdiğini ve zaman içerisinde sivrilenler ve geri planda kalanlar olduğunu görüyoruz. Altmışlarda kurulan İngiliz ve Amerikalı rock gruplarından ilham alan çeşitli isimlerin 1970’ten itibaren bu müzikal karakterleri sertleştirdiğine ve mevcut blues sound’unu heavy metale göz kırpan bir noktaya taşımaya çalıştıklarına tanık oluyoruz. 1968’de LED ZEPPELIN’in, 1970’te BLACK SABBATH’ın, 1974’te JUDAS PRIEST’in, 1975’te AC/DC’nin, 1977’de MOTÖRHEAD’in, 1979’da SAXON’ın, 1980’de IRON MAIDEN’ın ilk albümünü yayınladığı düşünüldüğünde, rock’tan metale hızlı bir geçiş olduğunu ve arkasının da ışık hızıyla geldiğini görüyoruz. İngiltere adını saydığım bu dev gruplarla heavy metalin bayraktarlığını yaparken, bunlardan ilham alan birtakım gençler de hiç hız kesmeden olayı sertleştirme yoluna gitmişlerdi. Kısa süre sonra çok daha ekstrem türlerin doğuşuna vesile olacak ve devasa ilham kaynaklarına dönüşecek HELLHAMMER, MERCYFUL FATE, SODOM gibi gruplar Avrupa cephesinin fitilini yakarken, İngiltere’deki NWOBHM furyasını daha punk bir karakterle sunma yoluna giden thrash metal grupları da yangına körükle gitmeye başlamıştı.
Yetmişlerde karşımıza çıkan tartışmasız İngiltere üstünlüğü, özellikle thrash metalin olaya el koymasıyla ABD tarafından da desteklenir olmuş, olayın daha sofistike tarafına yönelmek isteyen gruplar “progresif metal” denen bir şeyin başlamasını sağlamıştı. Başlarda hard rock ve heavy metalin progresif rock ile yoğurulmuş bir yansıması olan bu progresif metal, kısa süre içerisinde çok etkin bir anlayışa dönüşecek ve diğer tüm türlerin önüne eklenecek bir sıfat hâline gelecekti.
Seksenlerin sonunda NAPALM DEATH ve CARCASS ile grindcore ve goregrind’ı keşfeden İngiltere’yi, her türde akıl almaz bir üretkenlikle olaya el koyan İsveç ve hemen ardından Norveç izlemişti. BLACK SABBATH, SAINT VITUS, TROUBLE, PENTAGRAM gibi isimlerin doom karakterinden etkilenen CANDLEMASS’ten, gerek ABD’nin gerek Avrupa’nın her türlü pisliğinden beslenen İsveç death metali gruplarına dek İsveç bir anda metalin en önemli aktörlerinden biri hâline gelmişti. 3 büyük Alman thrash grubunun olaya çok acımasız ve tavizsiz girmesinin de etkisiyle Avrupa olayı çirkinleştirmek için gerekli altyapıyı kurmuş ve BATHORY, VENOM, HELLHAMMER, CELTIC FROST gibi isimler sayesinde black metalin önü ardına kadar açılmıştı.
Bu dönemde dünyaya baktığımızda çeşitli ülkelerden çıkan sivri kafalar olduğunu görüyoruz. Sertlik ve leşlik konusunda en üst perdeden giriş yapan SEPULTURA ve SARCÓFAGO Brezilya’nın haritaya girmesini sağlarken, Kanada’da gerek RAZOR, EXCITER gibi thrash metal gruplarıyla gerekse BLASPHEMY gibi devasa bir ilham kaynağıyla ortamı karartmaya kararlı olduğunu göstermişti.
Zaman içerisinde bu ülkelerden bazıları duruldu, bazıları kudurdu. Türlerinde önemli isimler çıkarmış olsa da misal bir Brezilya SEPULTURA’nın ardından yeni bir dünya devi çıkaramadı. ABD ile kıyaslandığında Kanada, belki de kuzeyli olmasından mütevellit daha ziyade ekstrem türlere, melankoliye, mülayimliğe ağırlık verdi. Mekânın sahibi olan İngiltere’nin her türden belli başlı gruplar çıkarsa da kendi sahnelerini oluşturmakta zorlandığını gördük. PARADISE LOST, ANATHEMA, CATHEDRAL, MY DYING BRIDE gibi isimlerle doom metal tarafını yükselten ada ülkesi, diğer türlerde ise kısıtlı bir profil çizdi. Death metale BOLT THROWER, BENEDICTION, CARCASS gibi isimleri, black metale ise gotik metalle yoğurulmuş CRADLE OF FILTH’i hediye eden İngilizlerin, son 30 yıla baktığımızda metalin başlangıcını yaptıktan sonra İskandinavya ve Almanya’nın gerisinde kaldığını söyleyebiliriz.
XIII. “2000’lerde uçan arabalar göreceğiz, istediğimiz yere ışınlanacağız”
2000’lerle birlikte olayın giderek “modern” bir hâl aldığını görüyoruz. Doksanların ortalarında IRON MAIDEN ve death metali bir potada eritme yoluna giden IN FLAMES ve DARK TRANQUILLITY gibi Avrupalı melodik death metal gruplarından ilham alan ABD’li gruplar NWOAHM adlı bir şeyin doğuşunu sağladılar. Ne tam metalcore ne tam thrash ne tam groove metal olan bu garip müzik hem sert hem melodik hem de eşlik edilebilir olmasıyla bir anda dünyayı ele geçirdi. Öyle ki, IN FLAMES’ten etkilenerek müzik yapmaya başlayan ABD’li bir gruptan etkilenerek müzik yapmaya başlayan Avrupalı gruplar ortaya çıkmaya başladı ve metal kendi içinde kıtalar arası bir ilham alıp verme sarmalına dönüştü. Metalcore furyasının ardından deathcore rüzgârı başladı ve belli açılardan tek yönlü karakterleri olan bu müzikler, tıpkı sonradan djent’te de göreceğimiz gibi çok da uzun soluklu olamadılar. Metal 1970 civarında ilk olarak başladığından bu yana ortaya çıkan tüm türler şu anda da varlığını sürdürürken, doksanların ortalarından itibaren başlayan nu metal, metalcore, deathcore, djent gibi türlerin sallantılı şekilde, istikrarsız, hatta yok olmaya meyilli biçimde devam ettiklerini görüyoruz. Bunun sebebinin de yine dinleyici ihtiyaçlarının değişkenliğine ve bu türlerin diğer büyük türlerden birer yan ürün şeklinde çıkmalarına bağlıyorum.
Pasifagresif’in de yayında olduğu ve birlikte her şeye birebir tanıklık ettiğimiz son 10 yıla baktığımızda, önceleri şaşırtıcı şekilde suskun olan Fransa’nın ve Fransa’ya oranla biraz daha hareketli görünen Polonya’nın tartışmasız bir yükselişini görüyoruz. Fransa başta GOJIRA olmak üzere ana akıma hızlı bir giriş yaparken, Norveç’in ikinci nesil black metali yaratması gibi Fransa da kendi black metal dalgasını yarattı ve kısa süre içerisinde Avrupa’nın metal konusundaki başrol oyuncularından birine dönüştü. Doksanların ikinci yarısında GORGUTS ve IMMOLATION gibi inovatif grupların denediği birtakım anlayışlar, zaman içinde çok daha baskın hâle geldi ve lineer beste yapılarını kırmak isteyen pek çok grup çok daha köşeli, atonal, sevimsiz müziklerle death metal ve black metalin şekil değiştirmesini sağladı. Bu gruplar arasından DEATHSPELL OMEGA’nın, 2000 yılında ilk albümünü çıkarıp kendi karakterini en baskın şekilde yansıtmayı başaran ender gruplardan biri olduğunu, çok sayıda gruba ilham verdiğini, kendi klonlarını yaratacak düzeyde dominant bir yapı oluşturduğunu görüyoruz.
Almanya yine her türden değerli gruplar çıkarmayı başarsa da ülkenin en büyük metal grupları hâlâ seksenlerin başlarında kurulan HELLOWEEN, ACCEPT, KREATOR ve BLIND GUARDIAN gibi deneyimli, yıllanmış isimler. Buna rağmen ülke dünyanın bir numaralı tur pazarı olmayı sürdürüyor ve Avrupalı olan olmayan her grup Almanya’nın pek çok şehrini mutlaka turne programlarının baş köşesine koyuyor. Dahası, Avrupa’nın en büyük metal festivallerinden birkaç tanesi Almanya’da gerçekleştiriliyor, hepsi aylar öncesinden sold-out oluyor ve AMON AMARTH gibi nispeten sert grupların dahi ilk albümleri çıktıkları hafta ülkenin en çok satan birkaç albümü arasına girebiliyor.
Bundan 15-20 yıl öncesine kadar kısıtlı üretimi olan Rusya’nın, Sovyetlerin dağılmasının ardından kendini toparladığını ve doksanları neredeyse boş geçse de 2000’lerle birlikte ortamlara girmeye başladığını görüyoruz. ARKONA’nın zamanında açılış grubu olduğu Paganfest’in headliner’ı olması, eşofmanlı yarı sarhoş Rus genci açığı gözlenen brutal death metalin ülkede yükselmesi gibi faktörlerle Rusya da adından daha çok söz ettiren bir konuma geldi. Doksanlarda ejderha, şövalye peşinde koşan İtalya’nın, yine aynı dönemde sesi soluğu çıkmayan İspanya ve Portekiz’in 2000’lerle birlikte giderek sertleştiğini ve çok sağlam ekstrem gruplar çıkarmaya başladığını görüyoruz. Polonya’nın özellikle son 10 yılda muazzam bir ekstrem metal sahnesi oluşturduğuna, daha doksanların başından kendi black metal sahnesini yaratmayı başaran Yunanistan’ın da yine bu kulvarda koşmaya devam ettiğine tanık oluyoruz.
