Metal denen bu müziğin çoğumuz için sadece bir müzik olmadığı ve ona çok farklı ve büyük anlamlar yüklediğimiz hepimizin malumu. Epey uzun süredir dinlediğim bu müzik içerisinde, bugüne kadar “öylesine” metal dinleyen, öyle ya da böyle bu müziği araştırmayan, en azından yeni gruplar duymak istemeyen pek fazla kişi görmedim. Çoğumuz, bu uçsuz bucaksız müziğin bize sunabilecekleri konusunda iştahlı insanlarız.
Tüm müzik türlerini düşündüğümüzde, “dinlediği müziği icra etme isteği” gibi bir istatistik varsa, metal dinleyicileri bu konuda muhtemelen en ön sıradadırlar diye düşünüyorum. Bu müziği o kadar çok seviyoruz ki, dinlemekle yetinmiyor, bir şekilde icra etmeyi de istiyoruz.
Peki böylesine içine girmeye çalıştığımız, hayatımızın önemli bir yerine yerleştirdiğimiz, görünüşümüzü bu doğrultuda şekillendirdiğimiz, sosyal çevremizi buna göre oluşturduğumuz, hatta zaman zaman karakterimizin önüne dahi çıkardığımız bu müziğe olan bağlılığımızın ışığında, bu müziğe ne oranda şans tanıyor, sabır gösteriyor, gerçek anlamda bu müziğe ne kadar değer veriyoruz?
İnsan elbette ki tekrar eden şeyleri öğrenen bir varlık. Bu durum, bizim benzer şeylere alışmamıza, ilk seferde merakımızı cezbeden şeyleri kanıksamamıza ve zaman içinde heyecan düzeyimizin azalmasına neden oluyor.
İnsan aynı zamanda sabırsız, tembel, kolay sıkılan da bir varlık. Bir şeyin genel hatlarını anladığımız ya da anladığımızı sandığımız an, o şeyle ilgili emek vermeyi bırakıyor, zahmete girmiyor, bizi bir anlığına da olsa şaşırtma potansiyeli taşıyabilecek bir sonraki ürünü elde etmeye çalışıyoruz.
Kendi adıma konuşursam, 1992′den bu yana dinlediğim bu müzik içerisinde beni şaşkına çeviren, müzik konusundaki algımı değiştiren, yıllar sonraki bin küsürüncü dinlememde dahi hayret etmemi sağlayan gruplarla, albümlerle, şarkılarla karşılaştım, karşılaşıyorum. Bu süreçte, bir dinleyici olarak deneyim kazanıyor olmamın farkındalığıyla, zaman zaman önüme gelen şeye karşı peşin hükümlü olduğum, çabuk karar verdiğim, kavradığımı sanıp da kavrayamadığım pek çok örnek oldu. Elbette ki zamanla tecrübe kazanıyorum, ancak bu durum, müzik gibi sonsuz bir yaratım imkânı içinde ve her tür duyguyu barındırabilen bir düzlemde yapıldığında, insanı çok çabuk yanılgıya düşürebiliyor.
Bazen duyduğumuz şey teknik bağlamda çok alışık olduğumuz bir şey oluyor ve ilk andan bir yargıya varıyor, dinlediğimiz şeyin notunu veriveriyoruz. Ancak bu noktada unuttuğumuz bir şey oluyor, o da dinlediğimiz şeyin yansıtma ihtimali olan tüm duygularla, en azından ilk andan, empati kuramayacak oluşumuz.
Bu açıdan düşünürsek; aylarca süren bir yaratımın, düşünsel sürecin, kolektif çalışmanın ürünü olarak bize sunulan ortalama kırk dakikalık bir yaratım hakkında ilk andan net ve sonradan değişmeyecek bir sonuca varabildiğimizi düşünmek, en hafif ifadeyle bu müziği hafife aldığımız, onu yetersiz gördüğümüz anlamına geliyor.
Bu, tabii ki de “ortaya çıkarılan her şey sandığımızdan daha iyidir, metal etiketiyle çıkan her şeye daha fazla zaman harcayarak ortaya konan şeyin gerçek değerini anlayabiliriz” demek değil; elbette ki değeri ilk andan anlaşılan, barındırdıklarını bize çok hızlı şekilde döken işler de var. Ancak şu devirde, internetle birlikte tümüyle değişen müzik ortamında, bu rekabet ve bolluk içerisinde karşımıza çıkan bitmek bilmeyen yeni müzikleri şu an hepimizin farkında olduğu şekilde, neredeyse mahçup olunacak düzeyde hızlı değerlendirmek, bu müziği gerçekten seven biri olarak beni üzüyor.
Tutan formüllerin bıktırana dek devam ettirilmesi noktasında grupların da bu konuda büyük kabahatleri var tabii; kimsenin “bir sürü grup canla başla uğraşıyor ve biz de şımarık çocuklar gibi ortaya konan şeyi önemsizleştiriyoruz” dediği yok. Şu an bunları konuşuyorsak, bunda ortaya yeni bir şeyler koymak için emek harcamayan, tembel ve kolaya kaçan grupların da payı çok büyük.
Ancak her şeye rağmen samimiyetle ve ortaya kaliteli bir müzik koymak amacıyla emek harcayan grupların ve müzisyenlerin, bu her şeye anında ulaşılabilirlik çağında araya kaynayıp güme gitmesi, şu an bu satırları yazmamın başlıca sebebi.
Tüm bu açıklamaların ardından, bu konudaki net görüşümü şimdi söyleyebilirim:
Arkadaşlar; dinlediğimiz müziğe yeterince değer vermiyoruz ve çok şey kaçırıyoruz.
On yıldan uzun süredir aralıksız şekilde albüm incelemeleri yazıyorum. Gerçekten de çok fazla albüm dinledim, kendim de müzik yazdım, yazıyorum. Tüm bu süreç içinde, insan doğal olarak sadece bir dinleyici olarak kalma “şansını” kaçırıyor ve dinlediği pek çok şeyi “incelemek” üzere dinlemek zorunda kalıyor. Daha önce yazdığım sitelerin ve Pasifagresif’in güncelliği ve yoğunluğu düşünüldüğünde, sürekli olarak yeni bir şeyler dinlemek, dinlediğim bu şeyleri tahlil etmek ve insanlara aktarmak üzere bu müziklere “dışarıdan bakmak” zorunda kalıyorum. Müzik yazan herkes benzer şeyler tecrübe ediyordur. Bu durum, insanın dinlediği şeyle duygusal bir bağ kurmasının önüne geçebiliyor ve en kötüsü, müziği maddeleştirebiliyor.
