Oğuz Sel
Seneler önce Twitter’da açtığım hesapla ilk yaptığım şey, o zamanlar kendi kendime yanıtını bulamadığım sorulardan birini, bir “ünlü”ye sormak oldu. 6 yaşımdan beri metal dinlemediğim, birçok kişi gibi müzik hayatım Türkçe Pop müzikle başladığı ve 1990’lar Türkçe Pop’unun ne olup da ortadan kalktığını öğrenmek istediğim için, o dönemde ses getiren sanatçılardan Deniz Arcak’a tweet attım. Sorduğum soru mealen şöyleydi: “Merhaba. 90’lar Türkçe Pop’a ne oldu, neden artık öyle şarkılar yapılmıyor?” Kısa bir süre sonra Arcak’tan yanıt geldi: “Vallahi ben de bilemiyorum…” Muhtemelen “Bu manyak da kimin nesi, derdi ne?” diye düşünmüş olabilir, haksız da sayılmaz ama takıntılı bir adamım işte, merak ettiğim konuların derinine inmeden yapamıyorum.
Size, bulduğum sonuçları ve çıkarımları sunayım arzu ederseniz. Biliyorsunuz, genellikle metal dinleyen insanlarız ama bir şekilde başka türdeki müzikleri de sevebiliyoruz ve belki küçüklüğümüzde aşina olduğumuzdan belki de o şarkıların kalitesi hakikaten iyi olduğundan 90’lar Türkçe Pop kavramına daha sıcak bakabiliyoruz. Sadede geleyim; çıkardığım sonuçlardan ilki besteciler. O dönemin aşırı melodik, trafik açısından zenginlik arz eden ve sound bakımından rahat dinlenen eserlerin çok büyük kısmının altında, bir helikopter kazasında kaybettiğimiz Onno Tunç’un ve bir trafik kazasında kaybettiğimiz Uzay Heparı’nın imzası mevcut. Bununla birlikte, prodüksiyon tarafında fabrikasyon eserler 2000’lerdeki kadar yoğun değil ve sanatçılar, yeniliklere daha açıklar. Şimdi adı sanı zar zor anımsanan sanatçılar, o dönemde şarkılarıyla hit üstüne hit patlatmışlar. Kaset satışları ve radyoların yeni yeni yaygınlaşması da, önemli etkenlerden. Korsan kaset mevzusu o zamanlar da can sıksa bile, satışlar yine de sanatçılara ekmek yedirecek düzeyde. Beste kalitesini gazlayan bir diğer konu de Eurovision tabii; şarkıların dünya çapında işitileceği de hesaba katılınca, hem catchy hem de aşırı melodik şarkılar üretilmiş. Velhasılıkelam, az önce zikrettiğim iki sanatçının aramızdan ayrılışı, 90’lar Türkçe Pop’unun da bitişi anlamına gelmiş tam olarak.
Sanırım PA’daki en ilgisiz girişlerden birini yaptım ancak bağlayacağım bir nokta olmasa bu konulara hiç değinmezdim emin olun. Bugünkü konuğumuz Limbonic Art ve albümü “Spectre Abysm” Bir süredir tek tabanca takılan ve tek tabanca takılışının ilk meyvesi olan “Phantasmagoria” ile baltayı taşa çok fena vuran Daemon kişisi, “Spectre Abysm” ile 7 senelik bekleyişe bir son verdi birkaç gün önce. Limbonic Art’la 2007’deki über albümü “Legacy of Evil” ile tanışıp diğer albümlerini de severek dinledim. Özellikle “In Abhorrence Dementia”yı ilk dinlerken girdiğim şekilleri görmeliydiniz. Senfonik ögeleri, black metalin karanlık tarafıyla son derece başarılı bir biçimde harmanlayıp sunan grup, geçmişten bu yana benimsediği ilkelerden -mecburen- taviz vermeye başladığını “Phantasmagoria” ile göstermişti. Mecburen dedim zira az önce “Türkçe Pop” satırlarında bahsettiğim Onno Tunç kıvamındaki Morfeus kişisi, 2009’dan bu yana grupta değil ve şöyle diyeyim; beste, klavye, davul programlama ve daha birçok görev artık Daemon’un üstünde. Hâl böyle olunca, işler pek de istendiği ve beklendiği gibi gitmiyor grupta ve beste kalitesinden atmosfere, grubun var olmasında etkili olan senfonik ögelerden karanlık yapıya kadar birçok şey, giderek sönükleşiyor.
Albüme giriş yapmadan kasvetli bir tablo çizdiğimin farkındayım ama işler bir önceki albümdeki kadar facia değil neyse ki. Aklındaki fikirleri gerçekleştirirken, bu defa tökezlemeyen ve dinlediğinizde “Tamam bu Limbonic Art şarkısı,” diyebileceğiniz eserleri de barındıran “Spectre Abysm”, Daemon kişisinin teatral kısımlara ağırlık verdiği bölümleri hesaba katmazsak, eh işte kıvamında bir albüm. Bu bölümleri ciddiye alırsam, yazacaklarım çok fena olur; çünkü baya bir kaş yapayım derken göz çıkarma durumları söz konusu. Oluşturulan sound yeterince güçlü ama besteler her şekilde zayıf kaldığı için elde edilen toplam sonuç yine de çok parlak olamıyor.
