Teknik death metal dünyası birbirinden yetenekli ruh hastalarıyla dolu. Muhammed Suiçmez ekolünde yer alan ve yaptığı müziğin her şeyine hâkim olan figürler, gerektiğinde işi şova da dökebilen daha ekstrovert tipler, her albümünde grubun geri kalanıyla yollarını ayıran diktatör adamlar, her albümünde grubun geri kalanının gruptan kaçmasına neden olan sorunlu adamlar, adından başka hiçbir şeyini bilmediğiniz ancak sapkınlık düzeyinde iyi gitar çalan nerd’ler.
Ve bir de Jonas Bryssling…
Jonas Bryssling’in kendi kategorisini hak eden bir müzisyen olduğunu düşünüyorum. Hayatımda yazdığım ve metal içerikli bir sitede (metal-pit.com) yayınlanan ilk incelemem olması muhtemel “Cabinet” albümündeki (PA’daki incelemeyi sonradan başka arkadaş yazmıştı) manyaklık, sonra “Noctambulant”la ulaştığı yer, sonra “Incurso”yu çıkarıp noktaladığı SPAWN OF POSSESSION’ın 2000 sonrası teknik death metal sahnesinin en önemli gruplarından biri olduğu ortada. Sadece çok iyi gitar çalması, çok çetrefilli besteler yapması değil; Bryssling’in yer yer klasik müzik bestecilerini anımsatan katmanlı ve iç içe geçmiş gitar yazımının bir benzerinin tech-death dünyasında bile pek görülmediğini düşünüyorum. Üstelik sadece teknik gövde gösterisi ve sapık müzisyenlik olarak da kalmıyor, “Noctambulant”taki “Scorched”tan da bildiğimiz üzere müthiş atmosferler, gerginlikler, tatsızlıklar da yaratabiliyor.
RETROMORPHOSIS’in ne olduğuna gelecek olursak, esasında SPAWN OF POSSESSION “Incurso” sonrasında dördüncü albümü için çalışmaya başlamıştı ve albümün adı da “Retromorphosis” olacaktı. Ne var ki grup dağıldı ve tarihler 2020’yi gösterdiğinde Jonas Bryssling, davulcu Henrik Schönström hariç “Incurso” kadrosunu tekrardan toparlayıp davula da ODIOUS MORTEM’de ve DECREPIT BIRTH’te yaptığı acayip işlerden bildiğimiz KC Howard’ı oturtarak, albüm adını da grup adı yaparak RETROMORPHOSIS’i kurdu.
Dolayısıyla “Psalmus Mortis”, SPAWN OF POSSESSION’ın dağılıncaya kadar üzerinde çalışmakta olduğu materyaller ve yeni yazılan şeylerle ortaya çıkan bir albüm. “Psalmus Mortis”le ilgili ilk söyleyebileceğim, her ne kadar albüm yine çok büyük oranda bir Bryssling eseri olsa da ya kadronun geri kalanının da katılımından ya da Bryssling’in sonradan RETROMORPHOSIS’i dümdüz SPAWN OF POSSESSION yapmak istememesinden dolayı dinlerken Bryssling elinden çıkmamış gibi gelen çeşitli şeyler duyuyor olmam. Böyle düşünmemin sebebi, eğer Bryssling yıllar sonra bir farklı isimde bir SPAWN OF POSSESSION geri dönüşü planlamış olsaydı, en basitinden açılıştaki enstrümantal intro “Obscure Exordium”u bile çok daha hastalıklı bir şey olarak kurgulardı gibime geliyor. Intro SPAWN OF POSSESSION standartlarına göre epey konvansiyonel yapıda ve kendi adıma konuşursam daha ilk andan dördüncü SPAWN OF POSSESSION albümünü dinlemiyor olduğumu bana hissettirme görevi gördüğünü söyleyebilirim.
Sonraki şarkılarda işin dozu elbette ki artıp türlü türlü sapkınlıklara sahne oluyor, ancak bunca yıldır albümdeki müzisyenlerin yer aldığı pek çok projeyi yalayıp yuttuğumdan şarkıların belirli yerlerinde Bryssling, belirli yerlerinde Münzner imzası olduğuna dair çeşitli tahminlerim var. Mesela “The Tree”nin girişi veya grupla aynı adı taşıyan şarkının 1.35’teki kısımları Bryssling diye bağırıyor; onlar çok büyük ihtimalle “Incurso” sonrasında, “Retromorphosis” olması planlanan albüm için yazılan şeyler. Diğer yandan “Vanished” girdikten sonraki tapping’li lead gitar da apaçık Münzner diye göz kırpıyor. YouTube’da Bryssling’in yakın zamanda verdiği uzun röportajlar var ve bu konuları çok daha detaylı açıklıyor, ancak hepsini dinleyecek zamanı bulamadığımdan, o röportajları izleyen olduysa incelemede atladığım ya da yanlış yorumladığım bir şey varsa söylerse sevinirim, düzeltmiş oluruz.
