Merhabalar. Artık geleneksel metal camiasının yanında görece daha alternatif kalan grupların kritiklerini Cuma günleri yayınlayalım diye düşündük. Ortamlarda daha alternatif ya da daha ilginçli olamadığınız için üzülmeyeceksiniz, çünkü artık her Cuma iki kritik birden yayınlıyoruz. Bahsi geçtiğinde çok prim yapacağını düşündüğünüz ama aslında o kadar da prim yapmayan muhabbetler edesiniz diye… Bu görev de, tahmin edileceği üzere Onur ve Gökberk’e düştü. Daha fazla beklemeden yazılara geçelim hadi.
Onur SANCU
MONO – The Last Dawn/Rays of Darkness
“Rock müzik enstrümantasyonunu rock müzik dışı işler için kullanmak” gibi iddialı bir tanımla ismi konan güzide tür post-rock, her geçen gün, sanki bu tanım unutulmuş gibi, en net şekilde sıradanlaştırılarak ekmeği yenen türlerin başlarında geliyor. Özellikle 2000’lerden itibaren son derece tahmin edilebilir kalıplara giren post-rock, “duygusal hissetmeye çalışan” insanlar için fon müziği haline geldi. Tüm bu sıradanlaşma ve tahmin edilebilirliğin kol gezdiği cheap viagra yeni post-rock’ta, kendine özgü seslerle muadillerinden ayrılmayı başarmış grupların da manevi değerleri artıyor benim için. 1999’da kurulup 2000’ler sildenafil online post-rock’ında türdaşlarından sıyrılmayı başarabilen -bence- sayılı gruptan birisi olan MONO, özellikle “You Are There” isimli albümüyle beni ve bir sürü fâniyi etkisi altına almıştı. Fakat 2012’deki “For My Parents” ile birlikte yukarıda bahsi geçen sıkıcılık hikayesi MONO’yu da vurmuş gibi gözüküyor.
“The Last Dawn” ve “Rays of Darkness” isimli bu iki albüm birlikte kaydedildi ve aynı gün piyasaya sürüldü. Yani tek bir albümün birinci ve ikinci bölümleri gibi de denebilir. Yaklaşık 1,5 saat süren bu hikaye, “The Land Between Tides/Glory” gibi gayet güzel bir parçayla açılıyor diyebilirim. Fakat ikinci parça “Katana” ile birlikte ilk albüm “The Last Dawn”ın sonuna kadar, albümün sunmaya çalıştığı tüm epiklik, duygusallık, her şey tamamen tahmin edilebilir ve şaşırtıcı olmayan yollarda ilerliyor ne yazık ki. Önceden herhangi bir post-rock grubundan dinlemiş olabileceğiniz parçaların belki biraz daha “MONO bakış açısı”na bulanmış hali denebilir fakat her şeye rağmen iyi bir post-rock dinleyicisiyseniz, bir sonraki notanın ne olacağını bile tahmin
etmenizin pek zor olduğunu söyleyemem.
İkinci kısım olan “Rays of Darkness” ise “The Last Dawn”a oranla biraz daha iyi, daha MONO ve daha etkileyici denebilir. “Recoil, Ignite” gibi gayet hoş bir parçayla açılan ve “The Last Dawn”ın aksine çok daha üzgün olan ikinci kısım, yine “The Last Dawn”ın aksine başından sonuna kadar belli bir istikrarda ilerlemeyi http://canadianpharmacy-lowcost.com/ başarıyor. ENVY vokalistinin konuk olduğu “The Hand That Holds the Truth” ile MONO post-rock’ının bir anda screamo’ya dönüşmesi ise albümün en büyük sürprizi
ve ilgi çekici kısmı olabilir. “The Last Rays” isimli “ambient noise” diye tanımlayabileceğim bir parçayla kapanan “Rays of Darkness” genel olarak daha kulağa daha oturaklı geliyor. Fakat bu yine de büyük resmin, sadece MONO diskografisi içinde değerlendirsek bile, kulağa oldukça sıradan geldiği hissini değiştiremiyor.
Kopyalarının,
orijinallerini de anlamsız kılmayı başardığı bir zamanda, “The Last Dawn” ve “Rays of Darkness” isimli bu iki albüm, kendilerinden önceki gerek MONO albümlerinin gerekse muadillerinin bağlı bulunduğu bağlamlar dünyasından kopamadıkları sürece “bir diğer albüm” olarak kalmaya devam edecekler ne yazık ki.