“Japonlar metal yapmasın tısısısı” geyiklerini yerle bir eden kalitede Japon gruplar ve türlerinde dünyanın en iyileri olmaya aday Avustralyalı, Yeni Zelandalı, İzlandalı pek çok grup da metal atlasındaki ada ülkelerinin itibarını yükselten çok değerli işler yapıyorlar. Her ne kadar Fransa bağlantıları olsa da sonuçta Tunus gibi metalin neredeyse söz konusu bile olmadığı bir ülkeden çıkan ve kendi kültürünü yansıtarak hatırı sayılır bir kitleye ulaşan MYRATH’ın çok hızlı ve başarılı yükselişine hayran kalırken, genel anlamda ise folk metalin belirgin bir duraklamasına tanık oluyoruz.
XIV. Yerli gruplara köstek
Ülkemize baktığımızda, kültürümüzde olmayan bu müziğin günümüzde bence tam da olması gerektiği gibi, underground ağırlıklı olarak yapıldığını görüyoruz. Çıkardığı en büyük ve ünlü grup PENTAGRAM olan Türkiye’nin bana kalırsa bundan sonra PENTAGRAM ayarında tanınan ikinci bir grup çıkarma ihtimali sıfıra yakın. Bunun sebebi metalin ve barındırdığı dinamiklerin zaman içinde değişmesi ve artık kitlelere ulaşıp binlerce insanı bir çatı altında toplayabilecek bir grubun gelip ortama el koymasının zor olması. PENTAGRAM’ın büyümesi ve ülkemizin en büyüğü olması “Anatolia” albümüyle olmuştu ve biz şu anda klasik anlamdaki heavy metalin yeni nesli etkilemesinin hiç de kolay olmadığını, hatta imkânsız olduğunu konuşuyoruz.
PENTAGRAM’ın yükselişinde, o zamana kadar benzer türde gruplarla demlenmekte olan Türkiye metal kitlesinin büyük rolü vardı. Şimdi ise algılar, anlayışlar, beğeniler değişti ve o şekilde mutabakat sağlanacak ve “ülkemizin metaldeki gururu” olarak görülecek bir grubun ortaya çıkmasının çok zor olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde gerçekleşen festivallere, konserlere ve bunlara katılma fırsatı verilen yerli gruplara bakın. Neredeyse hiçbiri clean vokal kullanmıyor, hepsi sert telden çalıyor ve dolayısıyla da kısıtlı bir kitleye ulaşıyor.
PENTAGRAM da dâhil hiç kimse bu işten aile geçindirecek kadar para kazanamadığından, ülkemizdeki metal ortamı da genelde kısa soluklu ve bir engelle karşılaştığında bocalamaya müsait yapıda devam ediyor. Emek, zaman ve bütçe gerektiren bu işten Facebook beğenisi ve YouTube izlenmesi dışında bir getiri elde edemeyen gruplar, en büyük heyecanı İstanbul, Ankara ve İzmir’de konser verebilmek ya da sevdikleri bir grubun altında çıkmak olan bu ortamda sürekli ceplerinden vererek ve hiçbir zaman almayarak anca bir yere kadar devam edebiliyorlar. Gereğinden fazla büyük bir hobi şeklinde ilerleyen bu yolculuk rasyonaliteden uzaklaştığında, fedakârlıklar keyifleri mantıksız düzeylerde aştığında ise feda edilen doğal olarak metal oluyor.
Bundan 6-7 yıl önce o zamanki grubum THROWN TO THE SUN ile ülkemizin başlıca şehirlerinde konserler verip güzel zamanlar geçirirken, Yeni Zelandalı müthiş grup ULCERATE’ten birlikte Avrupa turnesine çıkma teklifi almıştık. O sırada daha ilk albümümüzü çıkarmıştık, bir şirkete bağlı değildik. ULCERATE bir şekilde albümümüzü bulmuş, dinlemiş, beğenmiş ve bizi birlikte turneye çıkmaya layık görmüştü. Grubu çok seviyorduk ve 21 konserlik bu teklif normal şartlarda elbette ki çok çekiciydi. Lakin turneye katılabilmek için ortaya 7.500 Euro para koymamız ve bununla turnenin benzin masraflarını karşılamamız gerekiyordu. Onun dışında satacağımız tişörtlerden bir kesinti olmayacak, bazı ekipmanları ULCERATE’le ortak kullanmamıza izin verilecek, üç hafta grupla aynı otobüste seyahat edecektik. Bu teklif mail’ime geldiğinde yaşadığım his gerçekten çok ilginçti. Avrupalı bir grup olsak havalara uçmama neden olacak bu teklif, vizesiz komşuya bile gidemediğimiz bir ortamda, gruptaki diğer herkesin öğrenci olduğu bir durumda doğal olarak patlamaya mahkûmdu. En sevdiğim, büyük hayranı olduğum gruplardan biri durup dururken turne teklif ediyordu ve benim bu mail’i görür görmez ilk tepkim: “Oha Ulcerate turneye çıkalım diyor!! Ah beeee…” şeklinde bir üzülme, içinde kalma şeklinde oluyordu. 5 kişisinden 4’ü öğrenci olan bir grup elbette ki çıkarıp çat diye 7.500 Euro veremezdi, elbette ki 2 ay sonra başlaması planlanan bir turne için Schengen ve İngiltere vizesi alabileceğinden %100 emin olamazdı.
Her düşündüğümde “Ah ulan” dememe yol açan bu olayı da ülkemiz gruplarının karşılaşabileceği engellere, elde edebileceği fırsatları kullanamamasına örnek teşkil etmesi için buraya iliştirmek istedim.
Kısmen ilgisiz dinleyici, hiçbir gelir elde edememe, sürekli zaman ve para yatırımında bulunma ve vize olmadan komşu ülkede bile konser verilemediği için “Çok güzelsin İzmir!”, “Ankara harikasın!”la sınırlı kalmak gibi dev sorunlar bir araya gelince, ülkemizde metalin geleceği parlamaktansa giderek karanlıklaşıyor ve Kadıköy’ün desteklenmesi gereken underground çabalarına ve Ankara ile İzmir’deki idealist karanlık zihinlere kalıyor.
Biz de en öne gelen 15-20 insan dışında tüm alan boş olduğu için içinde hiç seyirci olmayan, sadece sahnedeki grup elemanlarının gözüktüğü yerli grup fotoğrafları çekmeye devam ediyoruz.
XV. Uyuyan dev
Bin yıllık kadim uykusundan öfkeyle uyanan ve “Kimdir uykumu bozmaya cüret eden bu densiz!? Höyyyyyyyyyy!!” minvalinde atarlandıktan sonra kısa sürede babacanlaşarak kendisini uyandıran kahramanla koyu bir sohbete dalan, yeri geldiğinde onu kollayan masalsı bilge devleri bilirsiniz… Metal bana işte bunu, uyumakta olan bir devi hatırlatıyor. Sanki 70’lerin başında bir bebek olarak doğmamış da insanoğlunun kendisini dürtmesini ve uyanmayı bekleyen bir güç gibi milyonlarca yıldır varlığını sürdürüyormuş, sabırla bekliyormuş gibi görüyorum müzik kisvesi altında hayatımızı şekillendiren bu ifade biçimini.
Bu sadece birkaç enstrümanın bir araya gelmesi, birilerinin oturup söz yazması ve sahneye çıkıp uyumlu şekilde çalması değil sanki… Sanki bu aykırı, bu karşı duran tavır insanın içinde hep vardı ve sanatın bu dalı aracılığıyla gün yüzüne çıkma fırsatı buldu. Zamanında yüzlerini düşmanlarının kanlarıyla boyayan, üstlerine hayvan postları geçiren ve tamtamlarla, ulumalarla, çığlıklarla karşısındakini korkutan kabile savaşçıları, gerekli ortam sağlandığında kendilerini corpse paint’le, Marshall’la, B.C. Rich’le, Jackson’la, dikenli bileklikle savaşını ortaya koyan black metal neferlerine dönüşürken buldular; korku manifestolarını karşılarındakine bu şekilde yaymaya başladılar. Metalin yansıttığı, söz ettiği, inandığı, tahrik olduğu, içinde yaşattığı pek çok şey insanlığın başından beri varlığını sürdürüyor ve biz de bununla beslenmeye, nefes almaya, buna inanmaya devam ediyoruz.
İşte bu yüzden çoğumuz metalin bir müzik türünden çok daha fazlası olduğunu düşünüyor, bunu bir duruş, bir ifade biçimi, bir ruh hâli, düşünce yapısı, karakter şekillendirici, özgürlük aracı olarak görüyoruz.
İşte bu yüzden pek çoğumuz ona doyamıyor, onsuz yapamıyor, ondan vazgeçemiyoruz.
XVI. Kapanış
Böylece yazının sonuna geliyoruz. Bu incelemeyi yazarken gerçekten büyük keyif aldım. Başlangıçta bu kadar uzun olmasını planlamıyordum. Yazmaya “metalin günümüzdeki durumu düşünüldüğünde gelecekte neler olabilir” gibisinden bir fikirle başladım, ancak her yeni paragraf başka konuları açtı, her yeni cümlemde bahsedilmesi gereken başka şeyler olduğunu fark ettim. Böylece yazı uzadı ve sanırım bugüne dek metal hakkında yazdığım en uzun yazı ortaya çıktı. Yazıyı 3-4 parçaya bölüp aralıklarla yayınlamayı da düşündüm, ancak bahsettiğim her şey birbirini takip ettiğinden ve okuyucu adına kopukluk olmasını istemediğimden tek seferde yayınlamaya karar verdim. Yazı epey uzun ve detaylı olduğundan, daha çok insanın fark etmesi adına iki gün boyunca manşette duracak.
Burada benzer düşünceleri, benzer zihniyetleri paylaşan insanlar olarak sizin de konu hakkındaki görüşlerinizi, tahminlerinizi, öngörülerinizi merak ediyorum.
