Esra Erol, Müge Anlı, kalkın büyüğünüz geldi: OPETH’in death metal dokunuşları, miras paylaşımı ve cuckold sarmalından yükselen yeni albümüne dair kapsamlı bir değerlendirme.
1999-2002 yılları arasında uzak ara en sevdiğim, en çok dinlediğim, gitarla en çok çaldığım, her şeylerine hasta olduğum grup olan OPETH, “Blackwater Park” itibarıyla dünyanın en üstün, en eşsiz kavramlarından biri olarak benim gibi pek çokları için herkesten ayrı, apayrı bir konumda duruyordu. Sevdiğim bir dolu grup vardı, fakat OPETH’in yaptığı müzik ve yarattığı atmosfer o dönem benim için metal denen şeyin zirvesini oluşturuyordu.
“Deliverance” ve “Damnation”la birlikte ilk kez iki kutbunu ayrı ayrı sunma yoluna giden OPETH’in bu hamlesi, aslında sonradan olacakların da habercisiydi. “Damnation” kendi özelinde çok değerli bir albümdü, ancak “bir yerden sonra bu OPETH’le devam etme” ihtimalini, fikrini de doğal olarak Mikael’in kafasına sokmuştu. “Ghost Reveries” ve “Watershed”de de o zamana kadar süregelen OPETH’i bizlere sunan grup, sonraki hamlesi öncesinde tamamen farklı bir kafaya bürünmüş ve müziğindeki death metal unsurlarından sıyrılarak “Heritage” adlı progresif rock/metal albümünü çıkarmıştı.
Sonrasında olanları detaylı anlatmaya gerek yok. Ayrışan hayranlar, sert vokallerin ortadan kalkmasına yönelik şikâyetler, OPETH’in zamanında hiç kimseye benzemezken artık 30-40 yıl öncesinde yapılan obskür progresif rock işlerine öykünür duruma gelmesi, ama bir yandan konserlerde eski şarkılardan ağırlıklı çalmaya devam etmesi, hatta ta en başlara girip 20 küsur dakikalık “Black Rose Immortal”ı setlist’lerine sokmaları gibi olaylarla birlikte OPETH tuhaf bir evrim geçirerek günümüze kadar geldi.
Yeni OPETH albümüyle ilgili ilk haberler gelmeden hemen öncesine kadar grubun eski hayranları albüme karşı çok da bir merak beslemiyor ve muhtemelen yine tatlarını kaçıracak bir albüm geleceğini düşünüp fazla heyecan yapmıyorlardı. Sonuçta OPETH efsane olduğu ve progresif death metal yaptığı dönemden daha uzun süredir progresif rock yapıyordu ve görünüşe göre bu durum aynen devam edecekti.
Ta ki albümde death metal vokallerine geri dönüleceği haberi gelene kadar…
“Last will and testament”, aslında “son arzu ve vasiyet” veya “vasiyetname” anlamına gelen bir hukuk terimi. Bu ismin altında yatan, albümdeki şarkılara paragraf numarası verilmesine neden olan konsept de “The Last Will and Testament”ın şarkı sözü açısından bir vasiyet mektubundan oluşuyor olması.
Albüm konseptinin oluşmasına vesile olan çeşitli faktörler var. Bunlardan biri Mikael’in plak mağazası olan bir arkadaşının ricası üzerine, ölen birinin plak koleksiyonunun maddi değerini tespit etmesi. Mikael bu değerlendirme sırasında yeni albümün aile, çarpık akrabalık ilişkileri, miras, vasiyet gibi bir tema üzerinden ilerlemesi gerektiğine karar vermiş. Diğer bir etmense Mikael’in Succession dizisini çok seviyor oluşu.
Bu temaya detaylıca bakacak olursak, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşayan varlıklı, muhafazakâr, ataerkil bir aileyle karşılaşıyoruz. Ne yazık ki kendine özgü bir ismi olmayan, sadece paragraf numaraları ile ifade edilen, bu yüzden de “§1” demek zorunda kaldığımız ilk şarkı, malikanedeki bir odada, ölen aile reisinin vasiyetinin okunmasıyla başlıyor. Vasiyet okunduğu sırada odada adamın çocuğu olan, yirmili yaşlarının sonlarındaki biri kadın biri erkek ikizler ve bir de kız çocuğu var. Bu çocuk adamın öz kızı değil, evlatlık olarak alınıp büyütülmüş ve çocuk felcinden muzdarip. En azından o ana kadar her şey böyle biliniyor. Vasiyet okunduğu sırada adamla kan bağı olmayan bu evlatlığın da ortamda bulunması adamın öz evladı ikiz kardeşlerin tadını kaçırıyor ve mirasın ikiye değil de üçe mi bölüneceği şüphesiyle “bu ne alaka şimdi burada?” falan oluyorlar, kibirli ve sik gibi bir gerginlik yaşıyorlar.
