Ertuğrul Bircan Çopur
Syd Barrett’ı günümüzde çoğu kişinin ürettiği müzikten ziyade, onun anısına üretilmiş müziklerle tanıyor ve anıyor olması oldukça değişik bir durum. Barrett, modern zamanların en bilinen, en çok tanınan ve nesnel bakıldığında bile itirazı zor bir şekilde en iyi gruplarından birinin müziğini, bestelerinden ziyade varlığıyla yönlendirmiş, anısına rock müzik tarihinin en çok dinlenilen şarkılarından, hatta albümlerinden biri yapılmış. Tüm bunlar olurken kendisinin solo albümlerini, ya da PINK FLOYD’un üzerine etmeye çalıştığım kelamlarını okumakta olduğunuz “A Saucerful of Secrets“ının yarısı dahil olmak üzere beste olarak katkıda bulunduğu toplamda bir buçuk albümünün sevilme ve dinlenme oranı çok daha aşağıdadır.
Uyuşturucunun tükettiği ne tek, ne ilk ne de son müzisyen olsa da, Barrett’in değeri bu yüzden rock müzik tarihinde çok yukarılardadır. Topu topu “The Piper at the Gates of Dawn” ve “A Saucerful of Secrets” olmak üzere iki albümün beste süreçlerinde yer almış olsa da, tanılırlığının grubun en öne çıkan iki üyesi David Gilmour ve Roger Waters ile kafa kafaya gitmesi de bu sebeptendir aslında.
Laf salatasını bir kenara koyacak olursam; “A Saucerful of Secrets”, Barrett’in grupla son albümüdür, ve onun gidişiyle kaybolacak olan “oyuncu” müziğin de kendine son kez yer bulmasıdır. PINK FLOYD müziği bu albümle beraber “The Piper at the Gates of Dawn”daki Interstellar Overdrive’ın ipuçlarını verdiği uzun süreli, konserlerde eklenen doğaçlamayla hipnotik havalara bürünen ve adım adım daha fazla progresifleşen yeni bir döneme geçiyordu. Başka bir deyişle, kısa süreli Syd Barrett dönemi resmi olarak sona eriyordu.
Bunun böyle olacağının farkında olan geri kalan grup üyelerinin, albüm öncesi kadroya sonradan grubun ve rock müzik tarihinin kilometre taşlarından biri olacak David Gilmour’u almaları, aynı zamanda tüm grup üyelerinin yer aldığı tek stüdyo albümü olma özelliğini de veriyor “A Saucerful of Secrets”a. Dönüşümlü olarak tüm üyelerin vokallerde yer almaları, hatta tümünün bestelere katkısının olması da, albümü grubun belki en iyi değil; ama en çok değişim gösteren albümü yapıyor.
Mistik seslerle başlayan ve kendi içinde bile birden çok şarkının tadlarını barındıran Let There Be More Light, grubun ilk dönemlerinden belki de en meşhur olmuşlarından Set the Controls for the Heart of the Sun ve onunla beraber grubun önündeki beş yıllık döneme damgasını vuracak uzun süreli saykedelik-progresif şarkıların ilklerinden albümle aynı adı taşıyan A Saucerful of Secrets grubun daha yenilikçi tarafını gösteriyor diyebiliriz.
Bu şarkılarda grubun ağırlığını iyiden iyiye taşıyacağını gösteren bir Waters’ın yanında, gruba yeni katılmasına rağmen sonradan dinleyicileri çok alıştıracağı gitar oyunlarının ufak ipuçlarını veren bir Gilmour var. A Saucerful of Secrets şarkısının aslında baştan sona bir şarkı olarak yazılmaması da ilginç bir detay olarak görülebilir; zira albümün süresini tamamlamakta zorlanan grup ellerindeki farklı materyalleri bir araya getirerek bunu ortaya çıkartıp, sonradan da sonuçtan memnun kalmışlar ve şarkı bu şekilde albümde yer edinmiş. Remember a Day, Corporal Clegg, See-Saw ve albümde Barrett’in tek bestesi olan Jugband Blues ise yine saykedelik tatlar barındırsalar bile grubun gittikçe terk edeceği bir döneme ait şarkılar gibi duruyorlar. Özellikle Corporal Clegg’te yoğun bir THE BEATLES etkisinden bile söz etmek mümkün.
Yayınlandığı dönemde çok da iyi kritikler almayan albüm, çoğu kişi tarafından bir geçiş albümü olarak görülüyor aslında. Henüz kayıt sürecindeyken Barrett’ın artık iyiden iyiye ayyuka çıkan zihinsel düşüşü elbette ki grubu gerek mental gerekse de moral olarak oldukça aşağıya çekmiş.
Tüm bunlara rağmen, barındırdığı çok iyi şarkılarla yine de PINK FLOYD diskografisindeki her albüm gibi bu da oldukça önemli bir albüm. Yalnızca Set the Controls for the Heart of the Sun bile önemli yapmak için yeterli bir sebep.
the wall, the dark side of the moon ve wish you were here pink floyd’çularının hakkında yorum yapmaya kaçındığı daha doğrusu yapamadığı albümlerden birisi. yazarı kutların nefis bir yorum yapmış albüm hakkında. bana göre de yenilikçi açıdan oldukça cesur bir albümdür. grup bundan sonra yepyeni bir dönemece giriyor ve tartışmaları da beraberinde getiriyordu. ben gilmour’ı tutarım hep. waters’dan ise o kadar çok hoşlanmam. kimi der waters, floyd’un beyni, gilmour ise kalbidir der, hoş, çok doğru olsa da müzikte asıl olan melodilerdir, bu bağlamda kalp benim çok daha önemli. syd barrett hakkında tek söyleyebileceğim şey ise keşke daha uzun yaşasaydı. hatta floyd ile çok daha fazla albüm yapsaydı da psychedelic progressive’in ne kadar da can alıcı olacağını daha derin hissedebilseydik.
bu albümün ilgililerinde neden Dark Funeral var ahaha
Pompeii’de çalınan halleriyle birlikte oldukça seviyorum ancak bir Ummagumma değil benim gözümde. Syd’li dönemin mastürbatifleri bol olsa da bir Gilmour aşığı olarak Gilmour kendini ne kadar gösteriyorsa Pink Floyd o kadar müthiş oluyor bence. Meddle öncesi hatta Meddle da dahil olmak üzere grubun ne kadar yetenekli ve yaratıcı olabileceklerini görüyoruz fakat asıl vurucu işler sonrasında geliyor bu da işin gerçeği. 8/10