Bir sonraki incelemede görüşmek üzere.
Sen tek parça koymuşsun ama bu emeği tek seferde hazmederek okumak zor. Birkaç seferde üstünden geçerek okumak şart.
Güzel yazı olmuş tebrikler dedikten sonra yazıdaki bilmediğim tonlarca grubu dinlemeye başladım bir yandan, ve yine elimde avucumda belli başlı gruplar ve albümleri kaldı. yani bence! metalin geleceği karanlık, çabalar ise yetersiz. ankara’ da yapılan şeyler yılda 3 5 kez, lafım yok büyük fedakarlıklar vardır ama 15-20 kişilik.
Dolu dolu bir yazı olmuş ellerine sağlık.
Büyük grupların yavaş yavaş sahneden çekilmeye başlaması acı verici bir gerçek. Bundan sonra ilerde stadyum konseri olayı olup olmayacağı olayı tokat gibi olmuş.
Son yıllarda sound olarak farklı bir şey ortaya çıkaran guplar Lamb of god, gojira, mgla ve batushka bana göre. Deathspell omega’yıda sayabiliriz. Şu an aklıma gelenler bunlar belki unuttuklarım olabilir. Bundan sonra neler olacak acaba büyük bir grup çıkacak mı bende merak içerisindeyim.
Metalcore ve deathcore djent metale biraz kitle kazandırdı fakat sadece bu tarzı dinleyen bir kitle oluştu. O kadar çok bu tarz grup var ki türün içinden geçip tükettiler. Brekdowndan usandım artık.
Ülkemizde metalin underground kalması benim hoşuma gidiyor. Özellikle Burial Invocation gibi bir değerin ülkemizden çıkması bei aşırı mutlu etti. Umarım hep böyle devam ederler. Yeni albüm yapmaları ve daha çok konser vermeleri gerektiğini düşünüyorum
Yazı güzel. Teşekkürler. Daha önce de benzer sıkıntıları çeşitli başlıklar altında benzer şekilde yazmıştım. Post modern dünyada internet her şeyin değersizleşmesine sebep oldu. Harika tespitlerin var. Herkesin her şeye çok çabuk ulaştığı yerde her şey değersizdir. Senin tespitlerinde de olduğu gibi bu saatten sonra büyük grup çıkması imkansız. Çünkü büyük gruplar kendi çıktıkları dönemin imkansızlıkları içinde o albümleri çıkarabildikleri için büyük oldular.
Bu duruma en basit ve güzel örnek bence sanayi devrimi örneği.
Önceden halı dediğimiz herkesin evinde olan eşya elle dokunurdu. İnternetten araştırabilirsiniz bu dokumanın nasıl olduğunu. İnsanlar ipleri tek tek başka iplerin arasından geçirerek koca halıyı ip ip tek tek dokurdu. Haliyle bir kişi bir halıyı aylarca dokurdu. Haliyle halı inanılmaz pahalı bir şeydi. Çok fazla emek harcanan çok pahalı herkeste bulunmayan anca çok zengin lordların kralların padişahların vs sahip olduğu bir şeydi. Hatta bu yüzden çoğunlukla yerde değil de duvarda dururdu.
Sanayi devrimi geldi. Makineler bir insanın aylarca uğraşıp yaptığı halıyı saatler içinde yapar oldu. Bir günde bir makine onlarca halı yapar hale geldi. Haliyle halı artık değersizleşti. Çünkü kolay ulaşılabilir ve çok olan bir şey oldu çıktı. Duvarlardan yerlere inmeye başladı.
Kritik soru şu ki bu kadar çok makine halısının olduğu ortamda elle dokunmuş halıyı ayırt edip ona daha fazla değer verip duvara asmak için uğraşır mısın?
Cevap tabi ki hayır olacak.
Kim, niçin uğraşsın ki?
İnternetin müziğe etkisi de sanayi devriminin halıya etkisinden farksız.
Motörhead Ace of Spades albümü bir efsane. Neden? Harika prodüksiyonu için mi mükemmel riffleri için mi çok farklı olduğu için mi? E) Hiçbiri. O dönemde o şartlarda o dönem çıkabildiği için aslında.
Şöyle düşünün. Motörhead Ace of Spades albümünü 2019 yılında bugün aynı şarkılarla piyasaya sürmüş olsaydı maksimum 2 ay dinlenip unutulup gidecekti. Zira aynı Motörhead aftershock ve Bad magic albümlerini çıkardığında ne kadar süre dinlendi ve ne kadar efsane oldu?
Lemmy aynı Lemmy, grup aynı grup, besteci Lemmy hala aynı zihniyette Lemmy, şarkılar üç aşağı beş yukarı aynı zihniyette yapılmış. Sonuç devasa farklılıklar.
Niye? Çünkü Ace of Spades el dokuması halı gibiydi. Herkesin kolay ulaşamadığı, kısıtlı imkanların çok olduğu ortamda çıkmıştı. Haliyle el dokuması halı muamelesi görüyordu.
Bugün internet devrimi gerçekleşti. Artık herkes ev stüdyosunda Ace of Spades dönemindeki profesyonel studio kalitesine yakın kalitedeki işleri kendi evinde biraz uğraşarak, internetten tüyolar vs alıp neyi nasıl kaydedeceğini ayrıntılı olarak gösteren videoları youtubetan izleyerek yapabilecek durumda.
Ace of Spades kalitesinde prodüksiyon kendi evinde kendin tarafından yapılabilir ama Ace of Spades etkisi yakalanamaz.
Neden? Çünkü o kaliteyi artık herkes yakalıyor da ondan.
İkinci bir etki de malzemeye sahip olmanın getirdiği statü etkisinin erimesinde oldu.
Eskiden el dokuması halıya sahipsen ulaşılması zor bir şeye ulaşabildiğin için değerliydin. Sahip olduğun halı sana değer katıyordu. Halı sahibiyse zengindir, güçlüdür vs. Sanayi devrimi sonrası herhangi biri size “vaay evinde halı var demek ki zengin.” der mi? Tabiki hayır.
Ace of Spades albümünü yapmış adam yarı tanrı muamelesi görüyordu. Çünkü onu yapabilmiş o şartlarda. Bugün evde biraz uğraşarak yapabildiğin bir şey için niye adama yarı tanrı muamelesi yapıp vaaay albümü var layn diyesin ki?
Haliyle büyük grup olamazsın. Çünkü artık sınırlı sayıdaki kişilerin ayrıcalığı değil grup olabilmek. Ayrıcalık yoksa büyük değerlilik de yoktur. Baba grup olmak için ayrıcalık sahibi olman gerekir. Kimse hiçbir ayrıcalığa sahip olmuyorsa neden baba grup olsun ki? Sonuçta o da herhangi biri konumunda artık.
Ayrıcalığın erimesinde başka etken iletişim kolaylığı. Eskiden Lemmy’ye ulaşmanın mümkünatı yoktu. Nereden nasıl yazacaksın? Kendini duyuracaksın. Ulaşılamayan da haliyle değerli olurdu. Adamı sadece sahnede görebiliyordun. Şu an ise twitter vb. Ortamlardan Lemmy naber, hacı abi işler nasıl gidiyor vs yazıp da ulaşabilecek olsan adamın ne ayrıcalığı kaldı? Kolay ulaşabildiğin değer kaybeder. Halı örneği hala devam ediyor :)
Bu işin müzik yapım süreci de halı yapım sürecinden farklı değil. Binlerce halı yaptığın ortamda bazı halılar nasıl olacak da daha pahalı yani daha değerli olacak?
Halının çok enteresan desenli olması lazım. Ne bilim işleme tekniği farklı olması lazım. Ünlü markanın halısı olması lazım vs.
Dön metale geri. Albüm kapağı çok enteresan olması lazım. Prodüksiyon çok süper olması lazım. Grup üyelerinin imajı aykırı olacak. Farklı olacak. İnanılmaz corpsepaintler, tüm vücutta dövmeler vs vs.
Ee ama onlar da standart hale gelirse ne olacak? İşte zurnanın zaaaaaaaart dediği yer orası. Yazında yazdığın melezleşme ve artık esnaflık vb dırumlarının çıkması ve bunun getirdiği daha da değersizleşme.
Death metal, Black metal vb türlerde brutal, scream Vokali ilk duyduğun zamanları düşün. İnanılmazdı. Ohaaaaaaa diyordun. Artık ortalık malı oldu. Biz eskiden death metal ile Black metali vokalinden ayırt ederdik. Yaşı yetenler bilir. Brutal vokal varsa death metaldi. Scream vokal varsa black metaldi. Artık punk gruplarında bile brutal, scream vs var. Olağan bir şey oldu çıktı. O kadar ki artık prodüksiyon teknolojisi vokal olayını bitirdi. Eskiler bilir Cannibal corpse, cenotaph vs albümlerinde bu albümde vokal efekti kullanılmamıştır vs yazardı guttural vokalin insan yapımı olduğunu belirtmek için. Bildiğin no vocal effect used in this albüm yazardı.
Şimdi youtubea girin de bakın vokal kaydında neler neler yapılıyor da çıkan ses nereden ne hale geliyor. Adamın röööh dediğiyle öyle bir oynuyorlar ki adam oluyor sana Glen Benton. Bu ortamda kimin iyi vokal olduğunu nasıl anlayacaksın? İyi vokal prodüksiyonu sağlam vokal oldu çıktı.
Eskiden albüm grubu konser grubu ayrımı vardı. Albümde yaptığını konserde yapabiliyor mu bakıp AA vokal sıçtı vs derdin. Şimdi adamların ses ekibi öyle ekipmanlarla geliyor ki Vokali öyle ayarlıyor ki vokal albümdeymiş gibi oluyor konserde bile. Adamın über hiper sıçması lazım ki ne olduğu anlaşılsın.
