Bu müziğin beni afallatmasına, tam kafa sallarken bakışlarımı bir yere sabitleyip “Bu herifler ne yapıyor ya?” diye kendi kendime konuşmaya başlatmasına bayılıyorum. En afili afallamalarımdan birini kuşkusuz Mercyful Fate’in “Melissa”sı ile yaşamış, King Diamond’ın “Abigail” ve “Them”iyle bunu istemsiz olarak tekrarlamıştım. Tabii Helstar ve müthiş albümü “Burning Star”ın başlangıcıyla da bu afallamalara yenisini eklemiştim. Hiç yalan konuşmayayım, “Painkiller”ı Death sayesinde keşfettiğim için onun afallamasını Chuck sayesinde deneyimlemiştim; hayat, kader, kısmet diyelim. Eh, nihayetinde adını andığım gruplar, müzisyenler, bu işi yalayıp yutmuş, 1980’lerde bir bakıma mührü basmışlardı. Evet, ekstrem metal türlerinde şaşırtıcı bir şeylere denk gelip ağzımız hâlâ iki karış açık kalabiliyor fakat heavy metal/speed metal tarafında dinlerken bize ters takla attırıp bunu nasıl yapabildiğimizi sorgulatmayacak derecede başarılı işler çıkabiliyor mu? 2019’un en saçma sorusu olduğunun çok farkındayım, tabii ki, çıkmaz olur mu?
Evet arkadaşlar, 2019’un bitmesine şunun şurasında 3-5 gün kaldı ama bu yıl çıkan bombastik bir albümü kesinlikle pas geçmemeniz için kolları sıvadım ve geçtim Word’ün karşısına. “Bugünkü konuğumuz” diye başlamayacağım, baş tacı etmemiz gereken bir albümü çok ama çok geç bir vakte bıraktığım için kendi adıma üzgünüm gerçekten. Hâlbuki albümü neredeyse çıktığı dönemde keşfetmiştim; Smoulder ve The Lord Weird Slough Feg kritikleriyle birlikte yazacaktım ama kısmet bugünlereymiş.
Riot City, şakır şakır kaliteli grup çıkaran Kanada’nın 2010’lu yıllara armağan ettiği bir başka mucizevi oluşum. Herifler, az önce adını andığım grupların ne yaptığını mükemmelen analiz etmişler ve kendi müziklerini, gençliklerinin verdiği enerjiyle birleştirip harika şekilde ortaya koymuşlar “Burn the Night”ta. Taze sayılabilecek bir grup olan Riot City, yerinde duramayan, cıva gibi bir müzik yapıyor. Adamlar birazcık da baba gruplardan da esinlenmeler içeren acayip akılda kalıcı rifler bulmuşlar ve uzun zamandır sahnelerin tozunu yutmaları nedeniyle de harika şekilde kaydı tamamlayıp albümü salmışlar ortamlara. Grubun yaptığı müzikte, girişte de anlattığım gibi ciddi bir afallatma etkisi var ve örneğini verdiğim gruplardan anlayacağınız üzere bunun merkezinde de vokaller var.
King Diamond, James Rivera ve Rob Halford karışımı bir vokal tekniği kullanan Cale Savy, şarkıların dinamizmini öyle bir arttırıyor ki “Dur ulan şurada da bağırsın öyle kafa sallarım” diyerek doğrudan vokallere odaklanmaya başlıyorsunuz. Cale kardeşimin ne yaptığının, neyi niye yaptığının çok farkında olduğunu, nerede yüksek notalara çıkarsa dinleyicinin çıldıracağını filan enikonu hesapladığını düşünüyorum. Böylesine bir başarı rastgele kararlarla olacak şey değil. Aynı zamanda grubun gitaristlerinden de biri olan Cale’e şarkılarda geri vokal yaparak destek atan diğer gitarist ve basçının da hakkını yemeyeyim, parçaların gaza getirme katsayısını birkaç katına çıkarıyorlar.
Çift gitarın bu müzikte neden gerekli, en azından olursa süper olduğunun kanıtları arasına “Burn the Night”ı rahatlıkla ekleyebiliriz. Ritim gitarın lead gitarla dansı, atılan sololar, tespit edebildiğim kadarıyla ilk üç King Diamond albümüne mini saygı duruşları içeren kısımlar, gerçekten çok iyi. Davul taburesinde oturan Chad Vallier de elinden ayağından geleni ardına koymamış ve parçaların ilgi çekici olmasını sağlamış. Grupla nispeten yeni tanıştığım için önceki davulcu Ty Gogal’ın vefat ettiğini bilmiyordum, son parçada kendisinden izler var. Keşke böylesine iyi işler yapan genç sanatçılar zamansız ayrılmasalar aramızdan, bir gücümüz olsa da onlar yerine, gerçekten göçüp gitmesi gerekenlere yol versek de bu adamlar müzik üretmeye kaldıkları yerden devam etseler. Bu satırları yazarken arkada çalan “In the Dark” şarkısının kasvetli havasından hareketle yazıyı daha karanlık bir forma sokmayayım ve kapanışa doğru geçeyim izninizle.
