Yılın şu döneminde, belki son birkaç yılın bu zamanlarında, insanlığın ihtiyaç duyduğu son şeyin, hüzünlü parça üretme konusunda hayli mahir İspanyol atmosferik black metal oluşumu Perennial Isolation’ın -ki grubun ismi, günümüz şartlarında daha bir manidar- iç burkan melodiler içeren albümü “Portraits”i yayımlaması olduğunu düşünebilirsiniz. Size bir noktaya kadar hak verebilirim. Şöyle; bolca aksaklar içeren güçlü sound’lu bir progresif metal albümü, böğürmekten akciğerlerini eline alacak raddeye gelen vokalli bir slam albümü veyahut sizlere şöyle bir Kuzey Avrupa seyahati yaptıracak folk metal albümlerine sarılmak, şüphesiz pek çoğunuza daha cazip gelecektir.
Fakat yapılan araştırmalar da gösteriyor ki ruh hâli çok da iyi olmayan bireyler, hüzünlü parçalar dinledikçe kendilerini daha iyi hissedebiliyor. Nasıl “gaz” olarak nitelendirdiğimiz müzik eserleri, adrenalin gibi hormonların damarlarımızda cirit atmasını sağlıyorsa hüzünlü eserler de hani “Ağla, açılırsın,”daki ağlayamayan ve bunun neticesinde epey kötü hisseden bireyler vardır ya, onların ağlamalarına yardım eden prolaktin hormonunu bile tetikleyebiliyor. Tabii bunu ben demiyorum, araştırmalar söylüyor. Hatta, reklama girmesin, Türkiye’deki bir saç ekim merkezinin 1600’e yakın kişinin katılımıyla yaptığı testte, insanları en çok rahatlatan birinci müzik türü, 80’ler pop müzik, ikincisi ise heavy metal çıkmış. Yani esasen bu müziği -alt kırımlarının getirdiği yapısal değişikliği dikkate almasak bile- dinlerken kendimize bayağı iyilik ediyoruz.
Lafın lafı açacağı kritiklerden biri olacağına kesin gözüyle bakarken bir Word sayfasının neredeyse yarısına gelmişim bile. Aslına bakarsanız, bu kadar yazdıktan sonra “’Portraits’i ne yapıp edip dinleyin,” diye kestirip atsam bile birçok okurun bu tavsiyeyle albüme yönelip ilk bir iki dinleme sonucunda albüme duyacakları hayranlıkla mest olacaklarını rahatlıkla iddia edebilirim ama albüme dair bir şeyler söylemem lazım.
Buralarda bir şeyler karalamaya başlamamın yaklaşık birinci yılında, maalesef birkaç ay gecikmeli ele aldığım “Epiphanies of the Orphaned Light” ile PA sayfalarına konuk olan Perennial Isolation, uzun süren sessizliğini, pek de beklemediğim bir anda bozdu. Geçtiğimiz ayın sonlarında çıkagelen “Portraits”in beni müziğinden önce kapağıyla etkilediğini söylemeliyim. Kar, soğuk, yalnızlık ve tüm bunların beraberinde getirdiği hüzün ve belki de çaresizliği harikulade biçimde resmeden Mark Thompson’ın, Agalloch’un “Marrow of the Spirit”iyle başladığı kar-kış temalı kapak tasarımının dördüncü ayağı, “Portraits”te gün yüzüne çıkıyor. Baktıkça farklı detaylarını yakaladığım, yakaladıkça içine daha çok girdiğim, içine girdikçe gerek albümde kullanılan ses efektlerinin gerekse genel melankolik unsurların etkisiyle kendimi, yazmaya başlayıp ucunu açık bıraktığım dertli tasalı bir öykünün içinde gibi hissettiğim kapak, nedense beni, bu albümü dinleme konusunda tekrar tekrar teşvik etmekte de çok başarılı.
Ses efektlerinden az önce bahsettim, karşımızdaki grup Perennial Isolation ve bu herifler, müziklerini dinlemeye hazır hâle gelmeniz için sizi birtakım işitsel unsurları deneyimlemeye davet ediyor albüm içerisinde. Zira yapımı açan yaklaşık iki dakikalık eser, bir nevi hazırlık mahiyetinde işitsel ögeler bütünü. Normal şartlar altında, atmosferik black metal albümlerine meraklı olsam da bu tarz “hazırlık” kafasındaki meselelere pek paye vermeyip doğrudan asıl müzik eseriyle tanışmayı uygun bulurum fakat “The Fall Awakening”, az önce övmekten kendimi alıkoyamadığım kapakla çok örtüşen, beni kapağa dakikalarca bakmaya davet eden, hani çok güçlü doğa tasvirleri yapan usta yazarların her bir ayrıntısını, gözleriyle görmüşçesine aktardıkları küçücük detaylar olur ya, işte o küçücük detaylarla bezeli, harika bir hazırlık unsuru niteliğinde benim için. İşte tam bu nedenle onu pas geçip ikinci parçaya doğrudan geçemiyorum, onu “deneyimliyorum” sonra ikinci parçayla devam ediyorum, bunu size de tavsiye ederim.