Bu da heyecanı, tutkuyu öldürüyor elbet. Sürekli olarak yeni bir şeyler dinleme “zorunluluğunuz” varken, nasıl gerçekten de heyecanlanabilir, o müziği tam anlamıyla içselleştirebilir, o müzikle gerçek bir bağ kurabilirsiniz ki? Neyse ki bu tarz bir robotlaşma içinde değilim. Dinlediklerimden her anlamda zevk alabiliyorum. Ancak bunun için bir çaba göstermem de gerekiyor. İnceleyeceğim bir albümü dinlemeye başladığımda, “Of be ne süpermiş, oha lan!” düşüncelerinin hemen ardından “Hmm, peki bu süper şeyi nasıl tahlil etmek lazım? Nelerden bahsetmeliyim, nasıl yorumlamalıyım?” soruları da gecikmeden geliyorlar.
İşte bu durum, insanı dinlediği şey hakkında hızlı karar vermeye itiyor; işte büyük talihsizliğimiz de, maalesef burada başlıyor.
Bir örnek vereceğim:
Bu müziği dinlemeye dayımın bana METALLICA’nın kendi adını taşıyan albümünü dinletmesiyle başladım. O dönemde (1991) ortada dinleyecek çok az şey vardı. IRON MAIDEN, METALLICA ve MANOWAR dışında bir şeyler bulmak hiç de kolay değildi. Buna rağmen dayım bana, artık yeni şeyler bulmanın ne kadar kolay olduğunu, seksenlerde Türkiye’de bu tarz müzikler bulmanın zorluklarını, bir şekilde bulduğu bir YES veya KING CRIMSON kasedini, kaset tamamen bozuluncaya dek, 6-7 ay dinlediğini anlatıp duruyordu. Anlatılanlar, en başından beri farkında olduğum ve kendi dinleyiciliğimde karşılıklarını bulduğum şeylerdi.
Yıllar geçti. Artık devir değişmişti, artık yeni bir şeylere ulaşmak son derece kolaydı. Tek bir CD’de yüzlerce farklı grubun istediğim şarkısını dinleyebiliyordum.
2006 yılında, 1 seneliğine Ankara’da yaşıyordum. Bu sırada kullandığım telefon, bir şekilde bozulmuştu ve bilgisayara bağlanamıyordu. Normalde içi mp3′lerle dolu olan bu telefonun içinde, sonra nasılsa başka albümler de yüklerim düşüncesiyle tek bir albüm vardı. Bu albüm, o zamana kadar hiçbir albümünü dinlememiş olduğum ve sadece 1-2 şarkısını bildiğim -ve çok da bayılmadığım- Fin grup ETERNAL TEARS OF SORROW’un yeni albümü “Before the Bleeding Sun”dı.
Telefonumdaki sorun hiçbir şekilde çözülmediğinden ve o dönemki yoğunluğumdan dolayı yeni bir mp3 çalar almaya fırsat bulamadığımdan, tam 2 hafta boyunca o albümü dinledim. Her gün, günde birkaç kez, sadece o albümü.
Telefonumun durumunu ilk fark ettiğimde baya tadım kaçmıştı aslında, çünkü albüm beni pek sarmamıştı. Atmosferik tatlar, ağırcana bir duygu yoğunluğu ve grubun özelliği olarak elbette ki hüzün duygusunun vurgulandığı bir müzik vardı. Oysa ben Ankara’da iyi vakit geçiriyordum, enerjik olmamı gerektiren bir yoğunluk içindeydim; hatta hava bile bu müzikle tam örtüşmüyordu. Kısacası, baş başa kalmayı çok da istemeyeceğim bir albümün eline düşmüştüm. Müzik dinlemeden de duramadığım için, albümü mırın kırın ederek de olsa dinliyordum.
Peki sonra ne oldu? Stockholm sendromu mu dersiniz ne dersiniz bilmem ama, incelemesini yazmak için dinleseydim muhtemelen birkaç kez dinleyip notunu vereceğim ve sonra da pek yüzüne bakmayacağım bu albümü, dinledikçe içselleştirmeye, sıradan, hatta bayık gelen yanlarını dahi sevmeye, kısacası albümü her şeyiyle benimsemeye başladım. Albüm gerçekten de normal şartlarda defalarca dinleyeceğim türde bir müzik barındırmıyordu, ancak ona muhtaç kalınca, görmezden geldiğim bu müziğin aslında ne kadar derin olduğunu, kendisini anlamam ve sevmem için bana ne büyük fırsatlar sunduğunu fark ettim.
Bununla birlikte, müzik dinleme konusundaki algım da büyük oranda değişti. O zamandan bu yana, dinlediğim hiçbir şeye dair ilk andan karar vermiyorum. Beğenmesem bile üstüne gitmeye, zahmet vermeye, anlamaya çalışıyorum.
“Peki ya o albüm çok daha katmansız, dümdüz bir müzik içerseydi yine aynı şeyleri yaşayabilecek miydin?” diyebilirsiniz. Bu noktada verecek bir cevabım olmaz; sadece yaşadığımdan örnek verebiliyorum. Ancak şunu bir kez daha net şekilde söyleyebilirim ki, bize sunulan, üzerimize atılan bunca yaratım içerisinde, inanamayacağımız kadar çok miktarda muazzam şeyi kaçırıp gidiyoruz. Pragmatik bakıldığında “Olsun, bir güzel şeyi kaçırıyoruz ama bir diğerini yakalıyoruz; öyle olmasaydı bu müziği dinlemeyi sürdürmezdik, her türlü kârdayız” diye de düşünülebilir.
Burada da yazının en başında bahsettiğim noktalara geliyoruz. Biz değil miyiz gecenin bir saati bir yerde gördüğümüz “of be şu şarkının şu şu saniyeleri arası rif müthiş bir şey” yorumlarıyla anında gaza gelip, bin kez dinlediğimiz şarkının orasını açıp “of bee evet burası aşmış bi şey” diye dellenen? Biz değil miyiz aşırı sevdiğimiz bir albüm hakkında başkalarının övgü dolu yorumlarını da okuyup mutlu olan? Biz değil miyiz sırf birkaç kişinin daha haberi olsun diye çok sevdiğimiz bir şarkıyı, albümü sağda solda paylaşan, saçma sapan nakliye ücretleri ödeyip 2 $’a mal olan tişörtü 3 hafta bekleyerek 40 $’a getirten?