Olayı enteresan kılan şeye gelirsek, artık her ikisi de hayatta olmayan zengin adamla karısı zamanında çocuk yapmak istiyorlar ancak bir türlü çocukları olmuyor. Deniyorlar deniyorlar olmuyor. Adam da erkekliğine laf ettirmemek için karısını kısır olmakla suçluyor. Ancak böylesi varlıklı bir ailenin asil soyunun devam etmesi gerektiği için, belki de sorun kadında değildir düşüncesiyle, bir çocuk olsun da nasıl olursa olsun düşüncesiyle, son çare olarak başka bir adam bulup kadını hamile bıraktırıyorlar. Bir adamla anlaşıyorlar, adam eve gelip kocasının verdiği yetkiyle kadını hamile bırakıyor ve bunun sonucunda da bu ikizler doğuyor. Tabii ikizlerin bundan haberi yok, zengin adamın öz evladı olduklarını sanıyorlar. Ne var ki adam çocuklar doğduktan kısa bir süre sonra yaptığı şeyin farkına varıyor ve “resmen bizim karıya çaksın diye eve adam getirttim lan ben! Gavat mıyım cuckold muyum neyim!?” diye coşup bu çocukları kafasından siliyor, ama yıllarca da kimseye belli etmiyor.
Vasiyet okunurken ikizler bunu, yani babaları sandıkları adamla kan bağlarının olmadığını, babalarının sokaktan bulunan alelade bir adam olduğunu ve bu yüzden herhangi bir mirasa konamayacaklarını öğrenip yıkılıyorlar. “Ya var ya şu an düşüp bayılacağım” falan demişlerdir herhalde, sonuçta ağır bir şey. Hem baban belli değil hem de para alamıyorsun.
Daha da tuhafı, evlatlık sanılan hasta kız ise aslında adamın evde çalışan hizmetçiyle olan yasak ilişkisinden dünyaya gelen çocuğu. Yani adamın esas öz evladı o. Ama adam hizmetçiyle yatmış olduğunu karısından gizlemek için zamanında ona Aşk-ı Memnu’daki babacan Ednan Bey gibi (burasını Selçuk Yöntem sesiyle okuyun) “hanım bizim hizmetçi birinden hamile kalmış, çocuk olmuş, yazıktır günahtır biz bakalım garibana” diyerek yalan söylemiş. Vasiyet okununca bu durum da ortaya çıkıyor ve ortam bir anda şok geçiren çeşitli gençlerle doluyor.
Durum böyle olunca da tüm servet, o zamana kadar evlatlık sanılan bu çocuğa kalıyor. Peki bitti mi? Tabii ki bitmedi. Gerçekler aydınlandı mı? Tabii ki aydınlanmadı.
Son şarkı “The Story Never Told”da, tüm mal varlığı üstüne kalan, durduk yere köpek gibi zengin olan bu kızın bir mektup aldığını görüyoruz. Mektup kızın annesi olan hizmetçiden geliyor. Kadın mektupta kızına, vasiyette babası olduğunu öğrendiği zengin adama yalan söylediğini, seks meks dönmüş olsa da adamın hakikaten kısır olduğunu ve çocuğun gerçekten de başka birisiyle olan ilişkisinden olduğunu söylüyor. Yani ölen adamın tüm mirası, yine kan bağı olmayan, hizmetçiyle yatan alelade bir adamın çocuğu olan alakasız birine gitmiş oluyor.
Kısacası hem ayranlar dökülüyor hem de bazı tatsız olaylar yaşanıyor ve Mikael’in başta bahsettiğim plak değerlendirme deneyimi, artı Succession dizisinden aldığı ilham, artı “In Cauda Venenum”da da bu birbirine düşmanlaşan aile kavramına değinmiş olmasından gelen fikirlerle “The Last Will and Testament” meydana geliyor. Aslında epey bir KING DIAMOND teması gibi, değil mi? Akıllara gelmiyor değil. Ki zaten “§7”nin 1.37 ve 1.42’sinde ufak bir KING DIAMOND göndermesiyle de karşılaşıyoruz.