Artık prodüksiyon yüzünden brutal ve scream vokal standartlaştı. Farklı kişilerin yaptığı aynı ses haline geldi. Herhangi birinin kişiselliğini yansıtacağı farkını koyacağı ortam yok. Haliyle yazarın yazıda bahsettiği vokalin melezleşmesi durumu ortaya çıktı. Bu da ayrı bir değersizleşmeyi getirdi. Eskiden Chris Barnes ne hayvan vokal, Frank mullen ne biçim vokal vs derken artık herkes standart. Unique leader grubu, sumerian grubu muhabbetinin olduğu bölüm tam burası işte.
Tüm bu farklı imaj vs çizme olayı komik bir şekilde yukarıda örneklendirdiğimiz gibi herkesi aynılaştırdı.
Bu aynılık sonucu gruplar kendini albüm kapaklarına ve bu kapakların basıldığı tshirt satışına verdi.
Düşünün artık albüm kapağı güzel görünen gruba önyargı olarak albüm de güzeldir diyoruz. Yazarın dediği ilk 15 saniye önemli muhabbeti bile bence iyi niyetli. Artık bırak şarkıyı dinlemeyi şarkıya bakmadan albüm kapağına bakıp oradan çıkarım yapar hale geldi insanlar. Haliyle sağlam kapak, sağlam tshirt ya da aykırı kapak aykırı t shirt ve çok satış beklentisi. Ee bunları satmak için extra adam tutup para mı harcayacak? Geldik esnaf müzisyenlere. Sahnede röööööööah diyen adam aşağıda gel abi 3 tanesi 5 lira diyen pazarcı konumuna geldi mi? Sahnede gördüğün adamı pazarda gördüğün domatesçi konumunda görürsen ayrıcalık kalır mı? Daha da değersizleşme gerçekleşti haliyle.
Lemmyi sahneden inip de gel abi 3 shirt 5 lira derken görseydin o Lemmy gözünde Lemmy olarak kalırmıydı?
Farklılığı getirmenin başka yolu da daha sert anlayışı. İmaj sertliğinden müzik sertliğine geçişte sınırlar saçmalaştı. Djent vb bana göre saçmalık olan şeylerin çıkma sebebi de tam olarak bu. Eskiden death metal grupları standart e tuningte çalarken yavaş yavaş daha kalın deyip D, C, B, A diye devam etti. Bu noktada işte başka bir kapitalist pazarlama devreye girdi. Daha kalın daha kalın daha sert. Brutal death, Slam vs. Daha kalın ton, daha guttural vokal vs vs. Ama iş saçma hale geldi. Müzikal sertlik ton sertliğine indirgendi. Ama insan sınırları aşıldı. İnsan kulağının duyabildiği en bas ton frekansı 30 khz falan. Bu da 5 telli bass gitardaki B teline denk geliyor. Daha sonrasını aslında algılayamıyoruz. İnsan kulağının sınırı dışında bu sesler. Bırakın algılamayı çoğu insan 30 khz yi net algılayamıyor. Peki ne oldu? 7 telli gitarlar, 8-9-10 telli gitarlar. Sertlik uğruna gitarlar bass gitar sınırlarına girdi. Basslar da kalem gibi kalın tellerle octave düşürüp low f, low g, low e vs tuninge geldi. B teli duyma sınırıyken B telinden 5-6 ton aşağılara çekip aslında duyamadığın bassın resmen ama resmen algılanamayan sınırların dışına çıkmış görüntüden ibaret bir enstrüman haline getirildiği ve daha çok gitar satmak için bunun pompalandığı saçma sapan müziksiz sadece ton sertliğine ve osuruk sesli bassların revaçta olduğu saçma sapan bir duruma geldik. Farklılaşma, sertleşme çabası müziksizleşme noktasına geldi.
Değersiz daha daha değersizleşip müzik daha daha müziksizleşti.
Peki yok mu bu duruma karşı gruplar? Deicide yegane örneğim. Kurulduğu gün de e# tuningteydi. Hala öyle. Şarkılarında D tuningten öteye hiç geçmediler ve sertliğin tonla değil müzikle olacağını gösteren ve hala ısrarla bunu sürdüren yegane grup. Saygıyla eğilmek lazım önlerinde.
Kankaları Cannibal corpse g tuninglere falan gitti. Deicide hala D tuning ötesine geçmedi.
Bu kadar uzun yazıdan sonra tüm bu değersizleşmenin sonunda çıkış ne?
Bence herhangi bir çıkış yok. Şu ortamda en güzel duruşu sergileyenler bence underground Black metalciler. Tüm bu süreçlere hiç aldırmadan kendin ol deyip kendi ufak çevrelerinde kendi imkanlarıyla kendi prodüksiyonlarını yapıp temiz prodüksiyon vs dayatmasını sallamadan punk anlayışıyla iy anlayışında kendin yap deyip yollarına bakıyorlar. Çok daha samimiler. Modaya ona buna bakmıyorlar. Yazarın dediği gibi sadece kendilerini ifade ediyorlar. Metal müziğin gerçek özünü yaşatıyorlar.
Kaldı ki müzik endüstrisi de yavaş yavaş tek kişilik Black metal grubu mentalitesine doğru yol açıyor ya da sebep oluyor.
İleride olacak olan da labellerin yavaş yavaş silinip ev ortamında yapılmış işlerin internetle yayılıp bandcamp vb ortamlardan yayılması. Aradaki labelleri vb aracıları çıkarıp müzisyen ve dinleyicinin aracısız birbirine ulaşması.
Peki bu dinleyici açlığını giderir mi?
İşte o da artık burada değinmeyeceğim insan doğasıyla ilgili bambaşka bir felsefi tartışma.
Yazı çok uzun oldu farkındayım. Okuyanlara teşekkürler. Umarım farklı bir bakış açısı sunabilmişimdir.
01.09.2019
@Gutturalos, Bu güzel ve gerekli yazıya Çok değerli eklemelerde bulunmuşsun. Kendi adıma teşekkür ederim. Sertlik tonda değil, müzikte ve samimi duruşta, kendini ifadede. Dinleyici açısındansa müziği tüketmek yerine yaşamakta, hissetmekte.
03.09.2019
@Gutturalos, Yorumun Ace of Spades’li kısmına katılamıyorum ya. Şu anda içinde; Ace of Spades, Love Me Like A Raptile, The Chase Is Better Than The Catch, (We Are) The Roadcrew, Shoot You In The Back gibi hit parçaları olan, o kalitede albüm var mı ki? Ben Ace of Spades’i ilk dinlediğimde Motörhead, Motörizer’ı çıkarmıştı. 19 albüm içinde yine de en çok Ace of Spades’i sevdim. Hala da en sevdiğim müzik albümüdür. Halbuki bana yeni bir şey vadetmiyordu.
O yüzden bir albümün klasik olmasını o dönem için yeni, ulaşılmaz olmasına, prodüksiyona bağlamamak lazım bence sadece. O albümler günümüzde herkesin besteleyemeyeceği, gerçekten çok sağlam parçalara sahipler. 40 yıl sonra ilk defa dinleyen de 40 yıl önce dinleyen kadar sevecek. (süper zevksiz bir insan değilse tabi hahah)
Açıkçası bugüne kadar metal müzik ile ilgili Türkçe yazılmış en derin yazılardan biri. Aslında olası bir kitabın alt yapısı. Kitap olayını düşünmelisiniz😎😬🤘
Elinize sağlık, her zamanki gibi çok güzel bir yazı. Bu müziğin geleceği adına yapılabilecek en güzel şey bence shock value’yi kaliteli müzisyenlikle birleştirmek. Zamanında Slayer’ın, Cannibal Corpse’un, Napalm Death’in yaptığı gibi; daha yakın zamanda Deathspell Omega’nın, Mgla’nın, Batushka’nın yaptığı gibi. İnsanları şok etmek gittikçe zorlaşıyor ve DSO, Mgla gibi gruplara baktığımızda şok ediciliğin “vay amk ne kadar sertler” türü bir durumdan ziyade entellektüel bir çaba olduğunu görüyorum ben. Gelecek adına bunu sağlamak daha da zor olacak tabii, porngrind gruplarının bile banal geldiği bir devirdeyiz. İleride kim kalacak zaman gösterecek.
Öncelikle ellerine sağlık Ahmet,ne kadar uzun olsa da bir solukta okunan bir yazı olmuş.Yazıyı okurken katıldığım,evet yaa demekten kendimi alıkoyamadığım bir sürü cümle oldu.
Bu ve benzeri yazılar belki de yabancı dillerde defalarca yazılmıştır,bunu kendi dilimizde bu kadar güzel,akıcı ve keyifli yazabilen bir insanın olduğunu bilmek de çok güzel.Gerçekten kendi adıma teşekkür ederim.
Daha da alt paragrafları ile bir belgesel veya minik bir kitaba dönüşmesi harika olabilir.Özellikle bu türün dinleyicisinin detaylı olarak analizleri de gayet keyifle okunan bir yazı dizisi olabilir.Çünkü yazıyı okurken en çok da bizlerin verdiği abuk tepkilere dikkatim kaydı
Güzel bir yazı olmuş. kendi müzik yolcuğumu da bir film şeridi gibi gözümün önünden geçirerek tek solukta okudum. Eğer daha sonra yazıyı editlemek isterseniz belki bu kadar detaylı bir yazıda 80′lerin glam rock akımından da bahsetmek tüm hikayeyi anlatma adına faydalı olabilir.
tebrik ederim.
Ahmet abi öncelikle ellerine, emeğine, tecrübelerine ve gönlüne sağlık. Uyandım ve yüzümü yıkayıp kendime geldikten sonra direk ilk oturuşta bitirdim yazını.
Gerçekten de tekrar tekrar okunması gereken, altı oldukça dolu bir yazı olmuş. Benim için ziyadesiyle bilgilendirici ve ders çıkarıcıydı.
Muazzam yazı.