Bu detayları bir kenara bırakırsak RETROMORPHOSIS tam anlamıyla üst düzey müzisyenlikle dolu bir hayvanlık gösterisi. Bas çalıyorsanız Erlend Kaspersen’i, gitar çalıyorsanız Jonas Bryssling’i ve Christian Münzner’i, davul çalıyorsanız KC Howard’ı dinleyerek ya enstrümanınızdan soğuyabilir ya da gaza gelip daha da gelişmek için motivasyon bulabilirsiniz. Yine de kendimizi kandırmayalım, büyük olasılıkla bir soğuma olacak. Bu durumu bir kenara bırakırsak, “Psalmus Mortis”i doğal olarak beğenmiş olmakla birlikte içinde, hatta kalbinde Bryssling’in yer alıyor olmasından dolayı beklediğim atmosferi tam olarak bulduğumu da söyleyemeyeceğim. SPAWN OF POSSESSION’ı çok üst düzey bir sapkınlık yapan şey grubun teknik death metalin sınırlarını zorlarken bir yandan da atmosfer yaratmayı başarıyor olmasıydı. Bu açıdan bakınca, belki albüm konseptinin bu tarz için sıra dışı olmasından (“Christie Hala’nın Vasiyeti” diye teknik death metal şarkısı yapmış adamlar) belki belli şarkıların veya albümdeki bazı bölümlerin farklı zaman dilimlerinde yazılmış olmasından “Psalmus Mortis”i tam ve bir bütün olarak içselleştirmekte bir tık zorlanıyorum. Bireysel performanslar elbette ki ders diye okutulacak cinsten ve kompleks şarkı yapılarına diyecek bir şeyim de tabii ki yok. Ama muhtemelen SPAWN OF POSSESSION markasından dolayı ister istemez bu tarz bir “SoP daha iyi” düşüncesi tepede bir bulut gibi asılı duruyor.
Buna rağmen, verdiğim nottan da anlaşılacağı üzere SPAWN OF POSSESSION ruhunun geri dönmüş olması, bu kadar üst düzey müzisyenin bir albümde buluşmuş olması, Bryssling’in dehasına yıllar sonra tekrar tanık olabiliyor olmak elbette ki harika bir şey. SPAWN OF POSSESSION bende özel yeri olan bir grup, o yüzden yukarıdaki serzenişlerim de tamamen kişisel ve çok detayda kalan şeyler. Objektif olarak baktığımda “Psalmus Mortis” dünyada teknik death metali en iyi yapan birkaç adamın ortak imzasını taşıyan, bu iş böyle yapılır dedirten, baştan sona ezici bir gövde gösterisi. Türü seviyorsanız kesinlikle, tabii ki de, her türlü dinleyin.
Geçenlerde paylaştığım röportajında Jonas, artık günde 8 saat gitar çalışacak vakti olmadığını ve SoP şarkılarının çoğunu çalamayacağını söylüyordu. Grubun ismini de bu yüzden değiştirdiğini düşünüyorum. Konserlerde eski şarkıları çalmaları gerekmeyecek. Evlenip çoluk çocuğa karışan bir gitarcı olarak acısını paylaşıyorum. Cennet, hem çocuk, hem de kariyer yapabilen müzisyenlerin ayakları altındadır :)
“İçselleştirememe” yorumuna ben de katılıyorum. Bu nedenle de -eğer olursa- bir sonraki albümün asıl sınav olacağını düşünüyorum. Eğer kafasındaki gibi daha old school bir beste yapısını kendi tarzına iyi oturtabilirse o zaman tadından yenmez.
Bu albüme de fazlasıyla sirayet ettiğini düşündüğüm spawn of possession’la alakalı sorun olarak nitelendirdiğim bazı hususları en bilindik örneklerle elimden geldiğince olabilecek en somut şekilde aktarmak istedim, biraz uzun olmuş olabilir.
SoP müziğinde prodüksiyonun gruba oldukça kötü yönde hizmet ettiğini düşünüyorum. Gitar tonuyla alakalı bir problemim yok ama -özellikle noctambulant’ta epeyce barizleşen- prodüksiyon sebebiyle aralıkların anlaşılamamasıyla alakalı ciddi problemim var. Palm mute’la basılan notalar çoğu zaman neredeyse ghost note hükmümde. Aralıkları anlayabilmek için olağandan çok daha fazla dikkatli dinlemek gerekiyor. Dikkatli dinlesen dahi çoğu zaman anlayamayabiliyorsun. Birçok teknik death grubu gibi sürekli kök notanın oktavını palm mute’la kullanan bir grup olsalar çok sıkıntı görmem bunu ancak SoP rifflerinde pm’i sadece bu şekilde kullanmıyor. Pm’le oldukça geniş aralıklarda geziyor ancak gel gör ki prodüksiyon sebebiyle biz bu aralıkları neredeyse hiç anlayamıyoruz dinleyici olarak. Şarkıyı öğrenmek için tabları açtığımda “bu parça böyle miymiş lan” dediğim çok fazla SoP riffi var. Sonra orijinal kaydı dinleyip “hakikaten buymuş” diyordum. Aslında ne çalındığını parçayı öğrenirken anlıyordum. Pm bir kenara, kalın tellerde basılan açık notalarla yakın aralıklar kullanılınca bile bazen anlaşılmıyor aralıklar.
