Oğuz Sel
Satyricon hakkında bildiğim tek şeyin “Mother North” parçası olduğu 17 yıl önce, Ankara Maltepe Pazarı’nda arkadaşımla metal albüm CD’leri almak için yanlış anımsamıyorsam Garaj diye bir yere uğramıştık. “En popüler hangi albümler var, hangilerini önerirsiniz?” diye sorduğumda -soruya bak yalnız- çalışan kişi sırasıyla; Marduk “Glorification”, Immortal “Damned in Black”, Krisiun “Conquerors of Armageddon”, Moonspell “Wolfheart”, At The Gates “Slaughter of the Soul” ve Satyricon “Nemesis Divina” albümlerini dizdi önüme. O zamanlar sıraladığı gruplardan At The Gates haricinde hiçbirini tanımadığım ve albüm kıtlığı yaşadığım için “Tamam hepsini alayım,” demiş, CD’lerin çalışıp çalışmadığını denetmek istemiştim hemen. İçi boş CD ve VCD almışlığım çok olunca, bunu yapmazsam çatlardım, neyse. Çalışan CD’leri arka arkaya takarken “Slaughter of the Soul”un bozuk olduğunu düşünmüştüm tabii, çalışanın “Yok ileride düzeliyor, öyle yapmışlar ilk şarkıyı,” demesine rağmen. Eve gelip CD’leri teker teker dinlemeye başladığımdaysa beni en geren albümün “Nemesis Divina” olduğuna karar vermiştim. Hem enstrüman kullanımı hem de şarkıların kompozisyonları buz gibiydi, kapkaranlıktı, “Naapmışlar lan bu adamlar böyle!” deyip Satyricon’u tanımaya gayret etmiştim; bir iki yıl sonra mp3 takas dönemleri başladığındaysa bu heriflerin olayını çözmeye başlamıştım.
Evet, çözmeye başlamıştım ve çıkardığım sonuç; Satyr ve Frost müstear isimlerini kullanarak körpe beyinleri zehirleyen düzenbaz, ahlâksız ve bugün 40’lı yaşlarına gelmiş olmalarına rağmen hâlâ 20’lerinde gibi gösteren adamların hemen her albümlerinde kendi kafalarına estiği gibi iş yapmış olduğuydu. Kapağını müziğiyle en iyi ifade eden “Dark Medieval Times”ın karanlık, hakikaten Orta Çağ kafasındaki pasajları ve atmosferi mi dersiniz, “The Shadowthrone”un birçok parçasında rif yağmuruna tutuşu ve “The King of the Shadowthrone” parçasında tüyleri diken diken eden bölümleri mi dersiniz, “Nemesis Divina”nın her parçasında beyin tokatlaması mı dersiniz, “Rebel Extravaganza”nın kafa göz dalan sound’u mu dersiniz, “Volcano”nun, ehm, durun buradan itibaren başka bir şeyler anlatmak lâzım.
Satyricon, “Volcano”dan itibaren kendi içinde ciddi bir değişime gitti. Artık black metal elementlerinden uzak, rock kafasında ama rock kadar da sade ve herkes tarafından dinlenebilir bir şey değil de, kendilerince böyle sert gibi ama sert olmayan, böyle black metal gibi ama black metal olmayan (Hiç beklemeyin Kibar Feyzo film repliğiyle espri yapmaya kalkışmayacağım.) birçokları tarafından black&roll şeklinde adlandırılan bir türe doğru yöneldi. Allah’sız kitapsız lirikler yazmaya, karanlık, ucube ve çoğu zaman da iç karartan rif ve melodiler de buldular albümlerine koydular ve bunu “Volcano”yu takip eden “Now, Diabolical” ve “The Age of Nero”da sürdürdüler.
Kendi isimlerini taşıyan 2013 çıkışlı albümleri ise metal kitlesinin büyük kısmı tarafından “Ulan siz de mi davayı satıyorsunuz artık!” nidalarıyla karşılık buldu, zira grup gerek sound açısından acayip yumuşadı bu albümde gerekse “Phoenix” adlı konuk vokalli parçasıyla bildiğiniz “popi” oldular. Bir “I’m Poppy, I’m Poppy, I’m Poppy, I’m Poppy, I’m Poppy…” ifadelerini 10 dakika boyunca tekrarladıkları video yapmadıkları kalmıştı, gerçi onu da yapan bir hanım kız oldu sonra neyse ki, içimize serin serin sular serpildi. Sonrasında tabii gelsin filarmoni orkestralı konserler, gitsin kırmızı kemik çerçeveli gözlüklü mor fularlı beyaz tişörtlü turuncu pantolon kombinli elit dinleyiciler… “Pardon, siz kimi dinlediğinizin farkında mısınız, bu herifler kimdir necidir, tanır mısınız?” diye çevirsek sorsak, grubun diskografisinden belki haberi olmayan insanlar konserlerde “Phoenix” ile coşup “Mother North”a, şarkıyı daha önce hiç dinlemediklerini çok belli edercesine eşlik etmeye çalıştılar; işte YouTube işte “Satyricon Mother North Live At The Opera” videosu… Sizin ne işiniz var lan Satyricon konserinde, Norveç’te yaşamanıza rağmen aynı kılık kıyafetle başka bir black metal grubunun konserine gidebilir misiniz? Siz bir kere black metal denen şeye katlanabilir misiniz? Hepiniz mi orkestradakilerin ve opera sanatçılarının eşi, dostu, tanıdığısınız? Sizin derdiniz ne de bu müziği anlamadığınız hâlde anlıyormuş gibi yapmaya çalışıyorsunuz? Kimsiniz ulan siz? Bir saniye ya, durduk yere niye bu kadar sinirlendim şimdi anlamadım. Bir sonraki paragrafa geçeyim de motoru az soğutayım.
