On farklı stüdyo albümü, üç farklı canlı albüm, üç adet derleme, sayısız konser, bir sürü drama, kardeşler, kadın vokaller ve niceleri. Arch Enemy belki zamanla artık insanın içini açmamaya başlayan, ‘’öff yine mi aynı şeyler’’ dedirten işler yapsa da, zaman zaman ‘’ergen müziği’’ diye dalga geçilse de, arada bir denyo olaylarla (bkz. Konser fotoğrafı olayı) gündeme gelse de, ‘’Beşiktaş JK Marşı’’ tadında abuk subuk şarkılar yazmaya başlasa da, Michael Amott’un Carcass zamanlarından beri on milyon kez kullandığı melodileri hala kullansa da, eski gitaristleri Christopher Amott, bir dönem ikide bir ‘’sıkıldım çıkıyorum ben’’ dese de, grubun şimdiki vokalisti Alissa White-Gluz’un grubun atmosferini iyice vıcık bir hale soksa da, hatta bence günahların en ayıbı olan, Johan Liiva ile kaydettikleri albümlerdeki çoğu şarkıyı Angela Gossow (ki kendisini severim, daha doğrusu severdim) ile daha kötü bir şekilde tekrar kaydetmeyi becerebilse de, yine de iyisiyle kötüsüyle, azıyla çokuyla, yaşamıyla ölümüyle, ve sundukları ile sunamadıklarıyla 25 senedir bir şekilde hayatımızda. Hazır grup 25. Senesini kutlarken, biz de her şeyin başlangıcı olan, belki sonraki işlerinden daha oturaksız, belki fazla pervasız, belki fazla çiğ, ama her şeyden önce ruha sahip olan bu albüm hakkında konuşalım.
Ama önce biraz daha geçmişe gidelim, yani Carnage’a. İngiliz bir baba ve İsveçli bir annenin çocuğu olan Michael Amott ile Estonya asıllı İsveçli Johan Patrik Mattias Liiva isimli iki genç, Carnage isimli bir grup kurar. Ne var ki ilk demoları olan ‘’The Day Man Lost’’’u yayınladıktan sonra Liiva gruptan ayrılır ve hepimizin Dismember’dan tanıdığı Matti Kärki, David Blomqvist ve Fred Etsby katılır. 1990 yılında ‘’Dark Recollections’’ isimli şahane albümü yayınlayan grup, kısa süre sonra dağılır. Kärki ve ekibi gruptan ayrıldıktan sonra Dismember adı altında tekrar devam eder ve hoş, ne de iyi ederler. Michael Amott ise, Symphonies of the Sickness ile yükselişe geçen efsanevi Grindcore/Death Metal grubu Carcass’a katılır ve 1991 yılında “Necroticism – Descanting The Insalubrious” isimli şükela (demek az kalır) albümü çıkarır. İki sene sonra biraz da Columbia Records’un dayatmasıyla Heartwork isimli manyağın evladı albümü çıkarırlar ki ne muhteşem olduğunu herkes biliyor zaten. Bu albüm çıktıktan birkaç sene sonra Amott gruptan ayrılır ve İsveç’e döner. Burada en başta Spiritual Beggars isimli Stoner Metal grubunu kurar. Amott ertesi sene Halmstad’da eski dostu Johan Liiva’yı, küçük kardeşi Christopher’ı, ve hepimizin At The Gates’den bildiği Adrian Erlandsson’un kardeşi Daniel’ı alarak, aslen bir süpergrup olan Arch Enemy’i kurar. Kurulur kurulmaz hemen işe koyulan grup, meşhur Studio Fredman’a yerleşir ve bir ay boyunca albümü kaydettikten sonra 12 Aralık 1996 yılında, o zamanlar adı ‘’Wrong Again Records’’ olan Regain Records altında piyasaya sürer ve kısa süre sonra grubun hiç beklemediği bir yerden, Japonya’da hayli başarılı olur ki sonraki albümlerini Japon müzik şirketi Toy’s Factory altında Japonya’ya da da piyasaya sürer.