Yukarıdaki paragrafta anlattıklarımı grubun en bilindik parçası lash by lash’in main riffi üzerinden anlatayım.
İlk iki tekrarda daha net anlaşılsın diye tempoyu düşürdüm. İlk tekrar aslında duymamız gereken şekli, ikinci tekrar bizim albümü dinlerken duyduğumuz şekli. Son iki tekrarlar da aynı şekilde duymamız gereken ve bizim duyduğumuz kıyaslaması olarak riffin tamamını şarkının kendi temposunda kullandım. Videoyu izledikten sonra orijinal kaydın 55. saniyesine gidip dinleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Parçayı öğrenirken “ulan ne tatlı riffmiş aslında” dedim. Çalmadan önce sadece dinleyiciyken bunun farkında değildim. Power chordlu kısıma kadarki bölümünü, ilk 4 barı clean’de çalın mesela nasıl güzel tınlayacak göreceksiniz. Hatta hiç pm kullanmadan tamamını açık nota olarak basın. Normalde bi death metal riffini bu şekilde çalınca çoğu zaman bi garabet çıkar ortaya, bu kadar tatlı gelmez. Bu kadar güzel riff yazmışsın, bırak da duyalım be aga ne çaldığını. Ben duyuyorum birader, sorun sende diyene de bir şey diyemem. Bende o kulak yok herhalde.
2000 yılında çıkardıkları ilk demodan beri aynı prodüktörle çalışıyor bryssling. Bu albüm de yine aynı prodüktör. Noctambulant’ta bu sorun zirve yapsa da incurso’nun biraz daha “ferah” prodüksiyonuyla biraz daha duyabilmeye başladık ama yine olması gereken ölçüde olmadığı kanaatindeyim. Bu albüm de prodüksiyon olarak incurso’ya epey yakın. Hoş, bu albümde incurso ve noctambulant’a kıyasla duymaya değer ne yoğunlukta materyal var onu da ayrıca tartışmak gerekir. En az 15 tur döndürmüş olsam da bu kısmı tümüyle irdeleyecek kadar çok dinledim diyemem albümü. Ama şu anki düşüncelerim doğrultusunda onlar kadar vaatkar olduğunu söyleyemem.
Teknik death metalin zor olan kısmının icracılık olduğuna çok katılamıyorum. +240 bpmde string skipping’e alışkın bi picking hand’i olan biri -alışkın değilse de birçok noktada hybrid picking’le işi çok kolaylaştırabilir- birkaç ay sweep, yatay eksendeki sol el zıplamaları ve pick slanting mekaniklerine hoca gözetimi olmaksızın çalışarak çok da zorlanmadan en azından bazal düzeyde teknik death icracısı olabilir. Sadece ne kadar zaman ayrıldığı, ne ölçüde ciddi ve doğru çalışıldığıyla alakalı bence. Ciddi bir koordinasyon problemi olmadığı sürece çalışa çalışa çoğu kişi bir ölçüde teknik death icracısı olabilir. Çalışa çalışa çok da ilerlenemeyen, işin doğal yeteneğe bakan kısmı iyi bir teknik death bestecisi olabilmek. Kimin ne kadar iyi çaldığının zerre önemi yok nezdimde açıkçası. Artık müziğe dair tek ilgimi çeken nokta işin doğal yetenek boyutu.
Yazının bu ikinci kısmında biraz hadsizlik yapıcam. Bundan 5 yıl önce biri karşıma geçip bryssling’in besteciliğini eleştirse “ya dayı hadi bi siktir git” deyip ne dediğini dinlemezdim bile. Ama ben bugün bryssling’in besteciliğini eleştirme hadsizliğini yapıcam maalesef.
Kafamda teknik death metal bestecilerini teoride kabaca 3’e ayırıyorum; 1. grup: bulduğu materyaller üzerine çok kafa yormayan, bulduğu bu materyalleri pek de bir filtreye tabi tutmadan parçaya dahil eden, bu materyalleri dahil ederken de ne kadar “organik” olduğunu çok da umursamayan, yaptığı bestelere dinleyici gözüyle bakmayan, bulduğu fikirlere pek de eleştirel yaklaşamayan veya ortalama fikirlerini gereğinden fazla beğenen vasat veya kötü besteciler. Türün çoğunluğunu bu arkadaşlar oluşturuyor. 2. Grup: ince eleyip sık dokuyan, bulduğu materyalleri ciddi düzeyde filtreleyip sadece en iyilerini kullanan ve bunlar üzerinde kafa yorup bu materyalleri çeşitlendiren, bunları organik biçimde birleştirebilen, en önemlisi yaptığı besteye dinleyici gözüyle bakabilen, en basit fikirleri bile makyajlayıp keyifli hale getirebilen ve kendi fikirlerine çok da acıması olmayan, titiz çalışan besteciler. Toplasan 20 kişi ya eder ya etmez. 3.Grup: Dokunduğu altın olan adamlar. Çok da düşünmediği, siklemeden yazdığı 4 barla bile hayran bıraktıran -en azından dinlerken bunu hissettiren-, zaten yazdığı rifflerin çoğu “dinlemek istediği müzik” olduğu için dinleyici gözünden bakmasına pek gerek olmayan, altın yumurtlayan adamlar. Toplasan 2-3 kişi anca eder. Bu bahsettiğim ayrım yer yer albüme, yer yer parçaya göre değişen kabaca yaptığım teorik bir ayrım kendimce. Pratikte bu kadar net bir karşılığı yok tabii ki.
