Metalin gelişimi ve bugünlere değin gerçekleşen evrimi söz konusu olduğunda, “Olmasaydın, olmazdık” diyebileceğimiz ilk birkaç grubun arasında bulunan bu dev çınarın; zaman içinde yaptıklarını kimsenin detaylandırmasına, uzun uzadıya anlatmasına ihtiyacı yok elbette. Ancak, gönül verdiğimiz bu müziği müzikal yapısından modasına değin şekillendirmiş, bugün “baba” dediğimiz gruplardan tutalım da Dave Mustaine, Mikael Åkerfeldt, Chuck Schuldiner gibi tarzında öncü müzisyenlere ilham olmuş Judas Priest’in; sahip olduğu statüyü elde etmesi de diğer herkes gibi insani diyebileceğimiz aşamalardan geçmişti. Kurulduğu dönem ve filizlenme sürecinde karşılaştığı zorluklar bakımından ele aldığımızda grubu, şüphesiz büyüklüklerini katlayarak arttıran çileler gözümüze çarpıyor.
Bugün teknolojik imkânlar bakımından daha rahat bir konumda bulunuyor olduğumuzu hesaba kattığımızda, bir efsane hâline gelmeden evvel Judas Priest’in yaşadığı sıkıntılar çok anlamlı ve yüce bir noktaya erişiyor şüphesiz. İdeallerini gerçekleştirmek ve karar verdikleri yolda ilerlemek adına günlük öğünlerinden ciddi ölçüde tavizler veren, kayıt-prodüksiyon için gerekli olan maddi gereklilikleri karşılayabilmek adına işlere girip çalışan ve bu sayede günlük hayatın realitesinde farklı, dört duvar arası stüdyolarda farklı bir kimlik edinip müziğinde bu ikili dünyayı yansıtan grup üyelerinin hikâyelerine baktığınızda duygulanmamak elde değil.
Grubun ikinci stüdyo albümü “Sad Wings of Destiny”, yalnızca kayıt sürecinde değil kayıt sonrasında da Judas Priest’in hayal kırıklıklarıyla ve çeşitli maddi zorluklarla sınandığı bir dönemin ürünü. Ama işte, bir grubun gelecekte neler yapacağını, ne çeşit bir potansiyele sahip olduğunu göstermek bir kenara içinize işlemesi bakımından benzeri oldukça sınırlı sayıda bulunabilecek bir albüm “Sad Wings of Destiny”. Bunun da temel bir sebebi var elbette. 70’li yıllarda ortaya çıkan ve heavy metalin doğmasını sağlayan belli başlı büyük grupların bilhassa ilk iki albümlerine bakıldığında, geçmiş yıllarda rock müzik bünyesinde bulunan müzikal bileşenleri o türlerin taşıdığı sound’dan çok daha keskin, gürültülü ve “evil” tınlayacak bir sound ile birleştirmeleri olarak göze çarpıyor bu temel sebep.
Rock n roll, blues, hard rock, progresif rock, funk ve daha nicesi gibi bu türlerin heavy metal bünyesinde ortaya konulan ilk albümlerde nasıl yer aldığı zaten “heavy metalin kökeni” konseptli sayısız belgesel, yazı ve kitaptan biliniyor. Hâliyle, tarihsel yönüne baktığımızda ziyadesiyle ilerlemeci bir ivme kazandığını gördüğümüz heavy metalin, barındırdığı bu çok katmanlı yapıyı henüz yeni doğmakta olan kendine özgü sound’u ile kontrol altına alması ve zamanla onlardan ayrışacak bir sürece atılması kolay başarılabilecek bir iş değildi. “Sad Wings of Destiny”nin bu bağlamda kritik bir rölü vardı, çünkü Black Sabbath’ın “Black Sabbath-Paranoid” ikilisi ve Scorpions’ın “Lonesome Crow” albümü düşünüldüğünde, heavy metalin sesini daha güçlü yönde duyurmasına yönelik sonraki ciddi adım Judas Priest’in bu albümüyle meydana geldi denilebilir.