Albüm notu: 6
Gökberk ERSES
GODFLESH – A World Lit Only by Fire
GODFLESH’in ne kadar çığır açıcı bir grup olduğunu hepimiz biliyoruz. Seksenlerin sonunda henüz metal cialis price canadian pharmacy dünyasına bulaşmamış endüstriyel olma halini, metal müziğin sertliği ile mükemmel bir şekilde buluşturup ortaya devrimsel nitelikte bir füzyon çıkarmış bir grup bu. Bu “endüstriyel olma hali”ni birazcık açmak gerekiyor. Bildiğimiz üzere endüstriyel devrimle birlikte daha önceden duymadığımız sesler hayatımıza girmeye başladı. Bu yeni sesler, öncekilerden çok daha metalik ve gürültülüydü. Bir süre sonra farketmeden yaşamımızın büyük bölümünü kapsamaya başladılar. Bu olduktan sonra işlediği her şeyi taklit etmeye de başlayan insanoğlu için bu sesleri müzikal boyuta taşımak kaçınılmazdı. Endüstriyel müzik de bu durumun bir çeşit ironisini içeriyor, bu gürültülü ve pürüzlü durumu çok daha ileri boyuta taşıyarak.
Uzatmadan konuya dönersem:
GODFLESH, bu estetiğin (ya da alışılagelmiş estetiğin yıkımının) metaldeki temsilci olacak şekilde yola çıkmıştı. Özellikle “Streetcleaner” –grubun en önemli albümü sayılabilir- tam anlamıyla fabrikadan çıkmış gibiydi. Seri üretimden çıktıktan sonra işçiler tarafından rötuşu yapılmamış şekilde köşeli, çapaklı, pürüzlü ve tekrarlıydı. Bu bakımdan endüstrinin kendisinin saf bir taklidi sildenafil over the counter halinde olduğunu söyleyebiliriz GOFLESH’in ilk hallerinin. Bu organik olmama, insani olmama ya da naif olmama durumu, dinlerken insanı belli bir yıkım atmosferine sürüklüyor. Bunu o kadar iyi kafamıza çakıyor ki bir süre kendimize gelemiyoruz. İşte bu başarı GODFLESH’in temel başarısıydı. Bu kadar devrimsel bir grup sayılmasının nedeni burada yatmakta bana kalırsa.
Sonraki GODFLESH’e baktığımızda ise biraz daha rafineleşen ve birkaç dub etkileşimi kazanan, ama yine de eski sertliğinden taviz vermeyerek aynı “yıkım” halini sürdürmekte olduğunu görüyoruz. İşte bu rafineleşme hali çok önemli bir nokta. Başlangıçta endüstrinin temsili olan GODFLESH, daha sonra kendisinin temsili haline geliyor, ki daha temiz ve rafine bir sound’a kavuşuyor. Bir nevi kendi seri üretimini oluşturuyor, üst katmana çıkmak gibi. Bu durumun, grubun verdiği uzun aradan sonra da devam ettiğini birkaç ay önce çıkan “Decline & Fall” ile görmüştük; “A World Lit Only by Fire” ile de bu düşüncemiz değişmiyor. Tabi, “bu durumun ne sakıncası var” diye de düşünebilir insan. Fikirsel olarak yaratıcılık ve orijinallik miktarının ilk durumda çok daha fazla olduğunu düşünüyorum. İkinci durumda ise daha çok “var olan fikri kullanma/cepten yeme” hali hakim. Müzikal olarak bu tarzdan zevk alan biri için kötü bir şey olması gerekmiyor tabi ki bu durumun. Fakat her şekilde ilk baştaki gibi devrimsel bir nitelik içermediğini de söylemeden geçemiyorum. Bu önemli noktanın dışında düşünürsek, “A World Lit Only by Fire” her GODFLESH albümü gibi insanı belli bir eşiğin üstünde tatmin eden, grubun o kendine has atmosferine taşıyan bir albüm. Ama “Streetcleaner” kadar değil.
Albüm notu: 6,5
“duygusal hissetmeye çalışan insanlar için fon müziği haline geldi”
Daha iyi anlatılamazdı.
Yeni Mono duble albümünün yılın en iyi işlerinden biri bence. Tahmin edilebilirlik açısından pek bir sıkıntı göremiyorum, zira Mono çoğu şarkısının altyapısını tek melodiden oluşturduğundan genellikle sonradan neyin geleceği az çok kestirilebiliyor zaten. İlgi olarak You Are There ile boy ölçüşemeyecek olabilir, ama kalite açısından altta kalır tarafı yok diyorum. Fakat iki albümde de ilk şarkılar cidden albümlerin en iyi şarkıları, tekrar tekrar döndüresim geliyor ikisini de.
Yeni Godflesh albümü hakkındaysa aynı duyguları paylaşıyorum diyebilirim. Obeyed gibi çok sevdiğim parçalar olsa da genel olarak Godflesh’in bütünü değil de tadımlığı verilmiş hissiyatı verdi bana. Streetcleaner ve Songs of Love and Hate gibi albümlerden sonra çığır açıcı birşey zaten beklemiyordum gerçi, bu yüzden genel olarak onunla da pek sıkıntım olmadığını söyleyebilirim.
Mono’yla ilk defa bu albümle tanıştım. Kendilerini bayağı sevdim. Post-Rock türüne pek hakim olamadığım ve yeni yeni alıştığım için yazarın karşılaştırdığı biçimde bir karşılaştırma yapamadım elbette. Neticede albümü başarılı buldum.
Godflesh’i ise dinlemedim, yorum yapamayacağım.