Bryssling’i bu noktada gruplar arası en çok geçiş yapan besteci olarak görüyorum. Dinlerken bazen 1. gruptaki bi besteciyi dinliyorum, bazen 3, bazen de 2. gruptaki bir besteci gibi geliyor. Parçadan parçaya standartın değişmesini geçtim, bir parçanın içinde bile bu standart o kadar değişiyor ki tarifi yok. İnanılmaz dalgalı bir grafiği var.
Teknik death metalin en büyük problemi dinleyiciyi çoğu zaman bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek zorunda bırakması. 30 saniye iyi bir riff dinlemek için geri kalan 4 dakika boyunca vasatlığa tahammül etmek zorunda kalabiliyorsun bu türde. Bu oranı değiştirebilen gruplar kendini diğerlerinden ayırıp elit sınıfa giriyor. Bu elit sınıfta olup da dinleyicisini keçiboynuzu çiğnemeye maruz bırakmaya en çekinmeyen adam bryssling. Bilindik örneklerle somutlaştırmaya devam edeyim: grubun hit parçalarından bodiless sleeper müthiş bir ilk 1.5 dakikadan sonra 1.35’te saçma sapan bir garabete bağlıyor. Yarrağım gibi bir 30 saniye dinliyoruz mesela. Öncesindeki groove’la uzaktan yakından alakası yok. Tam bir spawn of possession 30 saniyesi. Sonrasında bi 50 saniye daha vasatlığa maruz kalıyoruz keyifli bir şey dinlemek için. Sonrasında nihayet parça keyifli şeyler duyacak eksende devam ediyor. Yine lash by lash’ten örnek vereyim: o ana kadar müthiş gidip 1.37’de giren son derece kötü bi solo ve peşinden 1.50’de girip 2.20’ye kadar eziyet çektiren yarrağım gibi bir bölüm daha ve sonrasında parçanın geri kalanın müthiş olması. SoP diskografisinde apparition dışında bu dalgalanmaları yaşamadığım, baştan sona kusursuz ve keyifle tamamını dinlediğim dediğim ikinci bir parça yok. Her parçada aşırı sevdiğim ve nefret ettiğim veya vasat bulduğum çok fazla bölüm var. Albüm de, parçalar da kendi içinde çok dalgalı bu bağlamda.
Bu sorunun sebebinin parça başına çok fazla materyal kullanılmasında ve bu materyaller kullanılırken pek bir fitreye tabi tutulmadan ve bu materyaller üzerine pek kafa yorulmadan parçaya dahil edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bryssling bestelerken genel şablonu kafada tasarlayıp sanki aradaki boşlukları alelade dolduruyor gibi hissediyorum dinlerken. Bunu bir ölçüde anlıyorum. Her fikir üzerine aşırı vakit harcandığında besteyi tamamlamak pek mümkün olmuyor, iyi fikirlere tutunup onun ekseninde kalmak da bazen sıkıcı olabiliyor. Şöyle ki; teknik death çalan biri için 40-50 saniyeden aynı riffi çalmaya devam etmek gerçekten sıkıcı olabiliyor. Tür de zaten buna çok müsait değil. 3 tane canavar gibi rifften ibaret bi teknik death parçası da yazılabilir ama bu hem dinleyici açısından parçayı çok uzun ömürlü kılmıyor hem de icracı açısından çalmak da sıkıcı olabiliyor. Bunu ne kadar önemsiyorlar bilmiyorum ama ben en azından 40-50 saniyeden daha uzun süre aynı riffi çalarsam iş sıkıcı hale geliyor benim için. Bunun da payı olduğu kanaatindeyim.