Aralarına neden ayrılık girdi bilemiyorum ancak ben Daemon yerinde olsam ve Limbonic Art projesini devam ettirmek istesem, Morfeus’u bir şekilde ikna edip yeniden birlikte çalışırdım. Şu durumda, Limbonic Art, üzülerek söylüyorum ki, artık her gün onlarcasına denk geldiğimiz tek kişilik black metal projelerinden çok da farklı bir profil çizmiyor. Farklılık adına can sıkıcı teatral kısımlara boğulmuş, vasat ses efektleriyle doldurulmuş bir black metal albümü dinlemek istiyorsanız, “Spectre Abysm” size uygun olabilir. Daha iyice albümlerde görüşmek üzere.
Bence son zamanlarda ki en hoş kritik girişi olmuş, duygularima tercuman olmuşsun resmen. aaah ah nerde o 90′lar ruhu :( şu siralar yegane çevirip durduğum 2 parça
rengin-yalniz gece
lacrimas profundere-the crown of leaving
limbonic art neyin bilmem de o 90′lardaki türk popu (popisi) girizgahı olmayacaktı…
tarkan’ın aacayipsin albümü alınmış (aldırılmış) (sene 94, yaş 10) bitiş şarkısı “biz nereye” ile “ula noliy?” diyerek (ve yüzlerce kez dinleyerek) müzikte bambaşka alanlar olduğu hissedilmiştir. sonrası pentegram, rock market, slayer metalika… oh mis. yani 90′lar türk popundan metale ilerleyen az adam da yoktur.
pa’nın en alakasız albüm yorumu olarak da dursun bu burada.
4.5′luk bir albüm olduğunu düşünmüyorum. Hiç beğenmedim ve hiç oturup dinleyeceğim bir albüm değil, ama derli toplu ve düzgün bir albüm. Ben 6 verirdim, belli bir müzisyenlik kalitesi taşıyor en azından.
In Abhorrence Dementia cidden de ne albümdü…
Pop konusunda 80′leri tek geçerim. 90′larda çok değişik şeyler denendi, ama 80′lerin ruhu 90′larda yok. Bazı severek dinlediğim şeyler vardı 90′lardan, ama 80′ler büyülü bir dönemdi her bakımdan. Yerli piyasada 90′lar çok daha hareketliydi, ama onda bile can sıkan, iç karartan şarkılar çoğunluktaydı. Dünya çapında da aynı şekilde 90′larda çok değişik denemeler oldu, ama 80′lerin ruh yükselten havası 90′larda yoktu.
Yazarın neden 4,5 verdiğini anlayamadım. Sanırım kritiğe 90′lar popu ile ilgili olan kısım haricinde pek katılmıyorum.
Tek düzeliğinden dem vurulmuş bu bir nebze doğru lakin öyle 4,5 verecek kadar düşük puan alacağını da zannetmiyorum. Her şeyden öte Demonic Ressurection, Omega Doom gibi kendimden geçtiğim şarkılar var.
En azından Nargaroth’un (ki normalde çok severim) Black Metal demeye bin şahit gerektiren gösteriş mastürbasyonu albümden daha iyi. Bi kere Limbonic Art 90′lar Norveç Black Metal’inde Taake ve belki bir kaç grupla birlikte ayakta kalabilmiş nadir son kalelerinden biridir.
Benim notum 7.
10.08.2017
@Küçük Zenci, Ayakta kalmak ile ayakta kalmaya çalışmak arasında biraz fark var bence ve Limbonic Art maalesef ayakta kalmaya çalışıyor son iki albümdür. Taake ile kıyaslamak pek doğru olmayabilir. Puan konusu göreceli, beklediğimi bulamadığım için böyle bir puanlamaya gittim. Umarım Limbonic Art projesi devam eder ve eski günlerindeki gibi bomba işlerle kapımızı çalar bir dahaki sefere.
Diğer konularda ise okurlarla üç aşağı beş yukarı benzer şeyleri düşünmekten mutluyum.
Albümü yayınlayan şirketin Candlelight Records olması da baya manidar olmuş. Her ikisi de eski güçlerinden çok şey kaybettiler. Albüm Limbonic Art ismiyle çıkmasaydı kesinlikle 47:07 dakikamı ayırmazdım bu albüme. Senfonik Black demeye bin şahit ister nitelikte bir albüm olmuş. Candlelight Records da aynı şekilde zamanında Opeth, Emperor gibi grupları Metal dünyasına kazandırmış bir şirket ama şuan da diğer küçük records şirketlerinden pek bir farkı yok.
İkinci paragrafta anlattıklarımın daha derli toplu ve doğrudan sanatçılardan alınan yanıtlara göre hazırlanmış hâlini, NTV bir program serisi içerisinde sunmuş:
Söz ve Müzik 90′lar – 1. Bölüm
https://youtu.be/z85Wobu6uxk
Söz ve Müzik 90′lar – 2. Bölüm
https://youtu.be/4Q6FtYWObeY
Bu bölüme de özellikle göz atmanızı öneririm, beste oluşturma aşamasında sanatçılar nelerle mücadele etmişler, başlarına neler gelmiş, bayağı açık açık anlatılmış:
Söz ve Müzik Sezen Aksu
https://youtu.be/2Wc6Q-QVHaE
Onno Tunç ve Uzay Heparı hakikaten dev isimlermiş.