A ve B yüzü olmak üzere iki kısıma ayrılan albümün destansılığı esasen birçoğunuzun da bildiği üzere büyük oranda A yüzündeki parçalardan kaynaklanıyor. Aradan geçen onca sene ve çıkan onca albüme rağmen grubun eskimeyen klasikleri arasında yer alan “Victim of Changes”, “Dreamer Deceiver” gibi parçalar bu yüzde yer alıyor malumunuz. Peki, herhangi bir değerlendirme kriterini baz almadan salt bir dinleyici olarak baktığımızda dahi güzelliği ve vuruculuğu bariz bir şekilde yüzümüze çarpan, ruhumuza dokunan albümün; rock ve metal müzik kültürü açısından incelendiğinde içerdiği bileşenler neler diye sorarsak karşılaşacağımız tabloyu betimlemek için “mozaik” kelimesi yerinde bir seçim olabilir. Grubun diskografisi bazında olmasa da içerdiği müzikal yapı bakımından bir geçiş albümü olarak nitelendirebileceğimiz “Sad Wings of Destiny”, şarkılarına ve yayınlandığı yıl olan 1976’ya dikkat kesildiğimizde döneminin yaygın rock müzik türlerine ( hard rock, opera rock, progresif rock gibi) ve bizzat kendisinin de etkilendiği hemşerisi Black Sabbath sebebiyle erken dönem heavy metaline yer veriyor. Grubun, kaynağını Deep Purple’dan Queen’e, Black Sabbath’dan Led Zeppelin’e değin ziyadesiyle geniş bir spektrumdan bulduğu müziği, bu kadar büyük ilhamlar arasında bir “ben”den söz edebilecek aralığı öyle hassas bir şekilde ayarlıyor ki büyünün tamamlanması için cadı kazanına atılması gereken hayati önemdeki son parça hâline geliyordu bu müziğin doğası. Dinlendiğinde nerede heavy metalimsi olduğunu, nerede hard rock’a kaydığını, nerede biraz Queen’e göz kırptığını anlayabildiğimiz Judas Priest’in sahip olduğu o son değerli parça neydi ki etkilendiği gruplardan enstantaneler paylaşan birilerinin icralarının da ötesinde, bütüncül olarak bir efsanenin doğuşuna şahit oluyorduk biz ? Sebebi aşikâr, Robert Halford isminde bir sese sahipti Judas Priest.
Grup, enstrümantasyonuyla sürecin en ağır kısmını dâhiyane bir şekilde düzenliyorken Halford; benzersiz çığlıkları, kadife gibi ses tonu ve güçlü tutkusuyla o bestelere kimlik veren figür hâline geliyordu. Judas Priest’in söz konusu albüm sonrası çok daha göz önüne gelen bir grup olmasında, çalışma içerisinde etkisini en güçlü hissettiren kişi olması itibarıyla Halford’ın birincil önemde bir yer tuttuğunu söylemenin yanlış olmadığını düşünüyorum bu nedenle. Bunun nasıl gerçekleştiği üzerine daha detaylı konuşmak için belirli parçalar üzerine yoğunlaşmak yerinde olabilir.
“Victim of Changes”… Bulunduğu dönemin de etkisiyle yoğun ölçüde progresif bir yapı barındıran bu beste, şarkı trafiğinden sololarına, bir metronom gibi tıkır tıkır işleyen ama kesinlikle mekanik olmayan davullarından Halford’un vadilerde dakikalarca yankılanabilecek ihtişamdaki tiz çığlıklarına değin fazla açıklamaya yer bırakmıyor. Dinlendiğinde gayet iyi anlaşılabileceği üzere, grup üyeleri enstrümanlarında meziyetlerini gösterirken esasen Halford’ın şovunu gerçekleşmesine de muazzam ölçüde zemin hazırlayan bir alt yapı sunmuş oluyor. Böylelikle vokalistin, kişisel yeteneği ile grup uyumunu birleştirerek ortaya koyduğu iş albüme damgasını vuruyor daha ilk parçadan. Öyle ki bu metot albümün geri kalanında da şarkıları sürükleyecek temel bir yöntem hâline geliyor. Çalışmanın yürek yakan baladı “Dreamer Deceiver”, başından sonuna değin yoğun bir melodik yapı üzerine inşa edilmiş olmasına rağmen grup tarafından adeta “Haydi Rob, göster onlara kim olduğunu !” dercesine vokalistin sesini öne çıkarmak üzere bestelenmiş olduğu izlenimini veriyor. Bununla birlikte Halford’ın fazla öne çıkmadan grupla biraz daha dengeli gittiği “The Ripper” gibi bestelerde özellikle gitarların, üzerine kurulduğu armonik yapı gelecekte Iron Maiden’ın deyim yerindeyse başucu kitabı olarak kullanacağı bir kompozisyon sunuyordu ki bu durum fazla uzak olmayan bir zamanda iki grubun da NWOBHM’in bayraktarlığını yapacak dönemlerin tohumunu ekmekteydi.