İyi besteciler bu bahsettiğim sorunu gördüğüm kadarıyla 3 farklı şekilde çözüyor. İlk çözüm: iyi materyale tutunup sonrasında onu farklı bir varyanta döndürüyorlar. O kaliteli materyalin varyantı da zaten genellikle kaliteli oluyor. Bilindik örneklerle somutlaştırayım: the stillborn one’da 1.57’de parçanın ikinci bölümüne girdiğimiz kısmından beethoven kısmına kadarki bölümü. Müthiş bir quintuplet riff giriyor, iki kez tekrar ediyor. Bunu defalarca çalıp sıkıcılaştırmak veya başka bir riffe atlamak yerine o kaliteli materyale bağlı kalınarak çeşitlendiriliyor. Aynı riffin kalın tellerle biraz daha değiştirilmiş ikinci varyantı iki gitar arasında paslaşılarak çalınıyor. İki kez de bu ikinci varyant çalınıyor. İlla çok ince işçiliğe gerek yok, bir başka örnek olarak ignominious & pale’in solo sonrasındaki son 70 saniyesi aslında aynı rifften ibaret. En başta sekizlik olarak, sonrasında tripletlerle, sonrasında da 16’lıklarla çalınıyor. Baktığın zaman çok basit bir fikir ama çalışıyor. Tempoyla beraber hissiyat da duyum da başkalaşıyor. Materyal çok kaliteli bir kere, nasıl bir varyanta döndürürsen döndür güzel geliyor. Riffi limon kasa klasik gitarla çalınca bile güzel tınlıyor. Bir başka bilindik örnek de gula’nın ortalarında giren swing riffinin ikişer kez tekrar eden iki varyantı. İlk iki tekrar riffin ham hali ve tappingle çözümlenen şekli, ikinci varyantı akorlarla çözümlenen varyantı. Bu tür iyi bir materyal bulup onu çeşitlendirme işi bryssling’in bestecilik repertuvarında yok. Vasat altı girişimleri var sadece bu yönde ve bu kısıma çok kafa yormadığı belli. İkinci çözüm türü: iyi bir materyalin peşinden ondan bağımsız basit bir ara materyal gelir (bridge değil) ama iyi besteciler çoğu zaman o basit materyali makyajlıyor. Somut örnek: dark matter secret’ın organic nucleation parçasında 2.11-2.22 arası groove riff sonrasındaki 15 saniyelik bölüm. 3 notalık bir çözüme dayanan son derece basit bir bölüm ama 3 notalık çözümü 4 farklı tension’a bağlayarak çalıyor ikişer kere, hatta çözümlerden birinde pinch’le çalıp çözümün duyumunu da değiştiriyor. 3 notalık çözümü öyle bir makyajlamış ki felaket alıyorum o bölümden. Bryssling bu türü de çok uygulamıyor, basit fikirler koyabiliyor ama o fikir iyiyse iyi, değilse değil. Basit bir fikri makyajlamıyor. Üçüncü tür de en bilindik şekil: bi ana materyalden diğer ana materyale geçiş. Her zamanki metot bu, iyi besteciye has bir metot değil, bahsedecek pek bir şey yok bu metoda dair. Sonraki riff iyiyse iyi kötüyse kötü.
Bu bahsettiğim şeyler sadece bryssling özelinde değil, türün genelinde olan problemler. Değişken olmak zorunda olan bir tür için de son derece normal bu sorunların olması. X bir bestecide bu özensizliği görünce pek de siklemem geçerim ama bryssling bunlara rağmen hakikaten çok iyi bir besteci. Yakındığım nokta bu segmentteki bir besteciden beklediğim özeni her zaman görememem. Bazen gereğinden fazla keçiboynuzu çiğnemek zorunda kalıyoruz bryssling bestelerini dinlerken.
Son olarak albüme gelirsek önceki üç albümde albüme tutunmayı sağlayacak bölümler bu albümdekilerden çok daha fazlaydı. Belki ilerleyen zamanlarda fikrim değişir ama şu aşamada biraz tadımı kaçırdı retromorphosis. Yine de sadece SoP’tan duyabileceğimiz bi müzik var ortada. Geçmişin hatrına dinliyorum bol bol, umarım bir yerde açılır artık.
Sanki Retromorphosis değil de “görece daha kolay dinlenilebilen, biraz uslanmış ve çok çok az paslanmış Spawn of Possession” gibi geldi bana. Bunca sapık müzisyeni birbirinin arkasına saklamayan, hatta bununla kalmayıp çok tatlı kullanılmış keyboardlara da yer açmayı başaran prodüksiyonu da atlamayalım: Bryssling daha ilk SoP demosundan beri, adı sanı pek bilinmeyen Magnus Sedenberg ile çalışıyor ve buradaki kayıt işçiliği de yine enfes.
Geçenlerde paylaştığım röportajında Jonas, artık günde 8 saat gitar çalışacak vakti olmadığını ve SoP şarkılarının çoğunu çalamayacağını söylüyordu. Grubun ismini de bu yüzden değiştirdiğini düşünüyorum. Konserlerde eski şarkıları çalmaları gerekmeyecek. Evlenip çoluk çocuğa karışan bir gitarcı olarak acısını paylaşıyorum. Cennet, hem çocuk, hem de kariyer yapabilen müzisyenlerin ayakları altındadır :)
“İçselleştirememe” yorumuna ben de katılıyorum. Bu nedenle de -eğer olursa- bir sonraki albümün asıl sınav olacağını düşünüyorum. Eğer kafasındaki gibi daha old school bir beste yapısını kendi tarzına iyi oturtabilirse o zaman tadından yenmez.
16.03.2025
@hysteresis, hahahahe
Ben yazının tersine albümün gecikmesi nedeniyle beklentilerimi düşürmüştüm. Otuzbirini çekip bırakacak gibi geliyordu ama albüm gayet hoşuma gitti.
Neredesin Ertuna Yavuz…??
Bu albüme de fazlasıyla sirayet ettiğini düşündüğüm spawn of possession’la alakalı sorun olarak nitelendirdiğim bazı hususları en bilindik örneklerle elimden geldiğince olabilecek en somut şekilde aktarmak istedim, biraz uzun olmuş olabilir.