Müzikal olarak bakınca albümde OPETH’in eski dinamiklerinin bir kısmını geri kazandığını görüyoruz. Bunlar farklı dinleyiciler tarafından farklı şekilde değerlendirilecek şeyler olduğundan ben kendi gözümden bakarak albümde artı ve eksi olarak gördüğüm şeyleri ayrı ayrı ele alacağım. Esasında albümü beğenmemiş değilim. Dinlerken küfürler etmiyorum, ne biçim iş yapmışınız demiyorum. Ancak göreceğiniz gibi albümde eleştiri noktası olabilecek şeylerin, övgü alacak şeylerden daha fazla olduğuna inanıyorum.
O zaman haydi başlayalım.
+ Artılar +
Öncelikle death metal vokallerinin gelmesi günümüz OPETH’ine belli bir dinamizm, heyecan, en azından eskiyi yad etme keyfi katmış. İşlenen temanın olumsuzluğa dayalı oluşundan dolayı Mikael çeşitli yerleri yine clean vokalle, daha sert duyguları growl’larla, birtakım anlatı kısımlarını ise önemli konuklar vasıtasıyla iletme yoluna gidiyor. Bu açıdan bakınca ben growl’ların dönmesinden memnunum. OPETH’e can gelmiş, kan gelmiş şeklinde bir yeni gelin heyecanına sahip olmasam da “Heritage” sonrasında birbirine benzemeye başlayan progresif rock’çı OPETH en azından bir taraftan kırılmış.
Bana göre diğer bir artı, OPETH’in ta 20 yıl önce çıkan “Ghost Reveries”in açılış şarkısı “Ghost of Perdition”ın 1.07’sinde ilk kez bize gösterdiği hafif TOOL kasa, aksak gibi duyulan rif yapısını bu albümdeki çeşitli şarkılarda başarılı olarak kullanması ve bu sayede karakteristik anlar yaratması. Bu elbette ki öznel bir yorum, ancak uzunca bir süredir OPETH albümlerinde ilginç yer arayıp bulmaya çalışan biri olarak bazı şeylerin ilk andan çarpması veya aklıma kazınmasından dolayı mutluyum. İlk single “§1”de bu olay var ve özellikle yeni davulcu Waltteri Väyrynen’in yazdığı paternlerle akılda kalıcı, karakteristik anlar oluşması sağlanmış.
Diğer bir artı, epey bir albümdür genelde aynı ruh hâlinde dolaşan progresif rock’çı OPETH’in “§6” adlı şarkıda uzun zamandır görmediğimiz düzeyde ayrıksı bir atmosferi bizlere sunuyor oluşu. Yine Väyrynen’in canlı ve etkin davul kullanımıyla dinamikleşen ve majör akorlar sayesinde çok aydınlık, umut dolu bir hava yaratan bu şarkı benim albümdeki en sevdiğim çalışmalardan biri oldu. Şarkının 2.30’unda, yedi telli gitarla ve djent prodüksiyonuyla çalsalar bir djent grubunun elinden çıkabilecek tarzda bir bölüm bile var. Süper, müthiş, “OPETH dehası işte bu!” dedirten bir şey değil, ama en azından akışı kıran fikirler oldukları için bu tarz şeylere değer atfetme ihtiyacı duyuyorum.
Sadece bir ismi olduğu için bile sevmeye hazır olduğum kapanış şarkısı “A Story Never Told”u da “Damnation” albümündeki dinginliği anımsatması dolayısıyla seviyorum. OPETH’in kariyerinde önemli bir yerde durmayacak, ancak minimalliği akıllıca kullanması sayesinde bence uzun ömürlü ve karakterli olmayı başarıyor.