“Screaming for Vengeance” esintili kapağından tutun da yapılan müziğin kendisine dek her yanı buram buram 1980’ler, Judas Priest, King Diamond kokan, kâh gaza getiren kâh düşüncelere sevk eden ama daha çok gaza getiren bir albüm “Burn the Night”. Underground ekstrem gruplara dalıp gidiyor, heavy metalde Kanadalı gencoların neler neler yaptığını bilmiyorsanız, size referans olabilecek güzel bir albüm bu. Riot City’nin, PA’da kritiği yayınlanan; Eternal Champion, Slough Feg, Smoulder gibi heavy metal gruplarıyla büyük konser organizasyonlarında yer alacağını da belirteyim. Bana kalırsa bu grup ve benzeri başarılı gruplar sayesinde önümüzdeki yıllarda çok ama çok acayip şeylere tanıklık edeceğiz.
Bu grubun adını 2-3 ay önce burada öneri kısmında gördüğümden beri albümü sayısız kez dinledim. Kapağın ”Screaming for Vengeance”ı çağrıştırması beni cezbeden ilk unsurdu. Ardından vokaller ve sound son vuruşu yaptı. Kritikte denildiği gibi keşke biraz daha önce yazılsaydı, belki birçok kişinin sene sonu listesinde olabilirdi fakat geç olsun güç olmasın. Kritik için ellerine sağlık.
Judas Priest Firepower’ı yaparken seksenlerdeki prodüktörünü yanına aldı. Yetmedi albüm kapağında Screaming For Vengeance’a birebir gönderme yaparak o albümün tadında bir iş yapılacağının sinyallerini vermiş oldu. Öyle de oldu. Taş gibi bir işle karşımıza çıktılar. Buna rağmen sound gayet de modern 2010′lar sound’uydu (Andy Sneap).
Judas Priest gibi direkt o dönemden gelen gruplar dahi yeni eserlerinde güncel kalmayı tercih ediyorken, yeni yetme grupların bu grupları taklit etmekle kalmayıp kendilerini, bilmeyenin 35 yıl önceki bir şeyi dinlediğini zannettirecek bir sound ile sunmalarına anlam veremiyorum.
Kendinden baskın şeyler katabilmiş retro gruplar dinleyiciye daha çok hitap ediyor bence. Bunu yapabilenlerin içinde en meşhuru Ghost zaten.
Riot City; bestecilik mükemmel, vokal taş fakat aşırı klişe, taklit müzik. Şu parçaları daha modern, kendi sound’larını oturtmuş şekilde icra etseler kendilerine tapardım.
Axehammer, Warrior, Griffin, Warlord, Loudness, Demon, Culprit, Glacier, Damien, Tokyo Blade gibi 80′lerde bu müziği icra etmiş sayısız gruba bayılırım. Lakin o müziği günümüzde sürdürmeye çalışan “yeni muhafazakarlık” bana son derece gülünç ve anlamsız geliyor. Bunun sebebi de söz konusu olan şeyin basitçe taklit olması. O kadar saçma bir durum ki, bu müziğin ilk dönemlerinde üretilen albümler son dönem taklitlerinden kat be kat daha iyi. Yeniden üretim diye bir şey zaten söz konusu bile değil. Kimse o müziği alıp kendi rengini vererek yeni bir şeye dönüştüremiyor. Böyle bir algı bile yok. Death ve black metal ilk formlarının üzerine bin koyup neredeyse kozmik bir form kazandı. Klasik heavy ve speed alanında ise kutsal kabul edilen ’80′leri taklit çabasından başka bir şey yok.
En son White Wizzard ilk albümüyle bende “Bu adamlar bu işi biliyor” düşüncesi oluşturmuştu. Şimdi de Riot City ile aynı duyguyu yaşıyorum, albümü sürekli döndürme isteği duyuyorum. Sanırım bunda en önemli pay müziğin epey speed metal etkisi içermesi. Agent Steel ve Savage Grace’ten sonra bu tarz neredeyse tamamen bir yana bırakıldı. Anca başka tarzlarla melezleştirilerek kullanıldı. Muhtemelen metal tarihinde en az üretim yapılan alt tarz olarak kaldı. İşte Riot City bana “Bi’ Savage Grace – Into The Fire açayım”a benzer bir tat veriyor! Tabii bir de Steve Grimmett tarzı, kontrolden çıkmış, cam çerçeve maliyeti doğuran çığlık çığlığa vokaller var. Adamlar müzikteki her detayı doğru şekilde işlemişler. Böylesine varım!
In The Dark, 3 Inches Of Blood – Axes Of Evil’dan beri dinlediğim en gaz klasik heavy metal şarkısı olabilir.
Cale Savy’nin sesi ’80′lerden bir vokaliste acayip benziyor, ama çıkaramadım bir türlü.
Biri getirse ya şunları ya, şöyle ucuzundan bir pazar olur çarşamba olur saçmasapan bir gün 100-150 kişi saçmasapan bira içip ciyak ciyak bağırıp metale doysak, kurtarmaz mı acaba?