Albümün ikinci kısmına yönelik ise grubun; ilham aldığı kaynakları bir kez daha özgün besteciliğiyle başarılı bir şekilde birleştirdiğine örnek teşkil edecek iki şarkı üzerinde durmak istiyorum. Bu şarkıların ilki olan “Tyrant” önemli ölçüde Deep Purple’ı andıran solo kısımlarıyla bilhassa dikkat çekici. İlk solonun girdiği yerde parça trafiğinin aldığı hâl olsun, parçanın sonlarına doğru ikinci büyük solonun bittiği yerde giren davul atağı olsun; hem “Child in Time”ın hareketli kısımlarını hem de “Burn”ün durmak bilmeyen adrenalinli yapısını çağrıştırması bakımından bir nevi “ustalara saygı kuşağı”na dönüşen bu beste buram buram hard rock kokuyor. Piyanonun başına geçip geriden destekleyici vokalleri de yapan Glenn Tipton’ın bir kez daha “Haydi Halford!” dediği beste “Epitaph” ise ustalara saygının Queen bölümünü oluşturan bir parça deyim yerindeyse. Huzurlu havası, ekolu ve yer yer çift vokalli yapısı ile bariz bir Queen etkileşimi sunan “Epitaph”, albümün ikinci kısmını başlatan “Prelude” ile beraber B yüzünün hard rock ağırlıklı yapısını opera rock’la dengeliyor ve bu sayede çalışmanın genelinin içerdiği tarz çeşitliliğini besliyor.
A yüzünde Black Sabbath, Led Zeppelin ve hatta yer yer Jimi Hendrix’i akıllara getiren grup, albümün öteki yüzündeki Deep Purple-Queen senteziyle beraber “Sad Wings of Destiny”nin hem dönemi itibarıyla oldukça zengin bir çalışma olmasını sağlıyor hem de bu grubun, gelecekte bu albümün üstüne fazlasıyla koyabilecek ve rock-metal müzik kültürüne damgasını vurabilecek bir karaktere sahip olduğunun mesajını veriyor adeta. Daha ikinci stüdyo albümünde ilham aldığı birden fazla tarzı kompozisyon bakımından bu kadar başarılı ve özgün şekilde sunabilecek bir kimyaya sahip olduğunu gösteren Judas Priest, gelecekte; yalnızca ilham almakla kalmayıp en fazla ilham veren gruplar arasına da gireceğini göstermiş oluyordu. Yıllar sonra gelen “British Steel”, “Screaming for Vengeance” ve heavy metalin sert çocuklarına “Siz sertlik görmemişsiniz” diyerek tokadı patlatan “Painkiller” ile de bunu ispatlıyordu. Varsın, “Sad Wings of Destiny”, grup elemanlarının bekledikleri satış rakamını sağlayamamış olsun. Bir önemi var mıydı? Adını anmış olduğum o albümler “Sad Wings of Destiny” gibi bir albüm yapılmamış olsaydı eğer, vücuda gelebilir miydi? Açıkçası sanmıyorum. Çünkü 70’ler, 80’ler ve 90’larda; bu yıllara heavy metalin asla unutamayacağı bir albümle giriş yapma alışkanlığını edinmiş grubun (“British Steel”- 1980, “Painkiller”- 1990) 70’ler söz konusu olduğunda payına düşen albüm “Sad Wings of Destiny” idi.
Daha söylenecek çok şey vardır illaki bu albümün nezdinde. Ancak tek bir incelemenin bünyesinde her şeye yer vermek mümkün değil. Öte yandan, an itibarıyla albümü açıp o yıllara bir geri dönüş yapmak ve Yahuda rahibinin, kaderin üzgün kanatları hakkında neler söylediğini yeniden hatırlamak çok daha cazip bir teklif.
Hem kritik hem inceleme kıvamında nefis bir yazı olmuş, eline sağlık. Şöyle bir baktım, JP’nin epey bir albümü var yazılması gereken. İstediğinde diğerlerinden de bekliyoruz.
@Ahmet Saraçoğlu, Teşekkürler Ahmet abi. Evet, incelemeyi yazarken sitede eksik Judas albümlerini de fark ettim. Erken ve orta dönemlerinden bilhassa baya eksik var. En azından adı geçen “British Steel” ve “Screaming for Vengeance” albümlerini kazandırmak güzel olabilir zamanla.