- Eksiler -
OPETH’in death metal tarafını dipfrize kaldırıp progresif rock/metale dönmesiyle birlikte kötücül karakterini bir kenara bırakıp “muallak, entrikalı” bir ruh hâli benimsemesinden rahatsızım. “Demon of the Fall”, “Serenity Painted Death”, “The Leper Affinity” daha bir sürü sayın… OPETH’in bu ve benzeri şarkılarda sunduğu uğursuz, kötücül hislerin progresif rock’a geçiş ve özellikle mellotron, klavye kullanımıyla birlikte “muallaklık”, “belirsizlik”, “başımıza bir şey gelecek ama ne?” hissiyatına bürünmesi, OPETH’in kemikleşmiş, özgün ve net karakteristik özelliklerinin de zayıflamasına neden oldu. Death metalin ortadan kalkmasından, sound’un yumuşamasından bahsetmiyorum. OPETH eskiden çok belirgin, net, akıllardan hiç çıkmayacak melodilerle şarkılarına kimlik ve ruh katarken, progresif rock dönemiyle birlikte, genelde, kendimce “ilginçlikler melodisi” dediğim türde, neredeyse rastgele basılan notalardan oluşan melodiler kullanma yoluna gidiyorlar. Bu genelde gitar+klavye veya gitar+mellotron şeklinde oluyor ve notalara denk gelen rastgele görünümlü davul vuruşlarıyla desteklenerek şarkıya tuhaflık ve sıkıntılı bir tuh hâli katmak için kullanılıyor. O rastgele gibi gelen abidik gubidik geçişler, melodiler kafanızda canlanmıştır sanırım. Canlanmadıysa “§7”nin 2.27’sine bakın yeter. OPETH’in kaç albümdür bu olayı sıklıkla kullanmasından rahatsızım.
Diğer bir rahatsızlığım, ki bu “Heritage”dan beri düzelmedi, Mikael Åkerfeldt’in artık, hatta uzunca bir süredir akılda kalıcı, vurucu, kısacası iyi vokal melodisi yazamadığını düşünüyorum. Bu eskiden böyle değildi. Gidin “Still Life”a, açın “The Moor”un 9.14’ünü, 9.45’ini, sadece mırıldanarak, tek kelime etmeden bile nasıl bugün bile akıllardan silinmeyen vokal melodileri yazdığını görün. Bin tane örnek verebilirim. Ne var ki, sanırım ilk kez “Ghost Reveries”deki “Reverie/Harlequin Forest”ta denediği bir şeyi çok sevdi ve o zamandan beri bu formülü sıklıkla kullanıyor. O şarkının 7.19’da başlayan, beklenmedik nota atlamalarıyla ilerleyen vokal melodisinin Åkerfeldt’in sonradan yazdığı clean vokal melodilerine bir miktar yön verdiğini, ancak o şarkıda işleyen bu olayın sonradan çok da işlemediğini düşünüyorum. Zira “The Last Will and Testament”taki vokal melodilerine bakınca, albümü yaklaşık yirmi kere dinlemiş olmama rağmen aklıma kazınan, mırıldandığım pek de bir şey olmadığını görüyorum.
“The Last Will and Testament”la ilgili olarak en anlam veremediğim noktaysa, hikâyeye konu olan ve albüm kapağında gayet batılı, Avrupalı bir aile olduğu belli olan bu aileyi anlatan bu şarkılarda neden yer yer oryantal melodilere başvurulduğu. İlk dinleyişte “vokale Zaher Zorgati’yi koysan MYRATH olacak” diye düşündüğüm yerler olduğunu, yer yer yaylıların bu temayla hiç bağdaştıramadığım atmosferler yarattığını söyleyebilirim. Bu tercihi gerçekten anlayamadım, çünkü hizmetçi kadını hamile bırakan esas adam ailenin bahçesinde çalışan Suriyeli bir mülteci değildiyse, bu Orta Doğu karakterinin konseptle örtüşen hiçbir tarafı yok. Misal “§5”in 3.12’sine bakın.
“I found no traction in this haze Defiled, I’d long for sleep A tainted sanctuary How could I justify my reasoning?”
Şu bölümde neden bir anda Prince of Persia’ya bağlıyoruz mesela? Olay Türkiye’de geçse anlarım; “büyük dedemden Mısır’da altı yüz dönüm arazi kalmış” gibi bir şey olabilirdi. Ama öyle bir durum da yok.
Üstelik bu durum sadece “Orta Doğu ezgileri ne alaka?” diye sordurtmakla da kalmıyor, makro düzeyde OPETH’in albümü aklına gelen her fikri katarak zenginleştirme yoluna gittiği izlenimini de yaratıyor.