SoP müziğinde prodüksiyonun gruba oldukça kötü yönde hizmet ettiğini düşünüyorum. Gitar tonuyla alakalı bir problemim yok ama -özellikle noctambulant’ta epeyce barizleşen- prodüksiyon sebebiyle aralıkların anlaşılamamasıyla alakalı ciddi problemim var. Palm mute’la basılan notalar çoğu zaman neredeyse ghost note hükmümde. Aralıkları anlayabilmek için olağandan çok daha fazla dikkatli dinlemek gerekiyor. Dikkatli dinlesen dahi çoğu zaman anlayamayabiliyorsun. Birçok teknik death grubu gibi sürekli kök notanın oktavını palm mute’la kullanan bir grup olsalar çok sıkıntı görmem bunu ancak SoP rifflerinde pm’i sadece bu şekilde kullanmıyor. Pm’le oldukça geniş aralıklarda geziyor ancak gel gör ki prodüksiyon sebebiyle biz bu aralıkları neredeyse hiç anlayamıyoruz dinleyici olarak. Şarkıyı öğrenmek için tabları açtığımda “bu parça böyle miymiş lan” dediğim çok fazla SoP riffi var. Sonra orijinal kaydı dinleyip “hakikaten buymuş” diyordum. Aslında ne çalındığını parçayı öğrenirken anlıyordum. Pm bir kenara, kalın tellerde basılan açık notalarla yakın aralıklar kullanılınca bile bazen anlaşılmıyor aralıklar.
Yukarıdaki paragrafta anlattıklarımı grubun en bilindik parçası lash by lash’in main riffi üzerinden anlatayım.
Guitar pro’da palm mute artikülasyonunu değiştirerek iki farklı şekilde çaldım: https://streamable.com/edtr6b
İlk iki tekrarda daha net anlaşılsın diye tempoyu düşürdüm. İlk tekrar aslında duymamız gereken şekli, ikinci tekrar bizim albümü dinlerken duyduğumuz şekli. Son iki tekrarlar da aynı şekilde duymamız gereken ve bizim duyduğumuz kıyaslaması olarak riffin tamamını şarkının kendi temposunda kullandım. Videoyu izledikten sonra orijinal kaydın 55. saniyesine gidip dinleyin, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Parçayı öğrenirken “ulan ne tatlı riffmiş aslında” dedim. Çalmadan önce sadece dinleyiciyken bunun farkında değildim. Power chordlu kısıma kadarki bölümünü, ilk 4 barı clean’de çalın mesela nasıl güzel tınlayacak göreceksiniz. Hatta hiç pm kullanmadan tamamını açık nota olarak basın. Normalde bi death metal riffini bu şekilde çalınca çoğu zaman bi garabet çıkar ortaya, bu kadar tatlı gelmez. Bu kadar güzel riff yazmışsın, bırak da duyalım be aga ne çaldığını. Ben duyuyorum birader, sorun sende diyene de bir şey diyemem. Bende o kulak yok herhalde.
2000 yılında çıkardıkları ilk demodan beri aynı prodüktörle çalışıyor bryssling. Bu albüm de yine aynı prodüktör. Noctambulant’ta bu sorun zirve yapsa da incurso’nun biraz daha “ferah” prodüksiyonuyla biraz daha duyabilmeye başladık ama yine olması gereken ölçüde olmadığı kanaatindeyim. Bu albüm de prodüksiyon olarak incurso’ya epey yakın. Hoş, bu albümde incurso ve noctambulant’a kıyasla duymaya değer ne yoğunlukta materyal var onu da ayrıca tartışmak gerekir. En az 15 tur döndürmüş olsam da bu kısmı tümüyle irdeleyecek kadar çok dinledim diyemem albümü. Ama şu anki düşüncelerim doğrultusunda onlar kadar vaatkar olduğunu söyleyemem.
Teknik death metalin zor olan kısmının icracılık olduğuna çok katılamıyorum. +240 bpmde string skipping’e alışkın bi picking hand’i olan biri -alışkın değilse de birçok noktada hybrid picking’le işi çok kolaylaştırabilir- birkaç ay sweep, yatay eksendeki sol el zıplamaları ve pick slanting mekaniklerine hoca gözetimi olmaksızın çalışarak çok da zorlanmadan en azından bazal düzeyde teknik death icracısı olabilir. Sadece ne kadar zaman ayrıldığı, ne ölçüde ciddi ve doğru çalışıldığıyla alakalı bence. Ciddi bir koordinasyon problemi olmadığı sürece çalışa çalışa çoğu kişi bir ölçüde teknik death icracısı olabilir. Çalışa çalışa çok da ilerlenemeyen, işin doğal yeteneğe bakan kısmı iyi bir teknik death bestecisi olabilmek. Kimin ne kadar iyi çaldığının zerre önemi yok nezdimde açıkçası. Artık müziğe dair tek ilgimi çeken nokta işin doğal yetenek boyutu.
Yazının bu ikinci kısmında biraz hadsizlik yapıcam. Bundan 5 yıl önce biri karşıma geçip bryssling’in besteciliğini eleştirse “ya dayı hadi bi siktir git” deyip ne dediğini dinlemezdim bile. Ama ben bugün bryssling’in besteciliğini eleştirme hadsizliğini yapıcam maalesef.