Biziz. Hepsi biziz. Çünkü bu müziği seviyoruz ve ne kadar kanıksasak da, alışsak da, tecrübe kazansak da, kitabını yazdığımızı düşünsek de, bu müzikten alabileceğimiz başka heyecanları boşveremiyoruz. Duymak istiyoruz; paylaşmak istiyoruz; çalmak istiyoruz; hep çok güzel yeni şeylerle karşılaşmak ve bu müziğe olan bitmek bilmeyen açlığımızı doyurmak istiyoruz.
Bu yüzden, bir dinleyici olarak tavsiyem; karşımıza çıkan şeylere daha fazla emek harcamamız ve sunulan şeyleri önemsizleştirmeden, onlara hak ettikleri zamanı tanımamız. Böyle olduğu takdirde bu müziğe daha çok bağlanacağımıza, daha tecrübeli dinleyiciler olacağımıza ve hepsinden öte, daha çok zevk alacağımıza eminim.
Amaç da bu değil mi zaten?
Bunla biraz ilgili olarak, uzun süredir 10 tane grubu kenara ayırıp hard diskimi formatlamayı düşünüyorum(yemiyo tabii). Çoğunu zaten dinlemiyorum, dinlediklerimi de sanki diğerlerinin beklentisi yüzünden adam gibi dinleyemiyorum. Sevmediğim albümlere zaten zaman ayırmıyorum, bu tamam. Sorun, dinleyip sevdiğim albümlere de yeni şeyler dinleyecem derken zaman kalmıyo ki. Mesela Inquisition, tanıştığımdan beri her dinlediğimde “ulan ben bu adamları niye daha fazla dinlemiyorum” diyorum. Geçen yine niyetlendim, şu an mp3 player’da Gorillaz albümleri var.
Her şeye erişebilmek hem büyük bir nimet hem de büyük bir kötülük halini alıyor bence. O kadar çok şeye maruz kalıyoruz ki herhangi bir şeyi oturup sindirmemiz ve onun özüne ulaşmamız neredeyse imkansızlaşıyor.
Sırf bu yüzden albümleri CD üzerinden dinlemek daha faydalı bir seçenek bence. Tabi yurtdışında 5-10 Euro’ya bulunan CD’lerin bizde 35-40 lira bandında olduğu düşünülünce bu da git gide zorlaşıyor.
“Sürekli olarak yeni bir şeyler dinleme “zorunluluğunuz” varken”…..
eğer ekmeğimizi albüm inceleme üzerinden kazanmıyorsak böyle bir zorunluluğumuz yok. keza müzik dinlemek dahil sanat eserleriyle olan ilişkilerimiz “zorunlulukla” değil de “içten gelmeyle” başlamaşı, gelişmeli.
dünya üzerinde ustaların yaptığı binlerce resim var, okunacak kitap sayısı bitmez, harddiskimde criterion collection’dan yüzlerce film duruyor ve ben bunların hepsini tecrübe edemeden öleceğimi çoktan kabullendim. yarışır gibi bir şeyler yapmanın hiçbir anlamı yok. canım isteyince wikipaintings/web gallery açıp resim bakıyorum, izlemediğim bir film koyup izliyorum, “yapmam lazım” dürtüsüyle değil.
çok büyük bir payı olmasa da ayrıyeten insanlarda “başkalarından geri kalmama” sebebiyle de bir şeyler yapma zorunluluğu doğmakta. “slayer’ın yeni albümü dinledin mi?” sorusuna “hayır” demek çok da garip bir şey değil aslında.
hayatın hızının benim algılama hızımı kat kat aştığını çoktan kabullendim. bu bir “teslimiyet” değil ama, tam tersine kaosun hüküm sürdüğü bir yerde dinginlikle (dingillik değil) doyumu sağlayabilme gerekliliğinin farkına varma.
18.09.2015
@northern, +1
Ancak ben o albümleri filmleri kitapları ömrüme asla sığdıramama hissiyle bir türlü başedemedim,inanılmaz üzücü
Şu zamana kadar hep içten içte düşündüğüm bir mevzuydu bu. Kimi zaman ilk dinleyişte acımasızca eleştirdiğim oluyor. 4-5 defa dinledikten sonra kendi lafımı kendim yiyorum o ayrı mesele :D En son LOG’ın Still Echoes’u ilk yayınladığında çok beğenmemiştim. Albüm çok yavan olacak diye hüsrana uğramıştım. 512 ve daha sonrasında Chino Moreno’lu Embers gelince deli gibi heyecanlanmıştım. Halen albümü o heyecanla huzura ererek dinliyorum :D
Sözün özü, her albümle aşk yaşıyoruz resmen. Bu müzik bizi ruhen tatmin etse de, aslında reelde tatmin olmuyoruz ve ölene kadar da tatmin olmayacağımızı biliyoruz. :D Bütün mesele bu sanırım… :D
Bu durumu engellemek için yapılabilecek en mantıklı şey dinleyicinin kendisine kota koymasıdır. Yeni albümlerle karşılaştığında gerekirse o albümü indirmeyecek ya da çeşitli sitelere başvurarak dinlemeyecek, kenara not alıp uygun anı bekleyecek. Tabi bu çok zor çünkü en başta “oha, daha o albümü dinlemedin mi?” sorusuna sürekli maruz kalmanız demek. Yaşımdan dolayı biraz eski kafalı olduğum için bu tür bir durumda “evet, dinlemedim” diyebiliyorum ama bunu özellikle yeni jenerasyonun yapabildiğini pek düşünmüyorum. Hatta o albümden sadece 1 şarkı dinleyip “müthiş olmuş lan müthiş” diye anında etrafta dolaşmaya başlıyorlar. Sadece müzik değil, hemen hemen her şeyin önlerine sunulması, bu kesimi daha da maymun iştahlı hale getiriyor.
Bir de merak unsuru var ki, o da bir nevi çağımızın hastalığına dönüştü denebilir çünkü kontrol edilebilen bir durum olmaktan çıktı. Eskiden “meraklı” olmak insana çok şey kazandırırken, günümüzde çok şey kaybettiriyor bence. ‘Merak eşittir hızlı tüketim’ noktasına gelindi ne yazık ki..