Bu açıdan bakınca OPETH diskografisindeki en “konsept gibi konsept” albüm olarak görülebilecek iş olan “The Last Will and Testament”ın, yukarıda uzun uzun anlatmış olmama rağmen esasında “cuckold hastası zengin ve kısır adamın mal varlığını paylaştırması ve bu süreçte çok şaşıran birtakım aveller” şeklinde özetlenebilecek bir konsepti olduğunu da söyleyebiliriz. Ele alınan tema görece çetrefilli, entrikalı, ancak temelde standart bir TV dizisi senaryosu seviyesinde olunca, OPETH’in bu hikâyeyi dramatize etmek için kullandığı birtakım şeylerin altı da çok fazla dolamıyor diye düşünüyorum. Evet, Mikael’i seviyoruz, zamanında yaptığı growl’ların kulu kölesiyiz, çok iyi söz yazdığını da biliyoruz, ancak “RÖAAAAA!” diye kükreyerek Müge Anlı veya Esra Erol programına konu olabilecek veya “Aşk-ı Memnu Extreme” şeklinde özetlenebilecek bir olay örgüsünü ne derece havalı ve karizmatik gösterebilirsiniz, orası da ayrı bir tartışma konusu. Bu konsept çağdaş batılı insanlara enteresan gelebilir, ancak bu tür olayların on kat daha sertleri ülkemizde her gün, her an yaşanıyor. TV’lerin öğle saati kuşakları standart olarak bu tür olaylarla dolu.
Yine de bu kadar negatif nokta belirtmiş olmama rağmen OPETH’in belli orandaki bu yenilenme çabasını takdir ediyorum ve albümden keyif almaya çalışıyorum. Zaten alıyorum da. Buraya kadar okuyup albüme 5/10 falan vereceğimi düşündüyseniz, öyle bir noktada değilim. Albüme karşı bir hıncım, düşmanlığım yok. “The Last Will and Testament”ı “bu ne biçim şey”, “sizin yapacağınız işi” diyerek dinlemiyorum. Artılarıyla eksileriyle, çok özlediğim eski OPETH’ten renkler sunuyor olmasının keyfiyle dinliyorum. Arada yadırgadığım, hayırlısı olsun diye düşündüğüm, yukarıda bahsettiğim türde şikâyet noktalarım elbet var. Ama yine de yapıcı ve zevk almaya odaklanan taraftan bakıyor ve olayın pozitifliklerine yoğunlaşıyorum. Bakarsınız Mikael gelen yorumlardan, konserlerdeki tepkilerden memnun olur ve bir sonraki albümde daha da köklere dönmeye meyleder.
Aslında bunun için çok da bir şey yapmasına gerek yok; kötücül tarafı biraz açsın, “ilginçlikler melodisi” olayını epey bir kıssın, zaten o kendiliğinden gelir.
ben albumu sevdim. özetle;tekrar dinlenecek herhangi bir şarkı olmamasına rağmen en azından son 4 albumde oldugu gibi sizin yapacagınız işin demeden sonuna kadar dinlenebilen, görmek istediğimiz opeth’e benzer anların oldugu iyi bir album diyebilirim.
rahatsız oldugum şyerler tabiki var ama son albumler o kadar kötü ve opeth değildi ki buna da şükür dedirtiyor.
son 15 yıldır çıkmış olan en opeth gibi opeth albumu oldugu için herhangi bir beklentimizin kalmadığı harika bir şeyi tekrardan canlandırdıgı için sevmişimdir belki de. bilemiyorum.
Opeth’in yeri bende çok ayrıdır. Bütün albümlerini ezbere bildiğim bu grup bir zamanlar Agalloch ve Drudkh ile beraber en sevdiğim üç metal grubundan birisiydi. Fakat özellikle Heritage albümünden beridir grubun yaptığı müzik bana çok formülize ve yapmacık gelmeye başladığı için Opeth ile son 13 yıldır aram epey bozuk. Açıkçası ben bu albümün artık dinleyicilerle Opeth’in barışacağı ve grubun tekrardan yükseliş dönemine girmesine vesile olacak albüm olacağını düşünüyordum. Yani.. Pek beklediğim olmadı ama ben açıkçası albümden memnun kaldım. Blackwater Park zamanındaki heybetten falan eser kalmamış tabii ama en azından grubun yakın dönem albümleri için en iyi albüm bu diyebiliriz. 7/10
Albümü ilk çıktığı günlerde 0 beklentiyle açıp dinledim. Belki de bu beklentisizlik beni albüme karşı daha yükselten asıl sebep olmuştur. Eski opeth dokunuşlarını görmek bile heyecan yapmama yetti. Ben cidden beğendim albümü 8.5/10
Growllara hiç ısınamadım ya fazla zorlama geliyor. Eski halinden eser kalmadığı net. Çok tekdüze olmuş. Aynı düşünceyi neredeyse Opeth kadar sevdiğim bir grubun yeni albümünde de hissettim. Nerede o eski renkli ve acayip growllar..