Grup, tahmin edeceğiniz üzere “Bizi özlemiştiniz di mi keratalar?” dercesine harika bir başlangıç şarkısıyla bizleri karşılıyor. Ortalarına geldiğinizde armonik zenginliğin şahikasına ulaşan, lead gitarlardan tane tane dökülen notalarla âdeta gökyüzünden kendi hâlinde süzüle süzüle gelen kar tanelerini resmeden grup, tekdüze sayabileceğimiz ritmik altyapı ile sonbahar mirasına dair ayrıntıları kulaklarımıza fısıldıyor belki de. Kendi içinde birtakım dönüşümlere, inişlere-çıkışlara tanıklık ettiğimiz, oluşumun, lead gitar kullanımındaki cesareti, ustalığı ve elbette melodi üretme konusundaki hünerlerini tekrar tekrar karşımıza çıkaran üçüncü parça, grubun kendi çıtasını, yerini tespit etmeye çalışırken boynumuzun tutulmasına neden olacak kadar yukarıya çektiğine işaret ediyor. Benim için asıl sürpriz olansa Akira Yamaoka’nın “Theme of Laura”sını andıran girişiyle beni hem şaşırtan hem de hüzünlere gark eden uzun isimli, uzun süreli dördüncü parça. Kırılgan bir şekilde başlayıp bu kırılganlığı, tamamen geri plana atmadan onu, bir duygu patlamasına vesile kılan şarkı, albümün yarısına yaklaşmaya başladığınızda dahi sanki yapıtın yeni başladığını hissettirecek kadar sıkıcılıktan ırak, ortasında başlayan enteresan bölüm ve bulunan dikkat çekici, adım adım inşa edilen ve yağmur sesiyle harmanlanan melodileriyle kendini döngüye aldıracak kadar etkileyici. Dokuz şarkılık albümün dört parçasından öyle veya böyle bahsettim ve bırakırsanız buna devam edebilirim. Ama anlatacaklarım var daha.
Sound’unu bilinçli ya da bilinçsiz olarak bok gibi hâle getiren atmosferik black metal gruplarına inat, gayet steril bir sound ile karşımıza çıkan grup, “Portraits” özelinde, yine enstrüman kullanımı konusunda harika işler çıkarıyor. Gitarların, dikkat ettiğinizde kaç katmandan oluştuğu, atmosfer yaratmak için başka hangi katmanların devreye girdiği, basın neler yaptığı, davulların, eserlerdeki melankolik havaya nasıl hizmet ettiği gibi pek çok unsur, albüm akıp giderken ister istemez zihninizdeki hayali hesap kitap tablolarında boy göstermeye başlıyor. Ama bana sorarsanız albümün etkileyiciliğinin en temel sorumlusu, baslardan da sorumlu olan ve bir süredir ekstrem metal vokalistliği konusunda eğitim veren (kendi blog’u var hatta) Albert Batlle. Önceki albümün kritiğinde de bu arkadaşın vokalistliğini övdüğümü anımsıyorum ama “Portraits”te herifin vokalistliği zirve yapmış diyebilirim. İşin tekniklerini çok iyi özümsediği için vokal performansının deli dehşet olduğunu bilmesem telefon açar “Albert Başkan, nedir vaziyet, canını kim sıkıyor?” diye hâl hatır sorarım. Albert’a vokal konusunda destek atan konuk isimlerin olduğunu da ekleyeyim. Onlar da ağızlarını geleni söylemişler, iyi etmişler.
Bilinirlik, tanınırlık konusunda ciddi manada sıkıntı yaşadığını düşündüğüm Perennial Isolation’ın sahip olduğu bu sıkıntıları “Portraits” ile aşacağına inanıyorum. Şayet bugüne dek grupla tanışmadıysanız, “Portraits”e şans verin. Belki hayatınızın fon müziği olacak eser bu albümdedir.
Şarkılar 1. The Fall Awakening
2. Autumn Legacy Underlying the Cold's Caress
3. The Breathless Season Bane
4. Unceasing Sorrows From the Vastness' Scion
5. To the Withering Womb
6. Through Fire Upon Fire
7. Embers in the Slumbering Threshold
8. The Silent Solace
9. Emanations from the Swallowed Twilight