Spotify ve benzeri programlara da karşıyım. Yeri geldiğinde işim düşüyor elbette ama genel olarak “her şeye anında ulaşma”yı sağladığı için insanı istemsiz şekilde tüketmeye yöneltiyor. İrade gösterip bir iki albüm dinledikten sonra sistemden çıkmak mümkün ama bunu yapmak çok çok zor. Zaten Spotify’ı “albüm dinlemek” için kullanan dinleyici sayısı da çok kısıtlı. Çeşitli listeler hazırlayıp, sürekli olarak bunları pompa eden bir sisteme sahip. E zaten insanların istediği de bu. Bir grubun art arda iki şarkısını dinlemeye tahammül bile edemiyorlar. Albümler içinde popüler olmuş ya da daha çok hoşlarına gitmiş şarkıları saptayıp koca bir yılı 100 şarkı ile tamamlıyorlar. Bunu yapan da şimdinin tüketim sevdalısı gençleri değil sadece. Eskiden bir albümü aylarca dinleyen “arşivci” adamların Spotify ve benzeri programlar ile nasıl değiştiğini bire bir görüyorum. Değişmeyen tek şey değişimdir elbette ama değişim de biraz iyi yönde olmalı. İyi bir dinleyicinin kendisini bu şekilde sığlaştırması hoş değil.
Her ay yüzlerce albümün çıktığı ve tüm bu albümlere ulaşmanın kolay olduğu bir ortamda müzik dinleme alışkanlıklarımızın değişmesi normal ama gerçekten kendimize bir şeyler katmak, belli bir birikime sahip olmak istiyorsak, bu durumu değiştirebilme gücüne sahip olmamız gerekiyor.
Babamın verdiği harçlıkları biriktirerek iki haftada bir kaset doldurmaya gittiğim zamanlar geliyor da aklıma, ne kadar değerliydi dinlediğimiz şeyler. O albümler kötü bile olsa anlamaya, anlamlandırmaya, özümseyip ruhumuzla duyumsamaya çalışıyorduk çünkü..
Hem bu içten yazıyı burada paylaşan Ahmet Saraçoğlu’na, hem de yorum yazma zahmetine giren müzik dostlarına selamlarla;
Daha geçen akşam, dostum Kaan ile birlikte, tam da bu konu üzerine yaklaşık 2,5 saatlik bir skype görüşmesi yaptıktan sonra bu akşam bu yazıyı okumak, güzel bir sürpriz gibi oldu.
Tespitlerin doğruluğu, yazının genel erdemine büyük katkıda bulunmuş. Internetin olmadığı yıllarda, her yerde fellik fellik “Üzüntünün Ebedi Gözyaşları” yani “Eternal Tears of Sorrow” un albümlerini bulmaya çalıştığımız zamanları anımsadım.
Youtube ve spotify gibi müzik bulamaçlarında boğulmadığımız ve her albümü özümseyerek dinlediğimiz zamanlardı. O müzik ortamını yad edebilmek iyi oldu. Meğer o yoklukta, gerçekten dinleyici olabiliyormuşuz.
Albüm satışlarının azalıp, para kazanmanın tek yolunun bol konsere döndüğü günümüzde, müzisyenler kendi bestelerinin köleleri haline gelip (yıl boyunca tekrar tekrar aynı parçaları çalmaktan kusacak hale gelmelerine değin) müziğin öldürülmesi için her türlü girişimin, altın çağını yaşadığı dönemlerden geçiyoruz.
Benim burada derinlemesine değinmeyeceğim (ama ayrı bir yazıda severek yapmak isteyeceğim) nedenlerden dolayı son derece farklı bir kitleyiz. Önümüzde duran sonsuz okyanusun cevherlerinden büyük keyif alıyor ve yaşantımızı onun engin değerleri ile daha bir keyifli hale getiriyoruz. Ortada çok büyük bir potansiyel var… İçinden hiç bir şey yapmak gelmek istemeyen bezmiş bir insanı yerinden kaldırıp, hiç kimsenin girişmek istemeyeceği kadar zor işleri, gözü kapalı başarmasını sağlayacak kadar büyük bir potansiyel.
Orta okulda madonna / maykıl ceksın dinlerken ite kaka 10 üzerinden 5 alan beni, Demir Bakire’nin albümlerini dinleyerek güle oynaya lisede “Teşekkür”ler toplayan bana dönüştürdüğünü asla unutamam. Müziğin gücü yadsınamaz…
Doğru müzik bir ölüyü diriltirken, yanlış bir müzik, dünyanın en pozitif insanını, doğduğuna bin pişman, bezgin ve miskin bir et yığınına dönüştürebilir.
Bize yakışan, günümüzün oburluğundan mümkün mertebe sıyrılıp, çok büyük zahmetler ile oluşturulan bestelerin hakkını vermektir.
Müzik yapan bireyler bile olsak, “dinleyici” yönümüzü asla kaybetmemeliyiz…
Zamanla daha doğru eğilimlere yelken açabileceğimizden eminim.
Tüm müzikseverlere saygılarla…
Ozan Özkırmızı
Lan kolpa metalin baskentidir Türkiye.Siz album almayi geçin daha konsere festivale gitmiyorsunuz.Kaldiki hic bir dönemde bu ülkede albüm satmadi.Her konser oncesi gidecegim diyenden cok bahanelerle gitmeyecegim diyen kolpa sayisi daha fazla.
Bende ister istemez bir mekanizma oluştu, ve bu sanırım pek iyi bişey değil. Eskiden de biraz vardı aslında, ama seçici olmaya başladığım dönemden sonra iyice ayyuka çıktı. O da şu. Bir grubun ismi, albüm kapağı, albüm ismi gibi şeyler ilgimi çekmiyorsa şans bile vermemeye başladım. Eskiden mesela Swallow the Sun, Between the Buried and Me, My Dying Bride gibi -bana göre- saçma ismi olan grupları eliyordum, şu sıra yeni bişeyler dinleyeceksem sadece grup ismi değil, dediğim giğer elementlerin de birşey ifade etmesi gerekiyor ki bir şans vereyim. Bu galiba pek de olumlu bir tutum değil, umarım zamanla değişir.
Sadece müzik için de düşünülebilir ama aynı zamanda duruma göre genellenebilir bir önermem olacak. Bence bir şeyi seviyor olmak, sevmiyor olmaktan çok daha güzel bir şey.
İnsanlar artık sanal ortamda ego tatmin etme amaçlı yaşıyorlar çoğunlukla. Bir şeylerin üzerine basarak, onlara hakaret ederek daha fazla ciddiye alınacaklarını zannediyorlar, çoğu zaman da aslında kendilerini rezil etmekten çok da öteye gidemiyorlar. Daha fena olanı, bir şey hakkında yorumda bulunacak insanın, o şey hakkında aslında elle tutulur hiçbir fikrinin olmaması gerçeği… Amaç hep bir şekilde insanlara ve uğraşlarına hakaret edip, hakareti de eleştiri zannedip, kendini önemli hissetmek.