Albümün bir kimlik problemi var. Ne dinlediğimi, ne yapmak istediklerini falan özümseyemedim. Kötü değil, ancak bu kadar yani, sadece kötü değil.
Her sabah 9.10 gibi elinde Starbuck bardağıyla dümenden “günaedııın” diyen satın almacı Aslı Hanım mı daha samimiyetsiz, yoksa bu albüm mü karar veremedim.
Albümden bağımsız olarak bu yorumu yapıyorum. 7/10 günümüz müzik dünyasında artık en bıçak sırtı nottur.
7/10 bir albüm görünce king oynarken el almazda elime gelen maça 5′lisine bakar gibi bakıyorum.
Günümüzde o kadar muhteşem albümler varken, 7/10′luk bir albüme kalkıp 50dk vermek riskli geliyor. Dediğim gibi albümden bağımsız söylüyorum bunu, yoksa Opeth’dir candır, elbette dinlenir ama 7/10 çukuruna düştüyse vay haline.
Albüme dair fikirlerimi biraz daha dinleyince yazıcam.
Reverie/Harlequin Forest’in herhangi bir dakikası bu albüme on basar.Hayır bunda Ghost Reveries’in yıllar içinde Blackwater Park’ı bir kaç sebepten geçip nezdimde en sevdiğim albümleri olmasıyla alakası yok (kıps).
Watershed’den sonra çıkan baştan sona dinlenebilir tek Opeth gibi Opeth albümü olduğu konusunda çoğumuz hem fikirizdir heralde.Albüm çıkmadan önce yayınlanan şarkılar da çok bariz bir biçimde eski Opeth gibi ama biraz değişik olacağını belli ediyordu.Bu yüzden çok da şey etmeyip kulağa gelen garipliklere rağmen buna da şükür dedirten bir albüm oldu benim için.
Albümü hiç merak etmediğimi sanıyordum, lakin çıktığından beri sürekli dinleme halindeyim ve uzun zamandır en merakla beklediğim şeylerden biri olduğunu yeni fark ediyorum. Ancak bulduğum şey, maalesef benim bu merakımı karşılamaktan hayli uzak ve kafası karışık bir albüm oldu. Mikael’in death metale değil sadece “kaçan hayranları geri getirmeye yarayacak” death metal vokallerine döndüğü çok açık. Albümde “dur bir daha dinleyeyim” diyebildiğim tek şey §5′in ilk 3 dakikası oldu – ki albümün konseptine de diğer şarkılarına da son derece aykırı, oryantal dokunuşları olması, durumu daha da vahim hale getiriyor. Albümde davullar dışında yüksek kalibre bir müzisyenlik duyamıyorum. Konserde de çok açık gözükmüştü: Mendez gruba sadece bir para kaynağı gibi bakmaya devam ediyor galiba. Akesson ise geldiğinden beri en zayıf performansını burada sergilemiş, akılda kalıcı hiçbir gitar lead’i duyamadım ben. Eğer illa bir şeye benzetilecekse Heritage’ın death metal vokalleriyle desteklenmiş haline benzetebileceğim; içerdiği dev isimlerden (Ian Anderson ve Joey Tempest) yeterince yararlanmamış, standart bir prodüksiyona sahip, akılda kalıcı melodi eksikliği çeken bir albüm olduğunu ve fazlaca “piyasaya yönelik” yazıldığını düşünüyorum.
Bu adam davulcularına çok iyi davul çaldırıyor, orası kesin. Bildiğim kadarıyla davulları da çoğunlukla kendisi besteliyor. Metal davulculuğundan bağımsız konuşursak çok iyi beatler, riffler, filller, yaraklar ve kürekler var davullarında, Ghost Reveries’den hatta Deliverance’tan beri bu açıdan sürekli güzel şeyler duyuyoruz.
Ama adam gitar çalmayı unuttu. Yazıda da denildiği gibi doğru düzgün gitar riffi çıkmıyor, o kadar güzel sololar atan adam bir elle tutulur solo çıkaramamış. Saçma sapan orkestrasyonlardan gitara sıra gelmemiş. Metal ve rock dinliyorsak öncelikle gitar sesini sevdiğimiz için dinliyoruz bu müziği diye düşünüyorum. Sen klavyeye, yaylılara bu kadar abanınca işin bir tadı kalmıyor. Gitarın bıdır bıdır bir şeyler çaldığı her yerde arkada sürekli büyük büyük sesler var. Bu adamın To Bid You Farewell’i şimdi bestelediğini düşünün mesela. Akustiğin ve bassın önüne oda orkestrası boca ederdi.