Büyük gruplar çıkmıyor artık, stadyumda konserleri bitti yeni bir iron maiden metallica vs. gelmeyecek muhabbeti beni çok kaygılandırmıyor. Metali büyük prodüksiyonlar, parıltılı konserlerle değil evde, sokakta walkmende dinlediğimiz kasetlerle sevdik neticede. O büyük gruplar da belki bir iki istisna hariç zaten artık kabak tadı verdi. İnternetin yaygınlaşmasından önce de metal dinleyen biri olarak ben internet sonrası metali daha çok sevdim şahsen. Çok fazla üretim olması, dinlenemeyen şeyler için her ne kadar pişmanlıkla karışık bir suçluluk hissiyatı yaratsa da illa ki öyle olması da gerekmiyor aslında. Sanatın her dalında olduğu gibi eninde sonunda iyiler eleğin üstünde kalırken kötüler elenecektir. Ne çok üretimde güme gidenler, ne de stadyum gruplarının yolun sonuna gelmesi ve arkasından veliaht bırakmaması hiç problem değil bana göre. Herkes de büyük sanatçı olacak, herkes dinlenecek diye bir kaide yok. Teveccüh meselesi tamamen. Metalin artık eskiye göre bile underground kalması bence daha çoook uzun süreler ortada olacağının teminatı zaten. Metal radikal islam gibidir, dünya döndükçe birileri mutlaka peşinde olacaktır.
Ben bir de sitede albümlere verilen puanların biraz fazla olduğunu düşünüyorum. Yani 10 üzerinden 8 alan bir albümün cidden bence bu üretim hızında kendini en az 1 ay aralıksız dinletmesi lazım bana göre. Çok çok çok azı benim açımdan bu beklentiyi karşılıyor. Bence bugün bir grubu diğerinden ayıran şey enstrümanı ne kadar iyi ya da hızlı çaldığı değil, yazdığı partisyonların ne kadar orijinal olduğu tamamen. Teknikaliteden etkilenecek noktayı geçtik. Dolayısıyla müzisyenliğin hakkını teslim etme kaygılı albüm kritikleri de kendime adıma bana bir gazla albümü açtırıp sıklıkla hayal kırıklığı yaşatıyor. Üretim çok ama tazelik ve şok hissi niceliğe oranla çok az ama sürümden kazanmadığımızı da söyleyemem. O sayede hala dinlemeye değer yeni şeyler bulabiliyoruz zaten.
Bize boyle icerikler ile gelin black metalden kusucam artik
30.08.2019
@Can, haha tamamdır.
Muhteşem bir yazı Ahmet abi’nin kitap çıkarma vakti geldi de geçiyor
30.08.2019
@Dunedain, sağ ol, ileride o da olur belki.
IV. Başlık ile sunulan konu can alıcı. Üstünde düşünerek bir dinleme politikası oluşturmak gerekiyor.
Bu yazı o kadar önemli ki okurken yazarla hayali de olsa bak şu da şöyle, bu da böyle diye sohbet ettim.
30.08.2019
@Kaan, en kısa zamanda yüz yüze de sohbet ederiz o zaman.
30.08.2019
@Ahmet Saraçoğlu, Harika olur :) Yazı adeta 600 sayfalık bir kitabın ön sözü gibi. İnsan okurken heyecanını yatıştıramıyor ve ekleyecek bir sürü şey buluyor.
31.08.2019
@Ahmet Saraçoğlu, Uygunsa bu sohbette ben de bulunmak isterim :)
31.08.2019
@tahsin, Kaan’la Antalya’da bir nevi kapı komşusuyuz ve sık sık görüşüyoruz, o yüzden öyle dedim. Sen de Antalya’da yaşıyorsan neden olmasın.
31.08.2019
@Ahmet Saraçoğlu, mersinle de komşu sayılırsın :) dicem anamur yolu geliyor aklıma
31.08.2019
@m/, site yazarlarından Ouz Mersin’de yaşıyor. Bir kere Antalya’dan Mersin’e geldik sahil yolundan, 8 saat sürüyor. :) Türkiye’de merkezleri birbirine en uzak komşu iller. Daha da geliriz ileride.
Sen Mersin’deysen belki Ouz’la görüşebilirsiniz.
01.09.2019
@Ahmet Saraçoğlu, Seytan diyor @ouz’la tanismak icin Mersin’e git.
01.09.2019
@tahsin, Şeytanın dediklerine pek kulak asmam ama bu defa iyi bir şey demiş; her zaman beklerim. :)
01.09.2019
@Ahmet Saraçoğlu, aynen öyle bir de yol inanılmaz dolambaçlı ve virajlı. Gerçi son senelerde düzeldi biraz diyorlar ama görmedim. Instagram kullansaydım mersine geldiğini görür, bir fotoğraf çekilirdim ama sağlık olsun.
@Ouz ile görüşmeyi çok isterim. @tahsin ortalığı tinder’a çevirdik ama ankaradaysan da seninle görüşürüz :)
01.09.2019
@\m/, Bu sene Ankaraya tasiniyorum tanismak isterim kesinlikle :D
02.09.2019
@tahsin, üniversite içinse süper hatta odtüyse daha da süper
02.09.2019
@\m/, Universite icin ama tobb etu gerci yine yakiniz baya 2 durak
01.09.2019
@\m/, ben İstanbul’dayım güya ama İstanbul’a gitmem üç buçuk saat sürüyor. Arkadaşlarım arayıp İstanbul’a geldik buluşalım diyorlar. Nasıl geleyim yahu Ankara’ya gelmiş olsalar daha çabuk giderim ama işte anlatamıyorum, küsüyorlar hahah. En extreme’i benimki herhalde.
Not: Şile-Ağvaspor
01.09.2019
@\m/, Teşekkür ederim, uygun olduğun zaman görüşürüz tabii. ;)
2002′de The Headbangers dergisi için buradakilere çok benzer argümanlara sahip bir yazı yazmıştım. Heavy metal’de artık büyük grup çıkmamasını türün gelişim sıkıntısı yaşaması olarak yorumlayıp karanlık bir gelecek tablosu çizmiştim. Ancak sonradan “ekstrem” türlerle ilgili değerlendirmelerim değişince bu bakış açısı bana son derece yanlış gözükmeye başladı. Bence heavy metal günümüzde ’80′lerdeki haliyle kıyaslanmayacak kadar iyi durumda ve evrimini çok sağlıklı temellere oturtmuş bulunuyor. Gerekirse tartışırız.
30.08.2019
@Emre, iyi günler. heavy metal’in ”günümüzde 80′lerde ki haliyle kıyaslanmayacak kadar iyi durumda” olmasını ve ”evrimini çok sağlıklı temellere oturtmuş” olmasını biraz açıklar mısın?
Gerçekten çok güzel yazı olmuş.
“Dolayısıyla biz de bunca grup, albüm ve şarkı içerisinde doyma hissimiz olmadan, hiçbir şeyin hakkını veremeden, hiçbir şeye yeterince konsantre olamadan savrulup duruyoruz.” çok doğru bir tespit. Metal müziğe ilk gerçek adımımı Pantera ile attığım zamanlarda fazla grup ve alt tür bilmediğim için senelerce sadece Pantera bana yetmişti. Sonrasında daha fazla şey keşfettikçe inanılmaz müzikler bile daha hızlı tükenir oldu. Bir aralar beğendiğim bir grup keşfettiğimde daha onun tüm şarkılarını bitirmeden ona benzer grupları aramaya başlıyordum. Hiçbir şeyin içine tam giremeden hepsi birden tükeniveriyordu. Şimdi bunu azaltmaya çalışıyorum. Geçenlerde düşündüm ben en çok neleri seviyorum, ne tarz albümleri dinleyince heyecanlanıyorum diye. Ona göre çalma listemi baya azalttım. Şimdi dinlediğim şeylerden daha çok zevk alıyorum. Hayat kısa. Herşeyi dinlemek mümkün değil. Ozaman herşeye değil de sevdiğim şeylere odaklanmak daha mantıklı sanki.
31.08.2019
@SA, Ben de benzer şekilde düşünüyorum. Yaklaşık 15 yıldır tüm türlere açık bir şekilde metal dinlemekteyim ve artık metal konusunda kişisel zevkim çok büyük oranda şekillenmiş durumda diyebilirim. Yıllar içinde zevkim yine değişimlere uğrayacaktır ama son 15 yılda olduğu kadar dramatik dalgalanmalar olacağını sanmıyorum. Bu yüzden sevdiğim türlere göre bir dinleme stratejisi geliştirdim kendimce. Açmam gerekirse;
Ağırlıklı olarak rateyourmusic.com, metal-archives.com, metalstorm.net ve zaman zaman da last.fm, setlist.fm, spotify.com gibi sitelerden faydalanarak, 1970 yılından itibaren yıl yıl günümüze doğru playlist’ler oluşturmaya başladım. Her yılı zevkime yakın türlere, gruplara ve albümlere öncelik vererek ve sindire sindire tarıyorum, ve örneğin 1994 yılını taramayı bitirdiğimde elimde 1994′e ait muhteşem bir “özet” kalmış oluyor. Aslında ciddi emek ve sabır isteyen bir şey (1990′lara doğru bir yılı tamamlamak bir haftamı almaya başladı), ama 2019′u bitirdiğimde tüm yılları birleştirdiğim zaman elimde devasa bir külliyat olacak ve bunun inanılmaz tatmin edici olacağını tahmin ediyorum. Spotify’da Fenriz’in yaptığı şeyin daha sistematik olanı de diyebiliriz belki. Zamanı gelince burada paylaşırım kendi listemi muhtemelen. :)
Stadyum dolduran gruplar aslında bir dönemin durumuydu. Gerçek metal yapan gruplar ufak barlarda veya festivallerde yer almayı tercih ediyorlar gibi bir durum da var. Bu konuya katkısı olur belki yorumlar gelir buna.