Ek olarak, “öylesine” metal dinleyen, öyle ya da böyle bu müziği araştırmayan, en azından yeni gruplar duymak istemeyen insanlarla da çokça karşılaştım. Metal müzik anlayışı, 4-5 gruptan daha ileriye gidememiş bir sürü zırtapoz gördüm. Ama zaten onların bu çeşit, insanı bilinçlenme amacıyla yazılmış yazılarla işlerinin olacağını zannetmiyorum. (Bu çeşitten kastım Ahmet’in makalesi tabi ki.)
Müzik, dinlenilen bir şey; ne kadar can kulağıyla dinlenirse, o kadar karşısındakine eteğindeki taşları döker ve o kadar bize bir şeyler katar. Artık önümüzde çok fazla seçenek ve çok fazla denenmiş şey var olduğundan, yapılan harika albümlerin; adlarını sonradan duyduğumuz müthiş grupların bize ulaşması daha zorlaşıyor. Şu an dinlerken ayılıp bayıldığım bir çok grubu ilk kez dinlediğim zamanlar, bende bu kadar etki bırakabileceklerini zannetmezdim. “Bu ne lan, bok gibi müzik” deyip atsaydım, ne bilinçi bir dinleyici olacaktım, ne de ufkum genişleyecekti.
Bizim ülkede; toplumların, insanların başarılarını küçük görme huyu var. Müzik icra eden kişiyi iki tıngırdatıp, bedava içki içip, karı kız götüren insan olarak görürler. Sadece müzikte de değil, her konuda herkesi bir şekilde küçümsemeye çalışırlar. Her boku biliriz kafası çok yaygın bizde. Bunun da tek sebebi aşağılık kompleksi…
Her ne zaman aşağılık kompleksinden, sanal ortamda “kimin çükü büyük” tartışmalarından kurtulur, insanların ortaya koyduğu bir takım uğraşlara hak ettiği değeri veririz, o zaman işler yoluna girmeye başlar. Ama öncelikle zor olan bir adım atılması gerekir:
Sevgiyi ve saygıyı, egoya tercih etmek.
Valla çok güzel yazı.
En çok hoşuma giden de “müzik gibi sonsuz bir yaratım imkânı içinde ve her tür duyguyu barındırabilen bir düzlem” kısmı.Müzik için birçok tanımlama falan yapılabilir de bu benim kafamda müzikle ilgili en çok düşündüğüm ve hoşuma giden düşünceleri karşılıyor.
Ben gereken değeri verdiğimi düşünüyorum.En azından birçok insandan daha fazla.Böyle diyince garip oluyor ama.Önyargı,aşırı övülen albümler-herkesin yerdiği albümlere bakış,doygunluk falan gibi durumlara karşı kendimi iyi eğitmişim,kimsenin sevmediği şeyleri sevip herkesin övdüğüne burun kıvırabiliyorum(nadir de olsa).Bu tabi kendini beğenmişlik ya da popüler karşıtlığı falan gibi görülebilir ama değil,bunca duygu yaşatan bir şeyi,tek bir şarkıyı bile bu kadar yüzeysel düşüncelerin arasında kaybedemem.
Zaten mesele de bu benim için,onca duygu yaşatabilecek başka dünyalara götürecek resmen bu dünyada yalnızlığımı o süre içinde yok edecek hatta zihinsel orgazma ulaştıracak bir şeyi kaçırmak,her şeyin üstündeki bir duyguya böyle yüzeysel yaklaşmak en başta kendim için zararlı.Bu yüzden çoğu şarkıya eleştirel yaklaşamam,objektif de olamam.Amaç gerçekten o,zevk almak ve çok güzel anlatmışsın.
On kere dinlesem de binlerce kez dinlesem de,uzun süredir hiç açmamış olsam da her grup her şarkı yarattığı anılarla duygularla oradadır.Herhalde Ahmet’in dediği gibi dinleyici kalmaktan dolayıdır.Hayatta en büyük pişmanlığım büyük ihtimalle müzik yapmamak olacak(bir diğeri basketbolcu olmamak),hiç uğraşmadım,bu site hariç hiçbir forumda dahi yazmadım,şu anda farkettim sadece dinlemişim yıllardır.
Bilmiyorum kader midir,wikipediada 2015 in heavy metal music sayfasında dakikalar geçirip şunları şunları indireyim falan diye listeler yapıp anca yarısını falan dinleyebiliyorum ama dinlediğim şeylerden inanılmaz memnunum şu güne kadar.Hep duyguları kaşıyan,içimde bir şeyler uyandıran müzikler geldi ya da ben bi şekilde dinleyerek onları sevdim.
Eskiden tabi çok daha farklıdır,o zamanları da merak etmiyor değilim ama şu anda misal spotifydan her şeyi anında dinlemek inanılmaz(Bu arada bring me the horizon çalıyor üçüncü tur falan,bmth ile ilgili bir haber göremedim,şöyle ağız tadıyla övelim çocukları).
En can sıkıcı durum ise eleştirel yaklaşırken güzel şeyleri kaçırmak gerçekten,valla ister popa kaysın isterse başka şeye metalle ilgili her şeyi sevip dinleme potansiyelim var ve bununla gurur duyuyorum :) Çok şükür hiçbir trende kapılıp ne bişeyi aşırı övdüm ne de sevdiğim grupları gömdüm.Mastodonun son albümünü ilk başta sevmemiştim,herkes övüyordu.Sonra bir gün otobüste denk geldi de değiştirmedim o günden sonra kaç kere dinlemişimdir Allah bilir.
Yazıdaki hikayeye benzer olarak bir keresinde yurtta bilgisayar falan yok,memlekete dönene kadar bir ay bir gb’lık mp3teki albümleri dinlemiştim,çoğunu dinleyesim gelmiyordu ben de bir ay boyunca Clayman dinledim,inanılmaz bir şey ya bıkkınlıktan açasım gelmiyor tuşa zar zor basıyorum ama bir kere başlayınca ikinci turun sonunda “I see beauty in the flowers”(bu arada dead flowersmış o) diye bağırıyorum.
Müziği herhangi bir şekilde tanımlayamıyorum,en azından yarattığı duyguları.İnsanoğlunun yarattığı/icat ettiği/icra ettiği “ilahi” denebilecek tek şey.