Aslında haybeye bu eleştiriler onun da farkındayım da, tam olarak y-Opeth’in olmaya çalıştığı şeyler bunlar çünkü. Ian Anderson’un konuk olması da boşuna değil bu bağlamda. Ama işte senelerdir hep olmayan bir şey var.
Brutalin geri gelmesi hoşuma gitti, şarkılara kattığı kontrast olumlu. O da olmasa zaten mıy mıy kafa sikecek. Ama The Human Equation’da bu adamın brutallerini daha etkili kullanmıştı Ayreon. Konsept albüm mantığında dramatik bir etkisi yok. Zaten genel olarak konsept albüm olduğunu düşündüren bir yapısı da yok sanki, sözlerini osurup osurup dizse de değişen bir şey olmayacak.
Angry Metal Guy’da 9 verdiklerini görünce bir eyvah demiştim. Çok kötü albüm değil ama Kemal’in In Cauda Venenum kritiğindeki 11 maddelik süreç bu albüm için de aynen işliyor. Yeni Opeth’e ne bayılan ne de nefret eden biri olarak Sorceress ve Pale Communion’ın gerisinde buldum, çok geri döneceğim bir albüm olmayacak muhtemelen.
ben albumu sevdim. özetle;tekrar dinlenecek herhangi bir şarkı olmamasına rağmen en azından son 4 albumde oldugu gibi sizin yapacagınız işin demeden sonuna kadar dinlenebilen, görmek istediğimiz opeth’e benzer anların oldugu iyi bir album diyebilirim.
rahatsız oldugum şyerler tabiki var ama son albumler o kadar kötü ve opeth değildi ki buna da şükür dedirtiyor.
son 15 yıldır çıkmış olan en opeth gibi opeth albumu oldugu için herhangi bir beklentimizin kalmadığı harika bir şeyi tekrardan canlandırdıgı için sevmişimdir belki de. bilemiyorum.
8/10
Opeth’in yeri bende çok ayrıdır. Bütün albümlerini ezbere bildiğim bu grup bir zamanlar Agalloch ve Drudkh ile beraber en sevdiğim üç metal grubundan birisiydi. Fakat özellikle Heritage albümünden beridir grubun yaptığı müzik bana çok formülize ve yapmacık gelmeye başladığı için Opeth ile son 13 yıldır aram epey bozuk. Açıkçası ben bu albümün artık dinleyicilerle Opeth’in barışacağı ve grubun tekrardan yükseliş dönemine girmesine vesile olacak albüm olacağını düşünüyordum. Yani.. Pek beklediğim olmadı ama ben açıkçası albümden memnun kaldım. Blackwater Park zamanındaki heybetten falan eser kalmamış tabii ama en azından grubun yakın dönem albümleri için en iyi albüm bu diyebiliriz. 7/10
Mikail abime bu işleri bırakıp kadın kuaförlüğüne başlamasını tavsiye ediyorum.
Albümü ilk çıktığı günlerde 0 beklentiyle açıp dinledim. Belki de bu beklentisizlik beni albüme karşı daha yükselten asıl sebep olmuştur. Eski opeth dokunuşlarını görmek bile heyecan yapmama yetti. Ben cidden beğendim albümü 8.5/10
Growllara hiç ısınamadım ya fazla zorlama geliyor. Eski halinden eser kalmadığı net. Çok tekdüze olmuş. Aynı düşünceyi neredeyse Opeth kadar sevdiğim bir grubun yeni albümünde de hissettim. Nerede o eski renkli ve acayip growllar..
Albümün bir kimlik problemi var. Ne dinlediğimi, ne yapmak istediklerini falan özümseyemedim. Kötü değil, ancak bu kadar yani, sadece kötü değil.
Her sabah 9.10 gibi elinde Starbuck bardağıyla dümenden “günaedııın” diyen satın almacı Aslı Hanım mı daha samimiyetsiz, yoksa bu albüm mü karar veremedim.
Albümden bağımsız olarak bu yorumu yapıyorum. 7/10 günümüz müzik dünyasında artık en bıçak sırtı nottur.
7/10 bir albüm görünce king oynarken el almazda elime gelen maça 5′lisine bakar gibi bakıyorum.