Albümün dönemdaşı melodik death metal gruplarından kesinlikle daha kaotik ve sert bir sound’a sahip olduğunu söylemek zor değil. Carcass’ta bıraktığı yerden devam eden Michael Amott, orada öğrendikleri ile beraber kesinlikle çok daha sert bir gitar tonu ortaya koyuyor bu albümde. Ki albümü açar açmaz ‘’Bury Me An Angel’’’ın girişinde insanın suratına balyoz gibi oturtuyor resmen, Gain ibresinin sonuna kadar açıldığı şarkılarla birlikte yer yer Groove olsa da genel olarak Thrash bir havaya sahip, bol bol gitar melodili bir Melodeath sound’u ortaya koyuyor. Sonuç olarak 5150 çok güzel amfi be ya. Sonraki albümlere göre daha çiğ, oturaksız ve hardcore bir vokale sahip olan Johan Liiva, garip telaffuzlarına rağmen yine de fena bir performans sunmuyor burada. Ki “Stigmata“nın kayıtları sırasında hasta olmasına rağmen ortaya koyduğu performansı göz önüne alacaksak daha gelişmeye çok açık bir izlenim bırakıyor bu albümde. Bas performansı ise… gitarların arkasına gömülmüş öyle duruyor işte. Arada bir sesini duyabiliyoruz garibanın o kadar. Maalesef bu durum Liiva’ya özel değil, sonraki albümlerde de bu ‘’basların duyulamayacak kadar gömülü olması’’ durumu aynen devam ediyor ne yazık ki. Erlandsson’ların küçüğü Daniel ise ağabeyi Adrian’dan iyi feyz almış olacak ki genç yaşına rağmen (albüm kaydedilirken 20 yaşındaydı) geleceğine dair çok ümit verici bir performans sunuyordu. Belki ilerideki cambazlığını henüz edinememişti, hatta Stigmata’da, ileride Darkane ile dehşet işler yapacak vahşet davulcu Peter Wildoer geçtiğinde aradaki fark çok net anlaşılıyordu, ama bu albümde gösterdikleri bile henüz yeni ve tecrübesiz bir davulcuya göre gayet iyi ve yeterliydi.
Amott’ların küçüğü olan Chris ise henüz hünerlerini gösterememişti bu albümde. Hoş, sonraki albümlerde Michael ile birlikte attıkları sular seller gibi giden şeker gibi Amott melodileri ile (Ahmet abi, senden çalıyorum burayı) gerçekten ne yetenekli bir gitarist olduğunu dünyaya gösterecekti. Prodüksyon olarak albümdeki her bir şarkı birbirinden kaotik, birbirinden kasvetli bir sound’a sahip. Fredrik Nordström tarafından kaydedilen(?) albüm, lirik ve sound olarak vermek istediği havayı gayet güzel verse de, ses düzeyleri olarak bazen gerçekten çok kafa sikiyor. Reissue’da da bu durum ne yazık ki çözülememiş. Albümün kapak resmini tasarlayan her kimse, onun bir an önce bulunması gerektiğini düşünüyorum zira bir kapak albümün içindeki kasveti ve uğursuzluğu ancak bu kadar güzel yansıtabilirdi. Peki en önemli konulardan birisi ile nokta koyalım, albüm ne kadar iyi yaşlanmış? Baya. Güzel yaşlanmış zira 25 sene sonra bile hala günümüzdeki çoğu işten (hatta AE’nin kendi işlerinden bile) çok daha iyi ve ruhlu bir çalışma olduğu apaçık. İki sene sonra Stigmata ile magnum opusunu yayınlayacak grup, ondan sonraki sene Johan Liiva’nın en iyi döneminde son bir çalışma yapıp onunla olan köprüleri yakacak (pun intended). Ondan sonra death metalin en önemli kadın vokalistlerinden Angela Gossow gelecek falan filan buradan sonrasını hepimiz biliyoruz.
Sonuç olarak, en saygın gruplardan biriyken zamanla iyice formülize melodiler ve şarkılar yazarak, imajını yerle bir edecek hareketler yaparak dinleyenlerin gözü önündeki saygınlığı iyice yitirerek, sıkıcı, ruhsuz ve sevimsiz bir gruba dönüştü belki ama ne yapalım, değişime bir kere açık oldular, onda da turnayı gözünden vurdular. Sonra da sağdıkça sağdılar. Gittiler Jeff Loomis gibi bir gitaristi aldılar ama onu da kullanmadılar doğru düzgün, iyice sinir ettiler. Sonra da “Will To Power” denen garabeti yayınladılar, onda da Melodeath namına kalan tek şey aradaki brutal vokaller falan.
Daha fazla oyalanmadan bu hayli subjektif, biraz kişisel yazıyı bitireyim. Black Earth mükemmel mi? Hayır. Black Earth kötü mü? Hayır. Black Earth, Arch Enemy’nin sonraki çalışmaları dâhil olmak üzere günümüzde çıkan bir ton jenerik Melodik Death Metal albümünden iyi mi? Evet.