Kafamda teknik death metal bestecilerini teoride kabaca 3’e ayırıyorum; 1. grup: bulduğu materyaller üzerine çok kafa yormayan, bulduğu bu materyalleri pek de bir filtreye tabi tutmadan parçaya dahil eden, bu materyalleri dahil ederken de ne kadar “organik” olduğunu çok da umursamayan, yaptığı bestelere dinleyici gözüyle bakmayan, bulduğu fikirlere pek de eleştirel yaklaşamayan veya ortalama fikirlerini gereğinden fazla beğenen vasat veya kötü besteciler. Türün çoğunluğunu bu arkadaşlar oluşturuyor. 2. Grup: ince eleyip sık dokuyan, bulduğu materyalleri ciddi düzeyde filtreleyip sadece en iyilerini kullanan ve bunlar üzerinde kafa yorup bu materyalleri çeşitlendiren, bunları organik biçimde birleştirebilen, en önemlisi yaptığı besteye dinleyici gözüyle bakabilen, en basit fikirleri bile makyajlayıp keyifli hale getirebilen ve kendi fikirlerine çok da acıması olmayan, titiz çalışan besteciler. Toplasan 20 kişi ya eder ya etmez. 3.Grup: Dokunduğu altın olan adamlar. Çok da düşünmediği, siklemeden yazdığı 4 barla bile hayran bıraktıran -en azından dinlerken bunu hissettiren-, zaten yazdığı rifflerin çoğu “dinlemek istediği müzik” olduğu için dinleyici gözünden bakmasına pek gerek olmayan, altın yumurtlayan adamlar. Toplasan 2-3 kişi anca eder. Bu bahsettiğim ayrım yer yer albüme, yer yer parçaya göre değişen kabaca yaptığım teorik bir ayrım kendimce. Pratikte bu kadar net bir karşılığı yok tabii ki.
Bryssling’i bu noktada gruplar arası en çok geçiş yapan besteci olarak görüyorum. Dinlerken bazen 1. gruptaki bi besteciyi dinliyorum, bazen 3, bazen de 2. gruptaki bir besteci gibi geliyor. Parçadan parçaya standartın değişmesini geçtim, bir parçanın içinde bile bu standart o kadar değişiyor ki tarifi yok. İnanılmaz dalgalı bir grafiği var.
Teknik death metalin en büyük problemi dinleyiciyi çoğu zaman bir dirhem bal için bir çeki keçiboynuzu çiğnemek zorunda bırakması. 30 saniye iyi bir riff dinlemek için geri kalan 4 dakika boyunca vasatlığa tahammül etmek zorunda kalabiliyorsun bu türde. Bu oranı değiştirebilen gruplar kendini diğerlerinden ayırıp elit sınıfa giriyor. Bu elit sınıfta olup da dinleyicisini keçiboynuzu çiğnemeye maruz bırakmaya en çekinmeyen adam bryssling. Bilindik örneklerle somutlaştırmaya devam edeyim: grubun hit parçalarından bodiless sleeper müthiş bir ilk 1.5 dakikadan sonra 1.35’te saçma sapan bir garabete bağlıyor. Yarrağım gibi bir 30 saniye dinliyoruz mesela. Öncesindeki groove’la uzaktan yakından alakası yok. Tam bir spawn of possession 30 saniyesi. Sonrasında bi 50 saniye daha vasatlığa maruz kalıyoruz keyifli bir şey dinlemek için. Sonrasında nihayet parça keyifli şeyler duyacak eksende devam ediyor. Yine lash by lash’ten örnek vereyim: o ana kadar müthiş gidip 1.37’de giren son derece kötü bi solo ve peşinden 1.50’de girip 2.20’ye kadar eziyet çektiren yarrağım gibi bir bölüm daha ve sonrasında parçanın geri kalanın müthiş olması. SoP diskografisinde apparition dışında bu dalgalanmaları yaşamadığım, baştan sona kusursuz ve keyifle tamamını dinlediğim dediğim ikinci bir parça yok. Her parçada aşırı sevdiğim ve nefret ettiğim veya vasat bulduğum çok fazla bölüm var. Albüm de, parçalar da kendi içinde çok dalgalı bu bağlamda.
Bu sorunun sebebinin parça başına çok fazla materyal kullanılmasında ve bu materyaller kullanılırken pek bir fitreye tabi tutulmadan ve bu materyaller üzerine pek kafa yorulmadan parçaya dahil edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bryssling bestelerken genel şablonu kafada tasarlayıp sanki aradaki boşlukları alelade dolduruyor gibi hissediyorum dinlerken. Bunu bir ölçüde anlıyorum. Her fikir üzerine aşırı vakit harcandığında besteyi tamamlamak pek mümkün olmuyor, iyi fikirlere tutunup onun ekseninde kalmak da bazen sıkıcı olabiliyor. Şöyle ki; teknik death çalan biri için 40-50 saniyeden aynı riffi çalmaya devam etmek gerçekten sıkıcı olabiliyor. Tür de zaten buna çok müsait değil. 3 tane canavar gibi rifften ibaret bi teknik death parçası da yazılabilir ama bu hem dinleyici açısından parçayı çok uzun ömürlü kılmıyor hem de icracı açısından çalmak da sıkıcı olabiliyor. Bunu ne kadar önemsiyorlar bilmiyorum ama ben en azından 40-50 saniyeden daha uzun süre aynı riffi çalarsam iş sıkıcı hale geliyor benim için. Bunun da payı olduğu kanaatindeyim.