Ne güzel grupmuş lan bu
Şahane albüm. Bir Paladin – Ascension kritiği de görmek isteriz.
Eline sağlık Oğuz. Henüz dinleyemedim ama çok merak ediyorum. İlk fırsatta dinleyeceğim.
Grup ateş ediyor resmen.Tarz buram buram 80′li yıllar kokuyor ve vokal yıkıyor ortalığı.
Bu grubun adını 2-3 ay önce burada öneri kısmında gördüğümden beri albümü sayısız kez dinledim. Kapağın ”Screaming for Vengeance”ı çağrıştırması beni cezbeden ilk unsurdu. Ardından vokaller ve sound son vuruşu yaptı. Kritikte denildiği gibi keşke biraz daha önce yazılsaydı, belki birçok kişinin sene sonu listesinde olabilirdi fakat geç olsun güç olmasın. Kritik için ellerine sağlık.
Judas Priest Firepower’ı yaparken seksenlerdeki prodüktörünü yanına aldı. Yetmedi albüm kapağında Screaming For Vengeance’a birebir gönderme yaparak o albümün tadında bir iş yapılacağının sinyallerini vermiş oldu. Öyle de oldu. Taş gibi bir işle karşımıza çıktılar. Buna rağmen sound gayet de modern 2010′lar sound’uydu (Andy Sneap).
Judas Priest gibi direkt o dönemden gelen gruplar dahi yeni eserlerinde güncel kalmayı tercih ediyorken, yeni yetme grupların bu grupları taklit etmekle kalmayıp kendilerini, bilmeyenin 35 yıl önceki bir şeyi dinlediğini zannettirecek bir sound ile sunmalarına anlam veremiyorum.
Kendinden baskın şeyler katabilmiş retro gruplar dinleyiciye daha çok hitap ediyor bence. Bunu yapabilenlerin içinde en meşhuru Ghost zaten.
Riot City; bestecilik mükemmel, vokal taş fakat aşırı klişe, taklit müzik. Şu parçaları daha modern, kendi sound’larını oturtmuş şekilde icra etseler kendilerine tapardım.
Axehammer, Warrior, Griffin, Warlord, Loudness, Demon, Culprit, Glacier, Damien, Tokyo Blade gibi 80′lerde bu müziği icra etmiş sayısız gruba bayılırım. Lakin o müziği günümüzde sürdürmeye çalışan “yeni muhafazakarlık” bana son derece gülünç ve anlamsız geliyor. Bunun sebebi de söz konusu olan şeyin basitçe taklit olması. O kadar saçma bir durum ki, bu müziğin ilk dönemlerinde üretilen albümler son dönem taklitlerinden kat be kat daha iyi. Yeniden üretim diye bir şey zaten söz konusu bile değil. Kimse o müziği alıp kendi rengini vererek yeni bir şeye dönüştüremiyor. Böyle bir algı bile yok. Death ve black metal ilk formlarının üzerine bin koyup neredeyse kozmik bir form kazandı. Klasik heavy ve speed alanında ise kutsal kabul edilen ’80′leri taklit çabasından başka bir şey yok.
En son White Wizzard ilk albümüyle bende “Bu adamlar bu işi biliyor” düşüncesi oluşturmuştu. Şimdi de Riot City ile aynı duyguyu yaşıyorum, albümü sürekli döndürme isteği duyuyorum. Sanırım bunda en önemli pay müziğin epey speed metal etkisi içermesi. Agent Steel ve Savage Grace’ten sonra bu tarz neredeyse tamamen bir yana bırakıldı. Anca başka tarzlarla melezleştirilerek kullanıldı. Muhtemelen metal tarihinde en az üretim yapılan alt tarz olarak kaldı. İşte Riot City bana “Bi’ Savage Grace – Into The Fire açayım”a benzer bir tat veriyor! Tabii bir de Steve Grimmett tarzı, kontrolden çıkmış, cam çerçeve maliyeti doğuran çığlık çığlığa vokaller var. Adamlar müzikteki her detayı doğru şekilde işlemişler. Böylesine varım!
In The Dark, 3 Inches Of Blood – Axes Of Evil’dan beri dinlediğim en gaz klasik heavy metal şarkısı olabilir.
Cale Savy’nin sesi ’80′lerden bir vokaliste acayip benziyor, ama çıkaramadım bir türlü.
bu adamlar vokalist değiştirmiş. ama pek bir şey kaybetmemişler, nasıl Priest-Sentinel coverladıklarına bir bakar mısınız: https://www.youtube.com/watch?v=GigavDXBRkk
Biri getirse ya şunları ya, şöyle ucuzundan bir pazar olur çarşamba olur saçmasapan bir gün 100-150 kişi saçmasapan bira içip ciyak ciyak bağırıp metale doysak, kurtarmaz mı acaba?
07.03.2020
@sleepless, bonus: https://www.youtube.com/watch?v=Zmvxbd5X3i0 oha