30.08.2019
@deadpig, gerçek metal yapan gruptan kastın ne? stadyum dolduran gruplar hemen hemen belli başlı, aynı gruplar zaten. Iron Maiden, Metallica vs. şimdi bu adamlar ”gerçek metal” yapmıyor mu?
onun dışında bu gerçek metal yapan gruplardan kastın sanırım thrash, death, black, doom vb. türde müzik yapan gruplar. dostum, bu adamlar ”tercihen” barlarda veya festivallerde çalmıyorlar. bir tek oraya çıkabildikleri için orada çalıyorlar, çünkü yaptıkları müzik belli hayran kitleleri belli. fırsatları olsa neden stadyumda çalmasın ki bu adamlar? hiçbir zararı olmaz aksine, çok ama çok iyi olur bu insanlar için.
uzun lafın kısası;
sırf popülerler ve hayran kitleleri çok geniş, mainstream oldukları için bir grup ”gerçek metal” yapmıyor değil.
stadyumda çalmak bir tercih meselesi değildir. kim olursan ol, ne tarz müzikle uğraşırsan uğraş, eğer stadyumda çalma fırsatın varsa (neredeyse) hiç kimse bunu reddetmez. edebilmen için bir burzum, darkthrone falan olman lazım. xd
VI. “Müzik de yapan bir tişört dükkânı” kadar okudum daha da okuyacağım. Çok güzel noktaya parmak basmışsın be, müzik tutkusu bitti, kullan at devri başkadı. İki küçük eleştirim var buraya kadar birinici: Metal sevişirken dinlenecek bir müzik değil, kimse Tom Auçviz diye bağırırken sevişemez, denedim olmadı değil gerçekten olmaz. Mümkün değil. İkincisi doksanlarda albüm çıkarıp yok olan sonra geri dönen grupların büyük kısmı para için döndü yani, eleştiri değil herkes kazansın taibi.
Yorumlarınız için teşekkürler arkadaşlar. Müsait olduğumda cevap vereceğim.
Hayatımızın özeti olmuş. Tüm yaşamış olduğum hayatım ve duygularım gözlerimin önünden geçti. Kutlarım.
Elinize emeğinize sağlık yalnız yazınızda senfonik metale hiç yer vermemişsiniz
29.08.2019
@Mine, teşekkürler. Tüm türlerden tek tek bahsetmeye çalışmadım aslında. Başlıca türleri ele aldım. Yoksa bir dolu tür var yazıda hiç geçmeyen.
Nefis bir yazı, elinize emeğinize sağlık!
Heavy MeTal denince münzevi rocker’lık akla gelir. Ticari olmayan rock bir pilgrim’lik öyküsüdür, büyük bir maceradır… https://urbansexton.wordpress.com/2017/04/04/metal-munzeviler-urban-sexton/
Müthiş tespitler olmuş. Maruz kaldığımız görsel, işitsel bombarduman içinde sapla samanı iyi ayırmak gerekli, Doğru işlere de sonuna kadar sahip çıkılmalı diye düşünüyorum. 95′yılından beri bilumum fanzin,dergi vs. takip ettim. PA, belki de bir nevi son kale ya da en doğru toplama alanı halini almaya başladı. dopdolu bir yazı, tebrik ederim..
Dostum uğraşmış yazmışsın ama sadece sevdiğin ve dinlediğin grupları yazmışsın, nerede İsveç metali.. Amorphis, sentenced… Rammstein, slipknot, stone sour.. Yazı çok duygusal ama metalik kısmı çok dar bro
30.08.2019
@Utku, yazıyı o gözle okuduysan kötü olmuş; genelden, akışa tesir eden ve örneklemeye değen başlıca gruplardan bahsettim. Finlandiya sahnesinin metal evrimine fazlaca bir dokunuşu olmadığından (türlerin temeli açısından) o taraftan söz etmedim ama bakarsan zaten bahsetmediğim binlerce grup var. Yazıda bahsettiğim grupların neredeyse yarısını dinlemiyorum, kimisini de sevmiyorum.
Sen yazıda sevdiğin gruplardan bahsedilsin istemişsin sanırım ama bu “Metale Dair Her Şey” yazısı değil, kusura bakma.
At avrat PA…
“Yazıda şu gruplardan, şu türlerden bahsedilmemiş” diyen arkadaşlar bence biraz yanlış gelmiş. Görebildiğim kadarıyla kimseye bir şey vadederek yazılan bir yazı değil bu, zaten okuyunca da nelerden bahsetmek istediği anlaşılıyor. Sevdiğiniz grupların övüldüğü tonlarca yazı mevcut zaten internette, açılıp onlar okunabilir.
30.08.2019
@Kıyamet metali, açıklayıcı yorumun için sağ ol. Yazının amacı genel bir çerçeve çizmekti aslında. Şu hâliyle bile 8.000 kelime, 15 A4 civarı bir şey oldu ve bu pek çok şeyi kısacık tutmuş hâlim aslında. Normal şartlarda bunu 10-15 katına çıkarıp kitap kadar bir şeye de dönüştürebilirim ama şu an için gerçekten de “insan okuyacak bunu” düşüncesiyle büyük oranda özet tuttum.
Yukarıda kimi arkadaşlar “şu niye yok?” demiş ama yazıda her şeyden genel olarak bahsediliyor. Bırakın Stone Sour’u, senfonik metali; Testament’ın, Obituary’nin, Darkthrone’un, pek çok grubun adı geçmiyor.
İleride umarım zamanım olur da onların da geçtiği çok daha kapsamlısını yazarım.
Black Paradise niye yok? Eheheheh :)
Metalin seyrini anlatışın, verdiğin örnekler, her şey gerçekten harikaydı. Bütün yazıyı tek seferde okuyamadım, toplam üç oturumda okudum ama mutlaka üstünden tekrar tekrar geçeceğim. Bu güzel ve emek dolu içeriği, zamana ve nankör hafızama kurban vermeye hiç niyetim yok.
Yalnız yazıyı okurken büyük grupların ardından başka “büyük”lerin gelmediğini anlattığın kısım, beni epey üzdü. Metalin “baba” olarak adlandırılan gruplarının pek çoğuyla maalesef ve ne yazık ki çok fazla bağım yok ve bu bağın olmamasına karşın grupların sahnelerden birer birer silinişi beni hep üzüyor. Aramın çokça iyi olduğu “baba” grupların yok oluşuna tanıklık etmek beni daha da üzecek. Zaten benim gibi birçok kişiyi hayata bağlayan birkaç şeyden biri olan müzik ve bu müziği üreten insanlar geometrik şekilde artsa da bağ kurabildiğim grupların sayısı çok az. Onlar da sonsuza karışınca hayat daha da tatsızlaşacak, benim ve benim gibi düşünenler için.
Diğer yorumcu arkadaşlara kitap konusunda katılıyorum bu arada. Zihnine ve ellerine sağlık.
02.09.2019
@Ouz, Selam Oğuz kardeşim. O kadar önemli şeyler yazmışsın ki katkı yapmadan edemedim…Birkaç yıl önce bir “Anvil” röportajı okumuştum. Şu anda 63 yaşında olan vokal “Lips” şunları söylüyordu: Hala Deep Purple var kardeşim! ve albüm çıkartıyor! yakında ilham aldığımız efsanelerin hepsi yok olacak. Ben yeni grupların hiçbirisini takip etmiyorum. Eski sevdiğim gruplara onları kaybetmeden önce yumuluyorum!!
Bunlar çok önemli Oğuz kardeşim. Naçizane sana ve kendime tavsiyem şu. Mesela bir an önce Black Sabbath, King Crimson, Thin Lizzy, Kansas,Kiss, Journey, Judas Priest, Wasp, Accept, vesaire ve kendine gerekli gördüğün diğer önemli grupların diskografilerini baştan sona devir. İnan böylesi çok daha güzel. Sevgiler kardeşim.
02.09.2019
@Kaan, Abi selam, benim yazdıklarımdan daha önemli şeyler aktardığın çok açık, sağ olasın. Sıraladıkların arasında en çok bildiğim Sabbath ve onun da iki üç albümünü ezbere bilirim, fazlası yok maalesef.
Sanırım önemli bir döneme tanıklık ettik ve perde kapanırken bir kısmımız yaşlı gözlerle olan biteni izleyecek. Perde kapanmadan önce sahnenin sonuna yetişmekte, sahnedekileri henüz hayattayken takdir etme imkanına kavuşmakta yarar var dediğin gibi. Sevgi ve saygılar benden sana Kaan Abi, tekrar sağ olasın.
03.09.2019
@Kaan, abi daha önce müzik zevkimizin benzediğini konuşmuştuk. Bu grupların bendeki yeri çok ayrı. Bir şey ne kadar eskiyse o kadar iyi, yeniyse kötüdür anlayışına sahip olacağım neredeyse. İstisnalar çok tabi ama böyle bir genellemem oluyor ister istemez. Çünkü ben rock ve metal dinlemeye başladığımda o dönem en fazla on yıldır piyasada olan, yeni sayılabilecek grupları dinliyordum (Korn, Linkin Park, Disturbed). Daha sonra diğer türleri keşfetmeye başladığımda death metal, black metal ve o zaman çok yeni bir tür olan metalcore gibi müziklere yönelmiş, durmaksızın onları dinlemiştim.
Yani bu müziği keşfettiğim ilk senelerde dinlediğim gruplar en fazla doksanlar başına kadar gidenlerdi. seksenlerde çıkan müzikleri “dinlenmez” olarak görüyordum. Hiç bakmıyordum bile. Judas Priest’in, Iron Maiden’ın isimlerini duyuyor, tek parçalarıyla ilgilenmiyor, onlara kulak vermiyordum. Müthiş ön yargım vardı. Hele yetmişler, Black Sabbath falan… Distortion tonlarını duyduğumda “Bu ne be! Mağara döneminden kalma mı bu müzik?” tepkisi vermiştim.