@Ahmet Saraçoğlu, Belki biri görür de yazası gelir diye söyleyeceğim aklıma gelmişken, Black Sabbath’ın da bir sürü albümü yok ve sitenin kritik bazında tek büyük eksiği bence.
Bence en iyi Judas Priest albümü. Screaming for Vengeance, Defenders of the Faith falan da çok severim ama bu çok başka. Not yerinde olmuş. Kritik de çok iyi.
Benim gözümde de en iyi Judas Priest albümü. Rob Holford metal camiasının kuşkusuz en büyük birkaç isminden biri. Yıllarca çok fazla grup, vokalist dinledik ama çok azı beni bu adam kadar etkileyebilmiştir.
Dreamer Deceiver hak ettiği değeri yeterince görmüyor bence. Vokal konusunda zirve heavy metal şarkılarından, üstüne de muhteşem bir gitar solosu. Vokal mi solo mu daha iyi diye yıllarca düşünmüşümdür bu şarkı için
ne zaman sarhoş olsam aklıma gelir Dreamer Deceiver ve Deceiver.. yine tonla içtim açtım. boşalıyorum ya. kulaklarımdan fışkırıyor. böyle bir haz olamaz. teşekkrler..teşekkürler..teşşekkrler..
We followed the dreamer through the purple hazy clouds
He could control our sense of time
We thought we were lost but no matter how we tried
Everyone was in peace of mind….
Storm of the lights bane bile geldi, artık bu albüm de spotify gibi ortamlara düşmeli. Kendimi geçtim karıya kıza dreamer deceiver öneriyoruz, kız nereden dinleyecem bunu diyor…
Hem kritik hem inceleme kıvamında nefis bir yazı olmuş, eline sağlık. Şöyle bir baktım, JP’nin epey bir albümü var yazılması gereken. İstediğinde diğerlerinden de bekliyoruz.
21.03.2020
@Ahmet Saraçoğlu, Teşekkürler Ahmet abi. Evet, incelemeyi yazarken sitede eksik Judas albümlerini de fark ettim. Erken ve orta dönemlerinden bilhassa baya eksik var. En azından adı geçen “British Steel” ve “Screaming for Vengeance” albümlerini kazandırmak güzel olabilir zamanla.
21.03.2020
@Ahmet Saraçoğlu, Belki biri görür de yazası gelir diye söyleyeceğim aklıma gelmişken, Black Sabbath’ın da bir sürü albümü yok ve sitenin kritik bazında tek büyük eksiği bence.
Gerçekten çok iyi bir giriş. Harika bir inceleme olmuş.
21.03.2020
@Sinan Ceylan, Teşekkür ederim.
Bence en iyi Judas Priest albümü. Screaming for Vengeance, Defenders of the Faith falan da çok severim ama bu çok başka. Not yerinde olmuş. Kritik de çok iyi.
Şu hayatta Judas Priest’e duyduğum saygıyı çok az şeye duyuyorum
Benim gözümde de en iyi Judas Priest albümü. Rob Holford metal camiasının kuşkusuz en büyük birkaç isminden biri. Yıllarca çok fazla grup, vokalist dinledik ama çok azı beni bu adam kadar etkileyebilmiştir.
Dreamer Deceiver hak ettiği değeri yeterince görmüyor bence. Vokal konusunda zirve heavy metal şarkılarından, üstüne de muhteşem bir gitar solosu. Vokal mi solo mu daha iyi diye yıllarca düşünmüşümdür bu şarkı için
İkinci Şarkı ”The Ripper” direkt Manowar soundu. Kimleri etkilememiş ki bu grup?. Efsane.
ne zaman sarhoş olsam aklıma gelir Dreamer Deceiver ve Deceiver.. yine tonla içtim açtım. boşalıyorum ya. kulaklarımdan fışkırıyor. böyle bir haz olamaz. teşekkrler..teşekkürler..teşşekkrler..
We followed the dreamer through the purple hazy clouds
He could control our sense of time
We thought we were lost but no matter how we tried
Everyone was in peace of mind….
saglam albumdur severız
Storm of the lights bane bile geldi, artık bu albüm de spotify gibi ortamlara düşmeli. Kendimi geçtim karıya kıza dreamer deceiver öneriyoruz, kız nereden dinleyecem bunu diyor…
Deceiver spotify’a gelmiş. Taksit taksit ödüyorlar herhalde
18.05.2024
@Yiğit, Abi ben de albüm geldi zannedip heyecanlandım yahu anasayfada yarım görünce yorumu :D