Netice itibariyle, çift yumurta ikizi olduklarını tüm dünyaya ilân etmekte hiçbir sakınca görmediğim Satyr ve Frost kardeşlerden artık umudum kesilmiş, kendi isimlerini taşıyan albümden birkaç parçayı ezberlememin akabinde “Satyricon da buraya kadarmış,” dememin ardından Satyr’in beyin tümörüyle mücadele ettiği haberleri geldi. “Tamam, söylediğim kötü sözleri, ettiğim küfürleri geri alıyorum, bu herifi de Chuck baba gibi kaybetmeyelim zamansız,” dedim, neyse ki korkulan olmadı. Aynı Nergal’in kanseri yenişinin ardından “The Satanist”i çıkarması ve “Ölmedim ulan ölmedim, var mı benden kralı?” demesi gibi bu defa Satyricon’dan haber geldi; duyurulan albümün adı “Deep Calleth upon Deep” idi, Satyr de belki ölmediğini ve müzikal yeteneğinin bambaşka boyutlara evrildiğini kanıtlamak istiyordu.
700 kelimeye yaklaşan bir girişin ardından nihayet albümle ilgili gevezelik etmeye başlayabilirim. Açıkçası böyle bir giriş yapmak zorunda hissettim kendimi çünkü Satyricon’un albümleri, teker teker ele aldığınızda “Hmf, bu güzel, bu orta karar,” gibi nitelendirmelere çok müsait iken “Volcano” öncesi ve “Volcano” sonrası şeklinde ele aldığınızda daha bütünlüklü ve anlamlı geliyor. Eh, anlattığım bu kadar şeyden sonra Satyricon’un 1990’lardaki gibi cayır cayır black metal yapmadığını iyi kötü tahmin etmişsinizdir “Deep Calleth upon Deep” albümünde.
Bestekârlığından zerrece bir şey yitirmeyen Satyr, yine şu metal sahnesinin en enteresan, en akla hayâle gelmeyecek rifleriyle sizleri karşılıyor. Daha açılışından itibaren “Satyricon” faciasını bir daha yaşatmayacağının sinyalini verircesine bas gitarın hafif geriye, gitarlarınsa öne alındığını gösteren albüm, bu enstrümantasyonu sonuna kadar koruyor. Şarkılar öyle paldır küldür hızlı gitmese de, kurguları ve trafikleriyle en az “Now, Diabolical” zamanlarındaki kadar sizi harekete geçirebiliyor. İlk birkaç dinlemede rahatlıkla içine girebileceğiniz ve benzersiz olmasa da; yaratılan o garip, tekinsiz atmosfere tanıklık edebilmenize izin veren yapım, her şarkıda biraz daha açılıyor, biraz daha saçılıyor. Bilhassa albümün ezberlenemediği ilk birkaç dinlemede acayip bir merakla dinletiyor kendini; bunu muhtemelen siz de yaşayacaksınız.
Adamların böyle bir müzik yapmak istedikleri, albüm boyunca belli oluyor; hiçbir noktası zorlama değil, öyle hissetmişler öyle yapmışlar. Ha, her şarkı süper mi, kusursuz mu, kompozisyon açısından harikulâde mi, elbette değil, parça parça analiz yapmayı isterdim ama hem albümün sürprizi bozulmasın hem de kritiği beş sayfaya çıkarmanın âlemi yok. “Deep Calleth upon Deep”te ilginç fikirler de cesurca sergilenmiş, e aldılar filarmoni orkestrası gazını arkaya, yenilik denememek için artık bir neden kalmadı, di mi ama… Yani ortada Satyr’in “Gel la Frost, aklıma birkaç yeni rif geldi, ben tıngırdatayım, sen de eşlik et bakayım bana,” demesi gibi bir şey olmadığı açık. Adamlar şarkılarında vurgu yapmak istedikleri yere ses efekti de koymuşlar, Norveç’in ünlü cazcılarından Håkon Kornstad’ı da yanlarına almışlar, bazı parçalarına konuk etmişler, anlayacağınız masraftan kaçınmamışlar hiçbir şekilde. İşte bunlar hep, fularlı takıma yaranma çabaları… Şaka şaka, yok öyle bir şey; yani umarım yoktur. Lan yoksa?