Çok kaliteli yorumlar gelmiş, hepsinin altına uzun uzun yazasım var ancak şuan buna yeterince vakit ayıramayacağım için kendimce birkaç şey yazıp kaçacağım. Zaten herkesin değindiği noktalar ortalama olarak aynı.
Hem dinleyici profili hem de içinde bulunduğumuz zaman, dinlediğimiz müziklere yeteri kadar kafa yormamızı engelliyor. Kendimi de buna dahil ederek söylüyorum ki, artık tek bir işi odaklanarak yapmak bayağı lüks bir şey ve aşırı irade istiyor. Çoğumuz her ne yaparsak yapalım elimizin altında 3G’lerimizle sürekli sosyal medyayı takip ediyoruz. Hızlı bilgi akışı, an be an bildirimlerin dolup taşması, sürekli yeni fotoların, haberlerin, twitlerin, videoların telefonumuza ve onun sayesinde her ne ortamda olursak olalım doğrudan bize ulaşması sebebiyle artık kafamızın bir köşesinde sürekli bu akışa yetişmek adına bir köşe bırakıyoruz. Bu hem yaptığımız işi doğru düzgün yapmamızı engelliyor hem de anında gelen bildirimlerle birlikte duygusal derinliği adam gibi yaşamamıza izin vermiyor. Okunan bir şehit haberine üzülemeden arkadaşın attığı komik videoya gülüyoruz, o komik videoyu paylaşmaya çalışırken whatsapptan mesaj yağmuruna tutulan grup sohbetlerine laf yetiştirmeye çalışıyoruz, öyle ki hahahaahah yazmak bile zor geldiği için random gülüşe sarıyoruz. Bizli konuşmam elbette kimseyi rahatsız etmesin, herkesin böyle olduğunu söylemiyorum, ancak çoğunlukla etrafımda bunu görüyorum.
Bu durum elbette okuduğumuz kitaptan tutun (ki okumak için can atıp bir türlü okuyamadığımız demem daha mantıklı aslında) kahvaltıyı yeme biçimimize ve elbette müzik alışkanlıklarımıza da etki ediyor. Kaçımız tanımadığı bir grubun 12dklık şarkısını baştan sona dinliyor? “Metal olsun da ne olursa olsun”lardan “Böyle kapak mı olur lan, dinlemem ben bu grubu” “aga açtım 1dk baktım, yok beni sarmaz bu ya”lara döndük. Hatta metal müzik gibi öteye itilmiş bir türde bile bildiğimiz ve popüler olan grupları, bilinmeyen grupların üstüne koyduk. Oysa ki daha fazla kişi tarafından bilinmek bir müziği asla ve asla güzel kılmaz, kılmamalı.
Peki ben bununla nasıl başa çıkıyorum?
Son dönemde sitede çoğunlukla ülkemizde az bilinen veya hiç bilinmeyen grupların kritiğini yazan biri olarak, dinlediğim hiçbir müziği seçmiyorum. Türüne göre “ya ben bunu severim” veya “sevmem” demiyorum. Bir albümü açıp, müzisyenin ifade etmeye çalıştığını anladığımı hissedene kadar albümü çeviriyorum. Sonunda elimdekinden memnunsam dinlemeye devam ediyorum, memnun değilsem albümü bir daha dinlemiyorum. Bariz basma kalıp işler yapan albümler hariç, ifade edileni kavrayıp da sevmediğim albüm hiç olmadı. Dışavurum bakımından uyuşamadığım müzikler oldu, onların bazılarını eleyip bazılarını da daha iyi anlamam gerektiği için yeniden dinlemeye koyuluyorum, geri kalanlara da hep “yazayım bunu” diyorum. Velhasıl yazdıklarıma da yüksek puanlar verdim genelde. Bu şekilde dinlediğim müziklere hak ettikleri değeri verdiğimi düşünüyorum, diğer yandan da aşırı geniş yelpazede müziğe kulak verdiğim için mutlu oluyorum. Sene sonuna da anlamaya çalışarak dinlediğim 100den fazla, özümseyerek dinlediğim en az 35-40 yeni albüm oluyor ki bu rakam bana rahat rahat yetiyor.
Yazı için Ahmet Saraçoğlu’na teşekkürler güzel konuymuş.Benim müziğe olan bakışım zaman içinde değişti eskiden daha dar bir pencereden bakardım.Dolayısıyla daha rijit ve önyargılıydım birçok türe ya da müzisyene karşı.Şimdi sevdiğim seveceğim tüm müzikleri sürekli yenilenen değişen bir tabloya benzetiyorum.Bir dönem bir çam ağacını tüm ayrıntılarıyla izlerken bir dönem karlı bir dağın ihtişamıyla kendimden geçiyorum.Sonra dağ bir denize ağaç bir sandala dönüşüyor falan filan.
Tabi tablolara sığmayan güzellikler de var:)Ama konumuz bu değil sanırım.
Öncelikle, farkındalığı arttırıcı yazısı nedeniyle Ahmet Saraçoğlu’na teşekkür ediyorum.
60-70 lerin Rock müziğinden Black ve Death metale kadar tüm türleri çok severek dinliyorum.
Eskiden 50 – 60 kasetle çok mutlu olan ben, şu kolay ulaşım ortamında kaybolup gittim. Hep yeni güzellikler keşfetme sevdasıyla bir bakmışım ki WASP dinlemeyeli yıllar, Black Sabbath dinlemeyeli aylar filan olmuş.En sevdiğim gruplara zaman ayıramaz, müzik dinlemeyi adeta kendimden geçer bir halde zevkle dinlediğim zamanları arar olmuşum.
Bu duruma bir çözüm, bir kısıtlama getirmem gerektiği ihtiyacını hissediyorum.
Bu çözüm sadece plak dinlemek mi olur, cd ye yeniden geçiş mi olur bilemiyorum ama bir geriye dönüş, bir basite indirgeme,kendimi keşiflere kapatmam şart diye düşünüyorum.
Olaya bakış açınızın direk üzerinden gitmem gerekirse sizin düşündüğünüz şekilde bir emek ve değer kavramının eksik olduğunu açıklayayım; Kendi alanımdan örnek vereyim. Siz oturur bir tuvali önünüze koyarsanız malzemeleri hazırlar ve üretim sürecinin içinde kaybolmaya başlarsınız bu belki 1 ay belki 1 sene. Peki asıl soru şu sizin 1 senede üretebildiğiniz eser veya iş üçüncü bir kişisinin günlük üretiminin altında kalması diğer bir deyişle sizin hak ettiğinizi düşündüğünüz değeri alamaması durumunda “gerçekten” o değere layık olan için nasıl bir ölçüm tekniği uygulayacağız?
