Oğuz Sel
2000’lerin başında, sıfatı “Büyükşehir” olarak ilan edilen, ancak kültürel açıdan küçük olan -ve bugün bile küçük kalmayı sürdüren- bir şehirde yaşıyor idiyseniz, metal müzik dinleyicisi olmanız gerçekten çok sıkıntılı bir hal alabilirdi, benimki gibi… Bundan 15 sene önce ne internete erişim imkanım bu kadar iyiydi, ne de internet denen teknoloji bu kadar gelişmiş durumdaydı. Bir şekilde arkadaş çevresinden tanışılanların abileri ya da kardeşleri üniversiteyi kazanıp Ankara, İstanbul, İzmir gibi metal müziğin daha yoğun olarak dinlendiği illere gittiklerinde ilk iş, müzik CD’si veya o zamanlar aramızda efsane haline gelen mp3 CD’leri sipariş etmekti. Tabii bu noktada seçim şansınız yok, Iron Maiden dinleyenlere benzeri grup olarak Sepultura gönderilebilir, Pantera tarzı grup istediğinizde (saflık işte o zamanlar) adı sanı bilinmemiş gruplarla doldurulmuş mp3’ler gelebilirdi. Ama bu hiç de sorun değildi, zira her albüm çok değerliydi ve her albüm teknik olarak ulaşılmazdı, o yüzden nankörlüğe hiç mi hiç gerek yoktu. Arkadaşlarla girişilen bir CD değiş tokuşu sırasında edindiğim mp3 CD’si içerisinde, benim için o zamanlar adı sanı duyulmamış ama şimdi nasıl müzikler yaptıklarını gayet iyi bildiğim Mystic Circle, Naglfar, Macabre gibi grupların yanında Thy Serpent da vardı.
90’ların başında Black Metal adına öncü gruplardan güç alarak ortaya çıkan o dönemin yeni yetmeleri, “bu türde farklı neler yapılabilir”in peşinde gidip zihinlerindeki melodileri, ürettikleri şarkılara daha farklı şekillerde yansıtmaya başladılar. O dönemde, black metal için orkestralarla birlikte çalışabilme olanağı bulunmasa da, klavyelerin sunduğu teknolojik imkanlar doğrultusunda eklenen bölümler ve gitar eşlikleri, melodik ve klavyeli black metal içinde senfonik black metal ve melodik black metal olgularının iyiden iyiye yerleşmesinde etkili oldu. Bugün Beherit’le daha çok tanınan Sami Tenetz’in öncülüğündeki Thy Serpent da, bu minvalde müzik icra ederek kariyerlerinin başlangıcını yaptı.
Black metal parçalarında sıklıkla yer verilen kazıma işlerine girişmeden, genellikle orta tempoda giden albüm, klavye ve gitarın uyumuyla dinlenebilirliği en üst noktada tutuyor. Özellikle klavye kullananların ayıla bayıla çalabileceği bölümler, albümdeki hemen her şarkıda bolca bulunuyor. Yırtıcı vokaller, kimi zaman clean vokale dönerek albümde oluşturulmak istenen atmosferi tamamlıyor. Kimi zaman elektrogitardan daha çok devreye giren akustik gitar; sakinlikle hırçınlığı, durgunlukla hareketliliği bir arada sunuyor ve grup böylelikle, bilerek ya da bilmeyerek gerçekten önemli işlere imza atıyor. Albüm boyunca tekdüze kompozisyonları tamamen reddeden grup, değişken yapılı ve sarmal şeklindeki parçalarla adeta “aklınızı alırım” diyor.
Günümüzde “Melodiğiz, hem de çok melodiğiz!” diye takılan grupları gördükten sonra “Siz melodikseniz bu adamlar neci?” diyesim geliyor ve üzerinde “Wine from Tears” yazılı sopalarla böyle adamları pataklayasım geliyor. Dinlerken melankolinin dibine vurmanızda yardımcı olan albüm, haşin ve gaza getirici melodilerin yanı sıra, dinleyeni derin düşüncelere sevk eden ve bilinmezlik ormanlarının ortasına götüren işlerle dikkat çekiyor. Uzun şarkıları katlanılmaz bulanların bile kendilerini kolaylıkla kaptırabilecekleri çekicilikteki parçalar; dinledikçe sevilen, sevildikçe loop’a alınan eserlere dönüşüyor.
Zor dinlenebilir bir iki demodan sonra grubun tanınmasında çok büyük rol oynayan “Forest of Witchery”; güçlü enstrüman kullanımı, zengin klavye melodileri ve rif döngüleriyle hazırlanan şarkılarla dolu bir albüm. Prodüksiyon konusunda mükemmel olmasa da, 90’ların naifliğiyle yoğrulmuş olan yapım, unutulmaması ve kesinlikle kıyıda köşede kalmaması gereken eserlerden biri.
Only dust moves, set in motion aeons ago
When there was still life in this world
Şu muhteşem albüme imza atmış grubun “alexi’nin eski grubu” olarak bilinmesini hiç anlayamadım. Hala severek dinliyoruz 10/10
Grubun o dönemki davulcusu Agathon, beyin tümörü nedeniyle vefat etmiş. :(