Metale dair keşfetmediklerim arasında thrash, glam, power, nwobh gibi seksenlerde ortaya çıkan türler kalmıştı sadece. Bir süre sonra başladım onları da dinlemeye ve vuruldum yahu. Aman yarabbi bu ne güzel müzikti! Priest, Maiden, Helloween, WASP, Accept, Scorpions, Van Halen, Ac/Dc hatta en sevdiğim grup olan Motörhead! Kendimi bulmuştum resmen. O zamana kadar dinlemediğime lanet ettim. Aniden dönüş yapıp, boyutu kısıtlı olan mp3 çalarımdan Gorgoroth’ları silmiş, bu grupları almıştım.
Şimdi bu gruplar yavaş yavaş sahneyi terk ediyor. Bazıları çoktan etti bile. Anvil vokalistine çok hak verdim. Ben de bu sene başından beri çıkan işlere göz atarken yeni gruplardan çok, eskilerin yeni albümlerine odaklanıyorum. Hala ortalardayken kıymet vermek lazım. Ha dinleme sebebim sadece hürmeten de değil. Geçen Possessed kritiğinin altında bir arkadaşın dediği gibi. Bu grupların en vasat işleri bile 2000′den sonra çıkan grupları sallıyor. O yüzden buradan Rateyourmusic, Sputnikmusic gibi sitelere kafam girsin hahah
12.09.2019
@Raddor, Çok geç kalmış yanıtım için özür diliyorum. Müziğin hayatımdaki en önemli yerine rağmen çoluk çocuk, işler derken cevabım çok geç kaldı. Possessed yeni albüm kritiğindeki o yorumu yapan arkadaşa acaip katılıyorum. Tabiki şimdi de çok iyi müzikler var ama onları bulana kadar, çok daha temel ve önemli grupları dinleyip yaşamak daha güzel oluyor bence.
Sen Nu metalle başlamışsın, ben de en son nu metali keşfettim :) 88-89 gibi heavy metal- hard rock, thrash gruplarıyla başladım. 20 yıl kadar böyle devam edip 13 yıl kadar önce death metale başladım, sonra black metal, diğer ekstrem alt türler ve en son Nu metal ve alternatif metal de dinliyorum 2 yıldır filan.
Kaliteli ve içten yapıldıysa rock metalin tüm türlerini seviyorum.
Ama şunu biliyorum 80 lerde yapılan müziğin tür ayırt etmeksizin çok farklı ve samimi yönleri var. Dönüp dolaşıp 80 lere varıyorum. 86-92 yılları arasında yapılan hard n heavy ve glam’e bayılıyorum. 86 öncesi AOR-melodik metal’e bayılıyorum. Progresif rock ve metal harika. 70 lerde de çok harika işler var 80 lere göre biraz zayıf kalsa da..
60 ları denedim olmadı iyi besteler olmasına rağmen teknolojik ilkellik sound u çok bozuyor.
Bundan sonra özellikle 70 lerin 80 lerde çıkardığı harika progresif rock ve AOR denilen melodik rock-metal gruplarına ağırlık vermeyi düşünüyorum. Selamlar Raddor kardeş. (Yazdığın gruplar tabiki müthiş en sevdiklerim. Yanlarına Thin Lizzy, Kiss, Running Wild, Metal Church, Saxon vb. ekleyebiliriz)
21.09.2019
@Kaan, abi zaman en önemli şeylerden bir ya. Çok geç fark etmeme rağmen en azından fark ettim. Bunu fark ettiğimden beri sosyal medya veya başka zaman öldürmeye yönelik şeylerle daha az vakit harcayıp kendimce daha önemli gördüğüm şeylere yönelmeye başladım. Tabi iş güç de var derken benim yorumum da biraz geç kaldı esas ben özür dilerim :) O yüzden kusuru yok tabi çok iyi anlıyorum. Zaten benim yorumum cevap almaya yönelik değil de bir nevi “evet katılıyorum” tarzı bir şeydi.:)
Eski olan gruplarla ilgili bir de şöyle bir şey var. Geçen dinlerken aklıma geldi. Distortion yüklü elektro gitarlar müzik zevkimizin, metalin, hard rock’ın temeli. Bunu o kadar kanıksadık ki bahsetmek aklımıza bile gelmiyor. Hatta şu an bunu yazmam saçma bile gözüktü. Fakat bu kadar alışık olduğumuz distortion sesi aslında 80′lerde hele ki 70′lerde ne kadar da yeni. Bir on-on beş sene önce var olmayan bir ses üzerinden müzik yapmış adamlar. Led Zeppelin’in Whole Lotta Love’ının riff’i mesela. Hala çok güzel güzel ama herhangi bir riff işte. Benzerlerini elli yıldır duyduğumuz bir ses. Fakat o zaman hem çalan hem dinleyen için o ses ne kadar da yeni. Daha önce benzeri var olmamış. Daha ondan birkaç sene önce gitardan çıkan en sert ses Kinks’in You Really Got Me’si iken o kadar kısa süre içinde peydahlanmış. Power Chord denen ve şu müziğimizin temelini oluşturan akor basma şekli daha birkaç sene önce kullanılmaya başlanmış.
Elinde bu kadar yeni ve hem de Hendrix falan derken yavaştan moda olmuş bir şeyle müzik yapmak o zaman nasıl bir duyguydu acaba. Nasıl heyecan verici bir şeydi? 80′ler de aynı şekilde. Yine çok yeni o ses ve Van Halen falan derken artık çok daha güçlü ve farklı bir boyuta ulaşmış şekilde. Belki de o zamanın müziğinin kulağa hala çok taze, çok istekli gelmesinin sebebi o zaman çok yeni olan bu teknoloji üzerinden müzik yapmanın heyecan vericiliğiydi.
Şimdi hard rock ve metal müzik yapmak isteyen bir grup için ise öyle değil durum. Bu müziğin temeli olan distortion efekti elli yıldır var. Aynı heyecana sahip olamayacaklar illa ki. Distortion’a yeni bir boyut katmak isteyenler de zaten gitara bir tel daha ekleyip sesi boğdular. Kulağa yeni geldi. Bir süre tuttu o da öyle gitti ama sonunda yetmedi bir tel daha eklediler, daha da boğdular. Bunda sonra n’olur bilmiyorum belki bir tel daha ekler 9 telli gitarla yeni heyecanlar yaratırlar :)
@killyourselfchuck, cok kapsamli bir konu. Mumkun oldugunca ozet sekilde aciklamaya calisayim.
Bilindigi uzere, standart heavy metal formu heavy rock-hard rock ile punk’in birlesimi neticesinde ortaya cikiyor. NWOBHM diye anilan bu donemde metal gruplari punk’tan odunc alinan “do it yourself” etigi ile kendi plak sirketlerini kuruyorlar, kendi konserlerini organize ediyorlar, vb. Ingiltere’de heavy metal’i ortaya cikaran dinamik bu. Ancak sonrasinda bu hareket mevcut muzik piyasasi karsisinda tutunamiyor. Esas olarak sadece Leppard ve Maiden buyuk sahneye yukselebiliyor.
Tarihyaziminda alti cizilmesi gereken konu su: Heavy metal’in hep ikili bir tarihi olmustur. Hem muzik endustrisinin bir kolu, rengidir, hem de bir yeralti hareketidir.
Iste NWOBHM sonrasinda muzik endustrisi Leppard ornegini alarak ABD’de yeni yeni filizlenen glam ile bu sahneyi doldurmaya yoneliyor. Ancak topraga dusen tohum sayisi o kadar cok ve kaliteli ki, Ingiltere’de ’79-’82 arasinda gorulen NWOBHM ABD’de Lars Ulrich’in tarihi onculugunde bir hareketi tetikliyor. Boylece heavy metal ilk merkez kaymasini yasiyor ve atesli Amerikan gencleri ile gocmenlerinin yer alti hareketi olarak kendisini yeni bir formda tekrar var etmeyi basariyor.
Thrash metal ile death metal’in basina da benzer bir sey geliyor. Muzik endustrisi tarafindan ise yarar gorulen, onde gelen isimler seciliyor, bu turler belli bir sure anaakim olmaya yaklasiyor, ancak sonrasinda piyasa mantigi geregi modasi gecip bir koseye atiliyor.
Olay Nirvana’nin ortaya cikisiyla kopuyor tabii. Rock star cukuruna batmis, kokeni olan ’68′e alabildigine yabancilasmis bu sacmasapan gosteris kulturu Cobain’in “devrimci hirkasi” ile paramparca oluyor (Saxon’dan Biff Byford da bu sureci ayni sekilde yorumlar). Heavy metal anaakim muzik kulturu icerisinde yok olma noktasina geliyor.
Ama bu durum beklenenden bambaska bir sonuc doguruyor. Iskandinavya heavy metal’in yeni merkezi olarak cok guclu bir yeralti hareketine onculuk ediyor. “Do it yourself” etigi metal’in yukselisini saglayan temel etken. Artik hic kimsenin muzik endustrisinin firmalarina ihtiyaci yok. Is direkt heavy metal albumleri basan plak sirketleriyle yuruyebilir hale geliyor. Bunun ustune bir de internet de yayginlasinca heavy metal dunyanin butun alanlarina sizmaya basliyor. Her yerde metalin yeralti nehirleri olusuyor. En alakasiz ulkelerden bile cok basarili gruplar cikiyor, vs. Bugun icinde bulundugumuz an heavy metal’in en guclu oldugu, kendi gelecegini en fazla garantiye aldigi momente tekabul ediyor. Varsin yildizlar sonsun, varsin butun grup isimleri ayni boyutlarda yazilsin. Sayisiz alt dali olan, inanilmaz bir ritimle evrilen ve en onemlisi gelisimi muzik endustrisinin kurallari tarafindan belirlenmeyen bir muzigi dinliyoruz. Hayranlik duyacagimiz birilerine niye ihtiyacimiz olsun? Limuzinde gezen muzisyenden bana ne! Ben konser sonrasi kendi hoparlorunu tasiyan muzisyeni kendime yakin hissederim. Artik kendimizle benzer seviyede gorebildigimiz insanlardan olusan devasa bir klanin bilesenleriyiz. Olay kokune, baslangic degerlerine donuyor. Ve bu durum sahsen beni 18 yasimdaki fanzinci halimden bile daha fazla bu muzige bagliyor.
