Dinlediğimiz albümler, sahip oldukları atmosferler doğrultusunda kimi görevler üstlenirler. Bazıları gaza getirir, bazısı ilham verir, bazısı hüzünlendirir, bazısı ortalığı kırıp dökme isteği uyandırırlar.
Kariyerinde 10 yılı geride bırakan tek kişilik ABD’li grup PANOPTICON’un görevi ise benim diyen grubun başaramayacağı bir şeydir: PANOPTICON dinleyicisini bir yolculuğa çıkarır.
Albümlerinde duyduğunuz tüm enstrümanları çalan Austin Lunn adlı arkadaştan oluşan PANOPTICON; black metal, folk ve pagan unsurların bir araya geldiği son derece atmosferik bir müzik icra ediyor.
Bu atmosfer ifadesinden PANOPTICON’un uzun ambient pasajlarla dolu olduğu düşünülmesin. Lunn black metalin meditatif tarafını folk unsurların yarattığı paganvari, pastoral tatlarla harmanlıyor ve son derece doğa kontekstli bir müzik ortaya çıkarıyor.
“Kentucky”, “Roads to the North” ve “Autumn Eternal” ile yükselişini sürdüren ve albüm çıkardığı hemen her yıl dinleyicileri tarafından yılın albümünü çıkardığı şeklinde yorumlanan PANOPTICON, kısa süre önce çıkan dev yeni albümü “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness”la da bu düşünceli pekiştiren, kimilerine göre şimdiden haklı çıkaran bir işe imza atmış durumda.
Her şeyiyle tabiatın müziğini yapan PANOPTICON, “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness”da bunu farklı bir düzleme taşıyor ve toplam süreleri iki saati bulan iki farklı müzikal kimlik sunuyor.
Bunlardan ilki olan “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness I”de karşımıza bilindik, enfes PANOPTICON çıkarken, “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness II”de ise tamamen folk ve Americana bir PANOPTICON’la karşılaşıyoruz. Bu ikinci kısmın metalle en ufak bir ilgisi yok ve yine Lunn tarafından çalınan banjo gibi birtakım yerel enstrümanları içeriyor.
Albümü değerlendirirken bu iki bölümü ayrı ayrı yorumlamak şart, zira ortada birbirinden tamamen farklı iki kimlik var. Birinci bölüme baktığımızda, “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness”ın bu denli değerlenmesini sağlayan asıl kısmı görüyoruz. Buradaki tüm şarkılar bir başyapıt oluşturulması için el ele çalışan, birbirinden müstesna eserler. Lunn’un duygu yaratma, dinleyiciyi bir yolculuğa çıkarma, gezen tavuk gibi tabiatta gezdirme konusunda ciddi bir yeteneği var. Bunu sağlayan çok karakteristik melodi anlayışı ve ikinci dalga black metali yalayıp yutmuş olmasının verdiği zenginlik, PANOPTICON’un ve dolayısıyla “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness I”ın 10 üzerinden 10 alacak bir kusursuzluğa dönüşmesini sağlıyor.
Her şarkı, her fikir, her duygu değişimi olağanüstü güzel.
“The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness II”de de kendi tarzı içinde benzer bir değer görüyoruz. Metal olmaması, olayın black metal tarafına odaklananların “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness II”yu biraz geri plana atmasına ve “The Scars of Man on the Once Nameless Wilderness I”a odaklanmasına neden olabilirse de, Lunn’un içindekileri dökmek adına bu tarz azimli bir çabaya girişmesi ve başarıyla çıkması da takdire şayan. Bu ikinci bölümde folk demiş, banjonun adını anmış olmam size elbette ki bluegrass tarzı oynak Amerikan folk müziklerini düşündürmesin. Lunn burada da hem özünü yansıtıyor hem de muhtemelen ne zamandır içinde olan bu fikri gerçeğe dönüştürmenin coşkusunu yaşıyor. Albümün ikinci bölümü de özellikle bu tarz müziklerle aranız iyiyse gayet büyük keyif alabileceğiniz bir yapıda. Sakin, narin, yer yer coşkulu, yer yer kederli. Her anlamda gerçek, derin ve değerli Kuzey Amerika folku.
PANOPTICON çok değerli bir grup. Bir çam ağacının tek bir iğnesinin dünyanın anlamı olduğunu, dünyanın kurtuluş umudu olduğunu söyleyecek kadar doğaya bağlı, her şeyini bu anlayışa adadığı belli eden bir oluşum. En kırılgan akustik pasajından en hisli blast beat’ine dek; çimenleri, çayırları, nehirleri, dağları, eriyen karları, ıslanan yaprakları, yeşeren filizleri bizlere getiren, çok ama çok güzel, çok özel bir grup.
Sonuç paragrafındaki övgülerine katılmamak ne mümkün. Watch the Lights Fade ile sanki bir Düş Sokağı Sakinleri şarkısına bağlanacakmışız kıvamına getirmişken yanan odun ateşi sesleriyle bizi vahşi doğanın kalbine götüren yolculuğa çekiliyoruz teklifsizce, yine muhteşem bir yapıt.
Panopticon’la ilgili enteresan bir olay var. Grubun tek elemanının adı Austin Lunn, grubun ilk iki albümünün miks/master’ını yapan kişinin adı da Austin Lunn ve bu ikisinin birbiriyle hiçbir akrabalığı falan yok.
Hani Steve Williams, John Smith falan olsa anlarım da Austin Lunn adlı iki farklı ve alakasız adamın aynı projede buluşması baya acayip olay.
19.04.2018
@Ahmet Saraçoğlu, ahhhah aşırı iyi bilgi
Bu yıl bunun üzerine çıkablicek bişey geleceğini hiç sanmıyorum Panopticon bu sefer çıtayı çok çok yükseklere koydu ve tahtını kimse alamayacak gibi görünüyor, gerçekten muazzam albüm şaşırmamak elde değil. Long live Panopticon diyorum ve albüme tam not veriyorum.
Yılın üçte ikisi geçti, bence şimdilik yılın en iyi albümü bu arkadaş.
Normalde beni iki metrelik Gabon’lu siyahiler kovalasa bile bu albümü dinlemezdim ama Ahmet’in listesinde en kafada görünce bir bakayım dedim. İlk part gayet iyi, Wolves in the Throne Room tarzında her şeyi yerli yerinde ama müzik zevkimden dolayı her ne kadar başarılı bulsam da pek bayılmayacağım bir şey. Ancak ikinci part beni perişan etti.
Banjolu ikinci kısım inanılmaz güzel, öyle böyle değil. Dinlerken delirdim resmen. Eğer metal dışı konuşacaksak bu albümün ikinci kısmı uzak ara bu yıl dinlediğim en mükemmel şey olabilir.
Ayriyeten Amerikan folkunun gözünü seveyim. İskandinav folku gibi kunti işi değil. En çaresiz ve hüzünlü melodileri bile karakter sahibi, “atarım, 6 ay yatarım.” tarzında.
İşte bu yüzden sene sonu listeleri şahane şeyler.
Ankarada hava kapalı bugün, aklıma ilk bu albüm geldi. Öveyim bari dedim. Şimdi gidiyorum