Güzel sanatlar tarihinde resim için konuşuyorum süreci incelerseniz iş yoğunluğunun giderek değer kavramından koptuğunu dolayısıyla artık “orijinallik” in değer kavramını ele aldığını fark edersiniz. Daha da açmak gerekirse Da Vinci, Mona Lisa adlı eseri senelerce uğraşlar ile ve sfumato gibi yenilikçi teknikler ve boyanın zaman içerisinde bozunmaya en dirençli olabileceği şekilde her ayrıntısı ile ince ince hesaplayarak yapmış bir sanatçıdır (ki kendisi özellikle tembel birisi) .Bu sanatçının ve eserinin değeri artık tartışılmıyor elbet tıpkı bazı grupların artık değerlendirilmesinin bile yapılamadan yeter ki iş yapsınlar’a dönüşmesi gibi ki buna rahatça Drudkh örneğini verebilirim. Yani bir nevi pioneer olmuşlardır ama olay şu, Günümüzde özellikle 1960′lar sonrası Modern sanat ile ulaşılan orijinallik ve yaratıcılık öyle hızını alamamıştır ki dünya da Rönesans dönemi ve Mona Lisa artık değerini çoktan yitirmiştir. Ve Duchamp’ın bir Pisuvar’ı dahi bir Mona Lisa’yı ezip geçmiştir. Kaldı ki Pisuvar readymade(hazır nesne) klasmanın da resmen sanatçının bile değil tesisatçının ürünüdür ve Duchamp onu satın alıp üzerine imza armaktan fazlasını yapmamıştır bırakın bir günü 10 dakikalık bir iştir ama seneler süren rönesans tabloları sözüm ona Mona Lisa, Sistine Şapeli gibi masterpieceleri gerilerde bırakabilmiştir.
Olay artık nedir biliyor musunuz, güzel sanatların tahmin edemeyeceğimiz kadar fazla fikirlere, işlere sahip olması ve değerlendirme kriterlerinin de bir o kadar katılaşması aslında. Artık neredeyse sanata yabancılaştık çünkü o kadar şey görüp dinliyoruz ki, ben Metal müziği sadece hoşuma gidiyor diye dinlerken yıllar içerisinde o Metal kelimesinin her noktasını bilir ve bilimum tür, alttür ile kulağımı o kadar fazla parçalar,fikirler, lirikler, imajlar sayılamaz yenilikler ile doldurunca bir grubu açtığımda ilk 10-15 saniyesinde bütün kararı ve analizi yapabiliyorum. Bir Brutal Death Metal alttüründe, Slamming Brutal Death Metal alttürü için rahat 1000′e yakın grup dinlemiş ve analiz etmişimdir ama gel gör ki zamanla kimilerini de silmem ile neredeyse 10 grup falan kalmıştır diskografi de bu alttür için. Çünkü o kadar fazla grup ve sound içerisinde kalıyorsunuz ki orijinal olanları da daima el altında tutuyorsunuz ve özellikle o alttür de aradığınız şeyleri bulduğunuz da. Şimdi Mozart’ın bir Requiem’i onlarca kişiden oluşan senfoniler bilimum enstrümanlar ile ne emekler verilerek icra edilir ama bir John Cage’in 4.33 adlı eseri de tek kişiden oluşur ve kelimenin tam anlamıyla sessizlikten oluşur sanatçı parmağını bile kıpırdatmaz ama sessizliği bütün kuralları dahilinde yönetir ve Requirem’den daha başarılı oluverir bir anda, paki neden? Çünkü inanılmaz bir avangard/deneysel müzik örneklerinden biridir tarihte ki tam anlamıyla dahice ve orijinaldir. Peki Mozart, Requiem değil miydi? Elbette bu yadsınamaz ama bahsettiğim gibi ilerleyen çağlar o zamandan bu yana müziğin tanımı çoktan değiştirdi ve ilerletti dolayısıyla o fikirler üzerine çok kafalar yoruldu ve yeni fikirler çıktı insanlar hepsini dinledi düşündü ve yaşadı.
Artık ne yazık ki çok çalışan değer görmüyor artık emek önemli değil fikir önemli, orijinal olmayı başarabilmek asıl marifet. Ve bu kadar şeyler görüp, dinleyen insanları da çok kısa sürede etkilemeyi başarmak zorundasınız. Çünkü artık insanların zamanları eskisi kadar çok değil ve uğraşabilecekleri sayısız uğraş var aynı şekilde sizin yerinize koyacakları. Bütün bunlar güzel sanatların tarihinin insanlığın tarihi kadar eski olmasına dayanıyor bu yüzden o kadar yıllanmış hatta asırlanmış bir olgu haline gelmişir ki sanat tanımsız kalmıştır çünkü hiçbir şey ona yetemiyordur tıpkı karadelikler gibi asla içinde ki asıl doğruya, imaja, fikire ulaşamıyorsunuz siz ne yapıyorsanız ona ulaşmak için her yakınlaştığınızda o sizi yutuyor ve bir paradoks gibi hiç bitmiyor.