Ben polemik için değil zaten düşünceler için yazmıştım “Gerçek Metal” kısmını. Bunu herkes dilediği gibi yorumlasın, metal konuşulsun :)
Bu arada bir çoğu gibi ben de o gruplarla başladım bu yola 1990 da. Ama işin özü Sodom varken artık big 4 dinlemek ne kadar gerçek metal diye soran insanlar da var :)
@Kıyamet metali, sana şimdiden bol bol kolay gelsin. Zor bir işe başlamışsın :) ciddi sabır isteyen bir iş. Ama neticesi dediğin gibi güzel olur.
Ben genelde albüm odaklı olamıyorum. Daha çok grup odaklı dinleyebiliyorum. Bunu aşmaya çalıştım ama şimdiye kadar aşamadım. Bu aralar Nile, Meshuggah, Defeated Sanity, Lamb of God, Ulcerate ağırlıklı gidiyorum. Bunların yanında arada açıp dinlediğim bana büyük keyif veren albümlere de devam ediyorum.
Müthiş yazı olmuş ama daha bitiremedim. Son 5-6 bölüm kaldı. Bayağı destan gibi makale ama bitirmememin sebebi şu sıra yoğun olmamın haricinde bitirmek istememem bir yandan da. Sonsuza kadar gitse okurum hahah. Biraz depresif gelse de bayağı keyif aldım.
Harika bir yazı olmuş. Tekrar tekrar okunması ve üzerine düşünülmesi gerek.
Ayrıca mersin sahilde çalan elemanları koyman harika olmuş kahkaha attım :D ilk izlediğimde “bu ne lan?” demiştim hala da diyorum. Mersinde bas gitar dersi aldığım stüdyoya gelmişlikleri var bu abilerin. Hatta pedalı filan kırmışlardı sanırım :)
@Kaan,
Katkı sağlayabildiysem ne güzel. Dediğin gibi metali aslında bir müzik olmaktan çok bir duruş, tavır bir hayat felsefesi olarak gören kişiler ya da gruplar her ne kadar eski kafalı gibi dursa da aslında çok daha eşsiz ve zaman içinde değerini büuütüp devleşen gruplar haline geliyorlar. Metal böyle örneklerle dolu. Aşağıdaki arkadaşların gerçek metal kavgası da aslında biraz buraya dayanıyor. Sodom örneği verilmiş. Haklıdır Sodom örneği veren. Sodom bu duruma güzel örnek. Seneler geçti. Artık mainstream grup oldular ama duruşlarından tavırlarından zerre taviz vermediler.
Sodom ile Metallica müzik olarak kıyaslanabilir ama duruş olarak bırak kıyaslamayı sodomun tavrının duruşunun yanında metallicanın m sini bile anmamak lazım.
Zira geçen sitedeki haberde vardı. Metallicaya milyoner parmaklarınızı şarkılarımdan uzak tutun deyip ayarın hasını verdi. Bir yanda parası için şekilden şekile giren Metallica diğer yanda kale gibi duran Sodom, celtic frost vb bir sürü grup.
Tam da bahsettiğimiz tavırın örneği aslında. Buna aşağıdaki arkadaşlar gerçek metal vs demiş. Aslında bu durum müzikle değil karakterle ilgili bir durum.
Her şey değersizleşince ister istemez değerli bir şey arıyor insan. O da insanoğlunun hayatta değer açısından en değerli gördüğü ahlaki duruş mevzusuna geliyor. Müzik yarıştırıcaz derken farkında olmadan karakter yarıştırıp kimin karakterli olduğuna bakıyoruz.
Müzikteki yansıması da senin dediğin gibi oluyor. İmaj, ton vs sertliğinden çok daha istikrarlı duran müzikler arıyoruz.
Hazır konusu açılmışken zırt pırt yaptığı türü değiştiren gruplara kıl olmamız da biraz bu durumdan kaynaklanıyor. İlk albümde adamları kafana kodluyorsun sonra bir bakıyorsun anaa bunlar ne olmuş? O sertduruşu göremiyorsun. Değişmiş diyorsun.
Her ne kadar farklı düşünecekler olsa da hayatta en zor şey sabit kalabilmektir. Her şey değişirken duruşunu değiştirmemek çok büyük çaba ister.
Ahlaklı insanlara bakacak olursanız da aynısını görürsünüz hayatın değişen binlerce durumuna rağmen, en kötü senaryolara rağmen her şey iyiykenki durumdaki duruşunu koruyup döneklik yapmayanlara ahlaklı diyoruz.
Bu durumun müziğe yansıması da müzikal istikrar oluyor. Tüm değişen dünyaya rağmen bir sound korunabildiyse birileri tarafından beynimiz bu durumu ahlaklı duruşa benzetip ona göre muamele yapıyor.
Haliyle Sodoma vereceğin tepkiyle metallicaya vereceğin tepkinin farkı da biraz tavır,duruş farkıyla bağlantılı.
Umarım yeni bakış açısı sunabilmişimdir. İyi günler dilerim.
11.09.2019
@Gutturalos, Geç yanıtım için özür diliyorum. Sodom- Metallica örneği çok doğru bir örnek. Yalnız şunu söylemek istiyorum. Bence mesele tür değiştirmek te değil. Opeth tür değiştirmiş ama yozlaşmamış. Kendi sanatçı kişiliklerinin yönelimine uymuşlar. Metallica gibi tam 1992 de saçlarını kestirip, biz star olduk, trend değişti, hemen değişmeliyiz, yoksa satamayız demek yozlaşmanın dik alasıdır. İlk yazında teknik sözcüklerle anlatmak istediğin şeyleri teknik bilgim olmamasına rağmen anladım. Buna şunu eklemek istiyorum. Black metal istisnasına aynen katılıyorum;… 80 lerin kayıt soundunda ne var bilmiyorum ama 80 lerde yapılan müzik rock ta olsa , Heavy M. yada Hard rock ta olsa ,sound öyle bir başka ki sarhoş edici özelliği var. Tamamen ayrı bir dünya gibi benim için…Aynı hava AOR gruplarından tut, dönemin hard n heavy gruplarına, hatta grunge ın ilk albümlerinden Facelift ten, Pantera- Cowboys from hell’e kadar neredeyse tüm Rock – Metal gruplarında var. Bu büyüyü hissediyorum ama çözemedim. Gitar tonları mı farklı, kayıtta bir özellik mi var, vokal tarzından mı kaynaklanıyor açıklamak çok zor. Cevabın için teşekkür ederim.
Çok güzel bir irdeleme. Emeğinize sağlık. Ben 49 yaşında bir heavy metal dinleyicisiyim. Bir şiirimi paylaşmak istiyorum:
YAŞAMAK
Deniz güzeldir!
Hele biraz dalgalı olunca.
O dalgaların sesi,
Bilmiyorum müthiştir işte
En azından güzeldir,
İnsanın içini bir huzur kaplar nedense.
O dalgaların sesini duydukça
Hani, böyle
Manowar’ın Heart of Steel’ini dinler gibi,
Ya da Halloween’in A tale That Wasn’t Right’ını…
Müziğin evrensel bir şey olduğunu düşünürsünüz bir an
Ya da şiirin de, bir müzik parçası gibi bir şey olduğunu hissedersiniz
Örneğin Led Zeppelin’in Star Way to Heaven’ının solosunu atmak gibidir
İyi bir şiir yazmak
Ya da Deep Purple’ın Child in Time’ının çığlıklarını atmak gibi bir şeydir
İyi şiir.
Ve tabii ki Slah’in Sweet Child O’ Mine’daki solosu gibi bir şeydir.
İnsanın ruhuna dokunur
Alır, götürür
Yoğun gündelik koşturmacanın arasında, hayata bir “es” verdirtir.
“Ben ne yapıyorum” dedirtir insana,
-“Neden yaşıyorum?” sorusunu sordurtur,
Sanatın zirvesi insana:
-“Neden yaşıyorum ki?”
Tıpkı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sında insana sorgulattığı gibi…
Güzeldir, güzel şiir yazmak
Güzeldir, şiiri sevmek
Güzeldir iyi bir romanı iliklerine kadar hissederek okumak,
Yaşayarak okumak.
Güzeldir, güzel bir şarkıyı dinlemek.
Elbette güzel, güzeldir yaşamak,
Ama, en azından,
Biraz,
Farkında olarak yaşamak…
05.09.2019
@Nihat Sessiz, Steel God The Blues’ı unutmuşum.😊
Keşke vaktim olsa da yine böyle incelemeler yazsam diyorum ama 10 aydır öyle bir zamanım olamadı maalesef. Bir konu düşüneyim de uygun bir zamanda yazayım, artık o uygun zaman ne zaman gelirse.
Yazıdaki günümüzle karşılaştırılan albümler/gruplar zamanında dinleyenler için hala anlamını yitirmiş değil bence. (şahsen benim için böyle) şu an çıkan şeyler de o zaman o şeyleri dinlemiş olanlar için anlamını yitiriyor ki ben bunda da bi tuhaflık görmüyorum. Örneğin yeni nesil avenged sevenfold denen zırvanın hastası ama bence çoluk çocuk müziğinden öteye geçemiyor ne yazık ki. Kötü grup mu hayır ama 20 yıl önce pişirilmiş bi çorbanın tekrar ısıtılmışı hissi veriyor. Bence bunu hem eski hem de yeni neslin ortak diliyle ifade edememek sorun olan.
Çok doğru analizler içeren müthiş bir yazı olmuş, büyük keyifle okudum, kalemine sağlık Ahmet Abi.
01.08.2022
@Vertax616, sağ olasın.