İyi besteciler bu bahsettiğim sorunu gördüğüm kadarıyla 3 farklı şekilde çözüyor. İlk çözüm: iyi materyale tutunup sonrasında onu farklı bir varyanta döndürüyorlar. O kaliteli materyalin varyantı da zaten genellikle kaliteli oluyor. Bilindik örneklerle somutlaştırayım: the stillborn one’da 1.57’de parçanın ikinci bölümüne girdiğimiz kısmından beethoven kısmına kadarki bölümü. Müthiş bir quintuplet riff giriyor, iki kez tekrar ediyor. Bunu defalarca çalıp sıkıcılaştırmak veya başka bir riffe atlamak yerine o kaliteli materyale bağlı kalınarak çeşitlendiriliyor. Aynı riffin kalın tellerle biraz daha değiştirilmiş ikinci varyantı iki gitar arasında paslaşılarak çalınıyor. İki kez de bu ikinci varyant çalınıyor. İlla çok ince işçiliğe gerek yok, bir başka örnek olarak ignominious & pale’in solo sonrasındaki son 70 saniyesi aslında aynı rifften ibaret. En başta sekizlik olarak, sonrasında tripletlerle, sonrasında da 16’lıklarla çalınıyor. Baktığın zaman çok basit bir fikir ama çalışıyor. Tempoyla beraber hissiyat da duyum da başkalaşıyor. Materyal çok kaliteli bir kere, nasıl bir varyanta döndürürsen döndür güzel geliyor. Riffi limon kasa klasik gitarla çalınca bile güzel tınlıyor. Bir başka bilindik örnek de gula’nın ortalarında giren swing riffinin ikişer kez tekrar eden iki varyantı. İlk iki tekrar riffin ham hali ve tappingle çözümlenen şekli, ikinci varyantı akorlarla çözümlenen varyantı. Bu tür iyi bir materyal bulup onu çeşitlendirme işi bryssling’in bestecilik repertuvarında yok. Vasat altı girişimleri var sadece bu yönde ve bu kısıma çok kafa yormadığı belli. İkinci çözüm türü: iyi bir materyalin peşinden ondan bağımsız basit bir ara materyal gelir (bridge değil) ama iyi besteciler çoğu zaman o basit materyali makyajlıyor. Somut örnek: dark matter secret’ın organic nucleation parçasında 2.11-2.22 arası groove riff sonrasındaki 15 saniyelik bölüm. 3 notalık bir çözüme dayanan son derece basit bir bölüm ama 3 notalık çözümü 4 farklı tension’a bağlayarak çalıyor ikişer kere, hatta çözümlerden birinde pinch’le çalıp çözümün duyumunu da değiştiriyor. 3 notalık çözümü öyle bir makyajlamış ki felaket alıyorum o bölümden. Bryssling bu türü de çok uygulamıyor, basit fikirler koyabiliyor ama o fikir iyiyse iyi, değilse değil. Basit bir fikri makyajlamıyor. Üçüncü tür de en bilindik şekil: bi ana materyalden diğer ana materyale geçiş. Her zamanki metot bu, iyi besteciye has bir metot değil, bahsedecek pek bir şey yok bu metoda dair. Sonraki riff iyiyse iyi kötüyse kötü.
Bu bahsettiğim şeyler sadece bryssling özelinde değil, türün genelinde olan problemler. Değişken olmak zorunda olan bir tür için de son derece normal bu sorunların olması. X bir bestecide bu özensizliği görünce pek de siklemem geçerim ama bryssling bunlara rağmen hakikaten çok iyi bir besteci. Yakındığım nokta bu segmentteki bir besteciden beklediğim özeni her zaman görememem. Bazen gereğinden fazla keçiboynuzu çiğnemek zorunda kalıyoruz bryssling bestelerini dinlerken.
Son olarak albüme gelirsek önceki üç albümde albüme tutunmayı sağlayacak bölümler bu albümdekilerden çok daha fazlaydı. Belki ilerleyen zamanlarda fikrim değişir ama şu aşamada biraz tadımı kaçırdı retromorphosis. Yine de sadece SoP’tan duyabileceğimiz bi müzik var ortada. Geçmişin hatrına dinliyorum bol bol, umarım bir yerde açılır artık.
Karma is a bitch.
Sanki Retromorphosis değil de “görece daha kolay dinlenilebilen, biraz uslanmış ve çok çok az paslanmış Spawn of Possession” gibi geldi bana. Bunca sapık müzisyeni birbirinin arkasına saklamayan, hatta bununla kalmayıp çok tatlı kullanılmış keyboardlara da yer açmayı başaran prodüksiyonu da atlamayalım: Bryssling daha ilk SoP demosundan beri, adı sanı pek bilinmeyen Magnus Sedenberg ile çalışıyor ve buradaki kayıt işçiliği de yine enfes.