Kadro Johan Liiva: Vokal, besteler (2, 4)
Michael Amott Gitar, bas, besteler (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 9, 10)
Christopher Amott: Gitar, besteler (3, 8, 9, 10)
Daniel Erlandsson: Davul, beste (10)
Konuk:
Fredrik Nordström: Klavye
Şarkılar 1. Bury Me an Angel
2. Dark Insanity
3. Eureka
4. Idolatress
5. Cosmic Retribution
6. Demoniality
7. Transmigration Macabre
8. Time Capsule
9. Fields of Desolation
10. Losing Faith
11. The Ides of March (IRON MAIDEN cover'ı)
Görür görmez o kadar çok sevindim ki anlatamam size. Uzun süre haber alamadıktan sonra üstelik. Çok teşekkür ederim iyi kötü bütün yorumlarınız için şimdiden.
Bu albümü ta 1998′de dinlemiştim diyeyim de 170 yaşında olduğum ortaya çıksın. Çok sevdiğim bir albümdür. Arch Enemy’nin ilk 4 albümü bence nefistir. Harikadır. Bu albüm de vahşetiyle, vurdulu kırdılı çiğ ve yırtıcı yapısıyla çok sevdiğim bir albümdür.
Black Earth, Stigmata, Burning Bridges ve Wages of Sin bir grubun nasıl gelişip güçlendiğini görmek adına numunelik bir süreç bana göre. 1996′da başlıyorlar ve 2001′deki Wages of Sin’de, yani sadece 6 yıl içinde metalin en heyecan verici gruplarından birine dönüşüyorlar.
kritiği yazıldığı için gerçekten çok sevindim. elinize sağlık.
ilk dört albüm içerisindeki en iyisi olmasa bile benim en sevdiğim AE albümü. Bury Me An Angel’ı arada ana riffi ile birlikte Liiva’nın vokalleriyle gaza gelmek için açarım; sonra dayanamaz albümü baştan sona döndürürüm.
Arada yazıma bakıp “burayı da şöyle yazsaydım” ya da “burada bahsetmediğim şu var” dediğim oluyor ama ilk defa bir siteye bir yazı yolladığım için ve zaman içerisinde gelişimimi görmek adına olduğu gibi kalmasından yanayım.
Görür görmez o kadar çok sevindim ki anlatamam size. Uzun süre haber alamadıktan sonra üstelik. Çok teşekkür ederim iyi kötü bütün yorumlarınız için şimdiden.
12.07.2021
@Cryosleep, eline sağlık gayet güzel yazı olmuş.
12.07.2021
@Ahmet Saraçoğlu, Teşekkür ederim, bunu özellikle sizden duymak çok güzel.
Bu albümü ta 1998′de dinlemiştim diyeyim de 170 yaşında olduğum ortaya çıksın. Çok sevdiğim bir albümdür. Arch Enemy’nin ilk 4 albümü bence nefistir. Harikadır. Bu albüm de vahşetiyle, vurdulu kırdılı çiğ ve yırtıcı yapısıyla çok sevdiğim bir albümdür.
Black Earth, Stigmata, Burning Bridges ve Wages of Sin bir grubun nasıl gelişip güçlendiğini görmek adına numunelik bir süreç bana göre. 1996′da başlıyorlar ve 2001′deki Wages of Sin’de, yani sadece 6 yıl içinde metalin en heyecan verici gruplarından birine dönüşüyorlar.
Sonrası benim için yokuş aşağı.
Vay be dinlediğim ilk Arch Enemy şarkısı bu albümdeydi (Dark Insanity).Ayrıca yeri gelmişken: Johan Liiva <3
bu albümdeki carcassvari riffler beni benden alıyor.
kritiği yazıldığı için gerçekten çok sevindim. elinize sağlık.
ilk dört albüm içerisindeki en iyisi olmasa bile benim en sevdiğim AE albümü. Bury Me An Angel’ı arada ana riffi ile birlikte Liiva’nın vokalleriyle gaza gelmek için açarım; sonra dayanamaz albümü baştan sona döndürürüm.
12.07.2021
ayrıca en sevdiğim metal albümü kapaklarından bir tanesidir.
Bury Me an Angel o kadar çok hoşuma gitti ki diğer şarkılara daha geçemedim hahaha. Ayrıca şarkı buram buram CARCASS
Çok sevmek.
Bu albüm inanılmaz bir şey kelimelerim yetmiyor, yine günde on kere dinlemeye başladım.
Eureka’nın riffi ile Down – Levitation’ın 2. dakikasında başlayan riffi aşırı benziyor, aynı riff neredeyse
Olm çok seviyorum bu albümü ya.
Arada yazıma bakıp “burayı da şöyle yazsaydım” ya da “burada bahsetmediğim şu var” dediğim oluyor ama ilk defa bir siteye bir yazı yolladığım için ve zaman içerisinde gelişimimi görmek adına olduğu gibi kalmasından yanayım.
https://www.metal-archives.com/artists/Miran_Kim/55474
Kapağını tasarlayan kişi. Portfolyosu müthiş.