Albümde öne çıkan ve “Volcano” sonrası dönemde iz bırakabilecek işler var; albüme adını veren eser, “The Ghost of Rome”, “To Your Brethren in the Dark” bunlardan bazıları. “Deep Calleth upon Deep”in en zayıf yönü, bazı eserlerin bazılarının yanında hakikaten sönük kalması. Albümdeki gereksizlik abidesi olan “Burial Rite” diye bir parça var misal, hatta üşenmeyip olmasaydın da olurdu diyorum kendisine bu satırlardan. Yani sekiz parça yerine altı parçalık daha konsantre bir albüm yapılamaz mıydı, 1990’lar dönemi Satyricon’u olsaydı yapardı sanırım ama “Wet Mix”li, “Deeper Lower Mix”li “Deluxe” albümlere imza atmaya başlayan bir Satyricon bunu göze alamadı herhâlde. Belki de benim kuruntumdur ve adamların günahlarını alıyorumdur. Bunu sanırım zaman gösterecek.
Ne yazacağımı bilemeden başladığım kritiğin kapsamlı bir edit olmazsa 1141. kelimesini yazarken buraya kadar okuyan birileri varsa hepsine günün birinde karşılaştığımızda hafif ekşi ayran ısmarlama sözü vererek artık yazıyı ufaktan toparlayayım diyorum. Sözün özü, “Deep Calleth upon Deep” siz ne bekliyorsanız, size onu veren sade, gösterişten uzak, çat diye başlayıp çut diye biten ve bittikten sonra, dinleyicide albümü bir daha başta sona olmasa da parça parça dinletme isteği uyandıran yapımlardan biri. Çok süper mi, “Satyricon” albümünden sonra bakarsak eh, süper diyebiliriz ama heriflerin zebellah gibi diskografilerini ele aldığınızda, birkaç şarkısı haricinde yıllar sonra “Anıt Eser” olarak anımsanacak bir albüm değil, bunu kabul etmek gerek. Beklentilerinizi çok yüksek tutmayın ama Satyricon’dan da amatör işi bir şey beklemeyin elbette; nihayetinde karşınızda 26 yıllık bir çınar var ve Norveç’in benliğini oluşturan karanlık topraklardan beslenen bu çınar, daha nice heybetli yapıma hayat verecek kudrette, raad olun.
Albümü dünden beri 5 defa döndürdüm, ne istediysem aldım. Darkthrone – arctic thunder kadar olmasada beni fazlasiyla etkileyen bir iş oldu.simdi arctic thunder ne alaka diye sormayin, black metal ile fazla ic ice olan tayfa ne demek istegimi anlamistir.
Albumde one cikan isler 1-3-4-5 ve 7 nolu parcalar. Bana gore albumun en iyisi acik ara 7. parca ve beni kendimden gecirdi. Ayrica albumun en cesur ve farkli parcasida ‘the ghost of rome’.Yakin yada uzak zamanda favorim degisebilir. Sonuc olarak frost reiz 70 kilo falan olsa bunun 69 kilosu tassak aq…
Satyricon’ dan böyle bir albüm bence pek çok kişi beklemiyordu, 2 kere dinledim albümü. Puanım 8, umarım bundan sonra ki albümde bunun çizgisinde devam ederler. Also; Hafif ekşi ayran mı? arghhh… ilişkimizi burada sonlandıralım (bira tercih ederim reis)
Satyricon garip bir grup. Öyle ayılıp bayıldığım bir grup değil ama her yeni albümleri çıktığında heyecanla dinlerim. Nedeniyse bu heriflerin beste anlayışı çok farklı. Tamam son 10 yılda çıkan albümlerinde genel anlamda sakin bir hava var ama yine de şarkıların ne zaman hangi yöne gideceğini kestiremiyorsunuz. Satyr ve Frost zaten deneyselliğin kitabını yazacak kafadalar. Her albümlerinde farklı bir yola giriyorlar ve bu yüzden de Satyricon’un tüm albümleri her zaman karışık oylar almıştır. Biri yılın albümü der, diğer iğrenç olmuş der. Deep Calleth upon Deep’a geri dönersek Satyricon’dan iyi olduğu daha ilk şarkılardan belli oluyor ama çoğu kişinin aksine ben Phoenix tarzı şarkılara devam etmelerini isterdim. Hatta mümkünse Sivert Høyem ile bir albüm çıkarırlarsa seve-seve dinlerim. Sesi Satyricon müziğine çok iyi gitmişti o şarkıda.
The Ghost of Rome mükemmel olmuş
Albüm şahane, ne zaman başlıyor ne zaman bitiyor anlayamadım. Aktı gitti resmen. İnceleme yazısı da güzel olmuş, taktir.
Deneysellik ve progresifliğe kayıp sıçan, yüzüne gözüne bulaştıran bir çok grup var. Satyricon da bunlardan. Volcano ve Now Diabolical albümleri iyiydi, işte hala Satyricon bu, diyebiliyordun. Şimdi kendi tarzlarından bişeyler yakalamaya mı çalışıyorum yeni tarzlarına alışmaya mı çalışıyorum anlamadım. Neyse , birileri elbet sevecektir tabi bunu da.
Paradise Lost feat Enslaved.
yapacaginiz albumun icine tukureyim ben, yeter lan.