Bu konuda ve buna benzer konularda oldukça doluyum. Ama amacım içimi boşaltmak ki yazmak bile zor geliyor. Yukarıda gerçekten de çok güzel yorumlar var. Bunları okurken de fark edebileceğimiz üzere bu sıkıntılar hayatın her yerinde baş gösteriyor. Resimde, müzikte hatta insanların birbirleriyle kurdukları ilişkilerinde. Kendi hayatım üzerinden bir örnek vermem gerekir ise şöyle; Birisi ile ilişki kuruyorsunuz, çıkmaya başlıyorsunuz ve kısa sürede ayrılıyorsunuz. Hemen ardından siz veya o kişi başkaları ile konuşmaya, ilgilenmeye başlıyor. Geriye dönüp baktığımda anladığım ve çözdüğüm şey en başa dönüp neden böyle olduğunu bulmaya çalışmak. İlişki nasıl başladı? Ortak bir arkadaşımız aracılığı ile telefon numaralarının birbirlerine verilmesi ile. Birbirimizi görmedik, duymadık, tanımıyoruz. Ne kadar konuştuk? Sadece bir hafta! Sadece bir hafta ve bu bir hafta tahmin edebileceğiniz üzere WhatsApp’ tan gerçekleşti. Her klasik insan, yada benim yaşımı baz alarak ”çocuk” diyeyim, her şey anlatılmaya başlandı… Bir kaç ayda bir insanın ailevi durumunu, özelliklerini, kendisini, çevresini, neye nasıl tepki verdiğini, duygularını anlar ve tanımaya başlarsınız. Okulda, işte, ailede bile böyledir. Yavaş, sakin ve uzun bir zaman diliminde. Fark etmezsiniz ve bu normaldir. Her şeyin kendiliğinden ve akışından gelişmesi en sağlıklısıdır çünkü. Ama sadece 1 haftada sırf konuşulacak konu olsun diye her özelliğinizi ve kimliğinizi döker iseniz karşılıklı olarak, haliyle ne ilginç bir tarafı kalıyor ilişkinin, ne konuşulacak, ne de yapılacak bir şeyi. İlişkide bir ayda biter. Karşı taraf kendisine hemen yeni birisini bulur. Çünkü hayatımızda her şey artık böyle. Burada aylarca üzerimden atamadığım bir sıkıntımdan örnek verdim. Amacım duygusallık yapmak değil, bir nevi bu sıkıntıların birbiri ile çok fazla uzak görünmelerine rağmen bağlantılı olduğunu söylüyorum. Metallica’ nın bir albümünü dinlemediğinizi var sayın ve dinlemek istiyorsunuz. Ama bir yandan içinizde diğer devleri de bilme, duyma ihtiyacı beliriyor. Testament, Megadeth, Slayer vs. gibi grupları. Bunu yapma ihtiyacından dolayı da bir albümü baştan aşağı (eğer albümü dinlemeye tenezzül edebiliyor iseniz) başladığınız da bile güzel bir kısmı duyar duymaz o anı sürekli bir tık ile geriye ala ala dinliyorsunuz, sıkılıyorsunuz, sadece onu dinliyorsunuz. Pop müzikte böyledir. Çok fazla itin götüne sokarız ama öyledir. Güzeldir, eğlencelidir ama ANLIK BİR EĞLENCEDİR. Bir çok insanın bir DJ ve Pop albümünü baştan aşağıya dinleyip bu burada ne demek istemiş, nasıl söylemiş, nerede ne yapmış dediğini ben görmedim. Düşündüğünü de sanmam. Burada ”BİZ METALCİLER ANLAMAYA ÇALIŞIYORUZ, ÇALGILARINI NASIL KULLANMIŞ? BATERİ DE HANGİ TEKNİĞİ KULLANMIŞ? ÖNCEKİ ALBÜMLERE GÖRE NASIL?” gibi üstünlük kuracak bir şeyde söylemiyorum ama durum bu. Bunları söylüyoruz çünkü bu ego da bizde var ve haklı bir ego bu. Karşımızda bu müzikle alakasız bir kişiye anlatırken ”Şöyle iyi bir gitarist, böyle harika bir geçiş sesi var” şeklinde bahsederiz. İster istemez de kendimizi üstün görürüz. Azda olsa haklı olduğumuz bir üstünlüktür bu. Dinlediğimiz sadece Metal değil hiç bir müziğe yeterli zaman tanımadığımız gibi, ilgi ve alakayı göstermediğimiz gibi her şeyi bilmek ve hızlıca tüketmek istiyoruz! Her grubu bilmek, her türe ayrı ilgili olmak yada sadece kendini belli şeylerle kısıtlamak gibi. Ama müzik böyle bir şey değil ki… Rock ve Metal müzik hiç öyle değil! Sonu olmayan bir kuyudur. Yukarıda ki bir arkadaşın örneği ile okyanusta diyebiliriz. Benim için uzaydır. Sonsuz gözükür her zaman ama bir sonu vardır (bana göre) elbette. Bizler her grubu, her türü, her müziği bildiğimizde artık nasıl keyif alacağız? Kendimize bunu sormalıyız bana kalırsa. Bir albümü sadece bir kere yarım yamalak dinleyip bir kanıya varmaktan bahsetmiyorum. Ondan sonra nasıl her şeye yarım yamalak geçiş yapıp hızlıca tüketip, değerlendirmemize ve bunun sömürülmesine daha da yardım etmemizden söz ediyorum. Bunlar hakkında ne zaman düşünsem kafam o kadar çok doluyor ki farkında olarak karşımda bir kişi varmış gibi kendi kendime konuşuyorum ve başımın ağrımasına yol açıyorum. Bunun olmasını engellemenin tek yolu da kendini dizginlemekten, zaman ayırmakla ve anlamaya çalışmakta geçiyor. Bunu sadece sevdiğiniz bu müzik için yapmayın, kendi akıl ve ruh sağlınız içinde yapın! Gerçekten etkiliyor… İlişkilerinizde, ailenizde, okul, iş arkadaşlarınızda yapın. Ortalarda bir yerde dediğim gibi bu tüm hayat ile ilgili bir şey günümüzde. Daha yazacak çok şeyim var ama uzadıkça uzuyor. Aradan da 2 senelik bir zaman geçmiş belki ama umarım anlatmak istediğimi hem yukarıda ki arkadaşlardan örnek alarak hemde kendi yaşadığım bazı sıkıntılardan örnek vererek anlatmaya çalıştım. Umarım birisi dönüp bakarsa eğer onu düşünmeye sevk edebilirim. Amacım buydu. Bu makaleyi daha erken görebilmeyi ve daha erkenden bir şeyler yazabilmeyi isterdim gerçekten, ama bu gün siteyi gezerken denk geldim. Yinede sonsuz teşekkürler…
Yorum yazan arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Okurken epey keyif aldım
Yıllar önce okuduğum, aklımdan hiç çıkmayan bir yazı bu. Bilhassa da Eternal Tears of Sorrow hakkında paylaşılan anı.
Arada aklıma gelir ve düşünürüm, acaba yazıda olduğu gibi dinlemeye mecbur kaldıkça normalde yüz çevireceğimiz işler daha cazip gelmeye başlayabilir mi diye? Eğer gelirse bile bunun sebebi, albümün artık anılarımızla özdeşleşmeye başlayarak dinlediğimiz her kerede bunları diriltmesi dolayısıyla gelişen bir hayranlık mı yoksa defalarca dinlendiği için albümde “gerçekten var olan ama ilk dinlemelerde fark edilmeyen” ayrıntıların artık tarafımıza görünür olması ve nihayetinde takdir etmeye, beğenmeye başlamamız mı diye düşünüyorum.
İşin içinden çıkamıyorum.