Özgür DURAKOĞULLARI
Çocukluk korkuları, hayatımızı en çok etkileyen şeylerden biridir. Ani ve şiddetli travmaları bilinçaltının çok derinlerine gömeriz, ve bu sağlıklı bir şeydir. Ama açık bilincimizle şahit olduğumuz dehşet bir durumun tüm anlarını hafızamıza kusursuz biçimde kaydettiğimiz için, bu filmi defalarca yeniden aynı netlikte görebiliriz ve bu durum bir korku, bir fobi unsuru oluşturur. “Balls to Picasso”nun son şarkısı “Tears of the Dragon”un sözlerine bakarak, Bruce Dickinson’ın en büyük çocukluk korkularından birinin ejderhalarla alakalı olduğu sonucuna varabilir miyiz? Yoksa, Uzakdoğu kültüründeki “kurtarıcı ve denge sağlayıcı ejderha olgusu” aslında Dickinson’ın bahsetmediği çocukluk korkularıyla yüzleşmesine yardımcı mı oluyordur tam bir hükme varamadım. Sanat böyle bir şey bazen. Sanatçı bilerek veya bilmeyerek farklı şekillerde anlaşılabilecek sözler yazabiliyor.
Hayatımda müzikal olarak inanmakta güçlük çektiğim etkileyicilikte olan ilk albüm buydu. Bir tesadüf eseri elime geçen kasedi her gün en az 4-5 kere dinliyordum ergenlik dönemimde. Evet, bir şarkısını hiç sevmiyordum (“Hell No”) ve bazı şarkılarından çok etkilenmiyordum (“1000 Points of Light”, “Laughing in the Hiding Bush”). Ama diğer şarkılarına öyle tutkundum ki, bir türlü bırakamıyordum. “Cyclops”un gitar solosu; “Roy Z dünyanın en iyi gitaristi.”, “Gods of War”un şarkı sözleri ve vokal yorumu; “Bruce Dickinson dünyanın en iyi sözlerini yazan en iyi şarkıcısı.”, “Change of Heart” ve” Tears of the Dragon”ın gitar ve vokalleri ise “Bu ikili dünyanın en iyi ikilisi.” dedirtiyordu bana.
Albümün en güzel tarafı ise, kendi başına gelenek yaratabilen etkinlikte bir sanatçı olan Bruce Dickinson’ın yenilikçi işlere kalkışırken, ona müthiş destek olan ve belki ufkunu açan Tribe of Gypsies grubunun müzisyenleridir. Bu tür müzikte en öne çıkan elemanlar genelde vokalist ve gitarist olsa da, tutkunu olunan grupların defalarca dinlenilen albümlerinin dinlenme sayısının astronomik rakamlara ulaşmasında diğer enstrümanların da büyük etkisi olur. Bu bakımdan, Dave Ingraham ve Eddie Casillas da Bruce’un solo kariyerinin bu kadar başarılı olmasında büyük pay sahibiler.
Takip eden (metal ağırlıklı) kayıtlarda ciddi mesajlarını daha fantastik kurgularla yansıtan Bruce, “Balls to Picasso”da ise daha serseri, kimi zaman rap ve punk bir ruhla ve tavırla ağzına geleni saymaktan geri durmuyor. Genelde sağ taraftaki: “iyiliği seç”, “seni korumaya çalışırım, ama sen yine de kendine dikkat et”, “aman ha, yanarsın” gibi şeyler diyen melek klişesinin daha metalik ve çirkin bir versiyonu gibi davransa da, Sacred Cowboys’da ise “İşte yaşadığınız boktan hayat bu” diyerek gerçeği yüzümüze çarpıyor. Her ne kadar lafları ABD’ye çarpıyor gibi görünse de, kovboy kısmı dışındaki çoğu tespit bizlere de uyuyor.
Bruce Dickinson’ın en büyük korkusunun karanlık mı, ejderhalar mı, Joker mi, palyaçolar mı olduğunu bilemiyorum. Ama sanatsal olarak en çok korktuğum kurgusal karakter uzak ara Jack Nicholson’ın Joker tiplemesiydi. Bazen bir sürü şey üst üste denk gelir ya, filmi ilk izlediğim gün de adeta travma yaşayayım diye tüm dış koşullar organize olmuş gibiydi. Antik, metrelerce yüksekte bir tavanı olan, köhne ve karanlık tiyatro salonunda gösterilen Batman filmine abimle en önden bilet aldık, sinemada ilk izleyeceğim filmdi ve en önün en kötü yer olduğundan haberimiz yoktu elbette. İlkokul 3′deyim ve salondaki yaşı bana en yakın olan kişi ilkokul 5′deki abimdi, hatta çoğu 20 yaş ve üstündeydi izleyenlerin. Herkes yerlere yatıyor sahnelerde, ben adeta gözlerimi kırpmadan izliyorum ve “oha lan komik ama çok gerçekçi ve korkunç” şeklinde beynime kodluyorum filmi. Neyse konuya bağlarsak, “Laughing in the Hiding Bush”daki sinsi melodiler ve şarkı sözleri de bana korkmakta yalnız olmadığımı hissettirmişti o dönemde. O yaşlarda, bir şey hissetmekte yalnız olmadığınızı bilmek çok rahatlatıyor. “Shoot all the Clowns”da ise Dickinson’ın, yine kendime yakın gördüğüm şekilde, genel olarak palyaçolarla bir derdi olduğu yargısı iyice pekişiyor.
Underground ağırlıklı black metalden başka hemen hemen hiçbir şey dinlemeyen bir arkadaşımın “Change of Heart” isimli, bırakın black’i, metalle bile hiç alakası olmayan şarkıyı günlerce art arda dinlediğini belirtebilirim ve diyebilirim ki, “Tears of the Dragon”u kimse Bruce Dickinson gibi söyleyemez. Eğer söyleyebilen biri çıkarsa, zaten mükemmel yapılmış bir şeyi tekrar yapmaya çalışarak hayatını heba etmesinden dolayı, o kişi için üzülürüm.
çok taşşaklı albümdür…
Soma faciasından önce yazılan yazılar. (vol 2)Neyse ki cıvıtmayan bir yazıydı da, günün anlam ve önemine ters düşmedi inancındayım.