Günümüzde o kadar muhteşem albümler varken, 7/10′luk bir albüme kalkıp 50dk vermek riskli geliyor. Dediğim gibi albümden bağımsız söylüyorum bunu, yoksa Opeth’dir candır, elbette dinlenir ama 7/10 çukuruna düştüyse vay haline.
Albüme dair fikirlerimi biraz daha dinleyince yazıcam.
Reverie/Harlequin Forest’in herhangi bir dakikası bu albüme on basar.Hayır bunda Ghost Reveries’in yıllar içinde Blackwater Park’ı bir kaç sebepten geçip nezdimde en sevdiğim albümleri olmasıyla alakası yok (kıps).
Watershed’den sonra çıkan baştan sona dinlenebilir tek Opeth gibi Opeth albümü olduğu konusunda çoğumuz hem fikirizdir heralde.Albüm çıkmadan önce yayınlanan şarkılar da çok bariz bir biçimde eski Opeth gibi ama biraz değişik olacağını belli ediyordu.Bu yüzden çok da şey etmeyip kulağa gelen garipliklere rağmen buna da şükür dedirten bir albüm oldu benim için.
İlk defa sevdiğim bir grubun albüm çıkarışına şahit oldum(1-2 senedir ilgileniyorum). Güzel bir his ve albüm kötü değil.
Albümü hiç merak etmediğimi sanıyordum, lakin çıktığından beri sürekli dinleme halindeyim ve uzun zamandır en merakla beklediğim şeylerden biri olduğunu yeni fark ediyorum. Ancak bulduğum şey, maalesef benim bu merakımı karşılamaktan hayli uzak ve kafası karışık bir albüm oldu. Mikael’in death metale değil sadece “kaçan hayranları geri getirmeye yarayacak” death metal vokallerine döndüğü çok açık. Albümde “dur bir daha dinleyeyim” diyebildiğim tek şey §5′in ilk 3 dakikası oldu – ki albümün konseptine de diğer şarkılarına da son derece aykırı, oryantal dokunuşları olması, durumu daha da vahim hale getiriyor. Albümde davullar dışında yüksek kalibre bir müzisyenlik duyamıyorum. Konserde de çok açık gözükmüştü: Mendez gruba sadece bir para kaynağı gibi bakmaya devam ediyor galiba. Akesson ise geldiğinden beri en zayıf performansını burada sergilemiş, akılda kalıcı hiçbir gitar lead’i duyamadım ben. Eğer illa bir şeye benzetilecekse Heritage’ın death metal vokalleriyle desteklenmiş haline benzetebileceğim; içerdiği dev isimlerden (Ian Anderson ve Joey Tempest) yeterince yararlanmamış, standart bir prodüksiyona sahip, akılda kalıcı melodi eksikliği çeken bir albüm olduğunu ve fazlaca “piyasaya yönelik” yazıldığını düşünüyorum.
Bu adam davulcularına çok iyi davul çaldırıyor, orası kesin. Bildiğim kadarıyla davulları da çoğunlukla kendisi besteliyor. Metal davulculuğundan bağımsız konuşursak çok iyi beatler, riffler, filller, yaraklar ve kürekler var davullarında, Ghost Reveries’den hatta Deliverance’tan beri bu açıdan sürekli güzel şeyler duyuyoruz.
Ama adam gitar çalmayı unuttu. Yazıda da denildiği gibi doğru düzgün gitar riffi çıkmıyor, o kadar güzel sololar atan adam bir elle tutulur solo çıkaramamış. Saçma sapan orkestrasyonlardan gitara sıra gelmemiş. Metal ve rock dinliyorsak öncelikle gitar sesini sevdiğimiz için dinliyoruz bu müziği diye düşünüyorum. Sen klavyeye, yaylılara bu kadar abanınca işin bir tadı kalmıyor. Gitarın bıdır bıdır bir şeyler çaldığı her yerde arkada sürekli büyük büyük sesler var. Bu adamın To Bid You Farewell’i şimdi bestelediğini düşünün mesela. Akustiğin ve bassın önüne oda orkestrası boca ederdi.
Aslında haybeye bu eleştiriler onun da farkındayım da, tam olarak y-Opeth’in olmaya çalıştığı şeyler bunlar çünkü. Ian Anderson’un konuk olması da boşuna değil bu bağlamda. Ama işte senelerdir hep olmayan bir şey var.
Brutalin geri gelmesi hoşuma gitti, şarkılara kattığı kontrast olumlu. O da olmasa zaten mıy mıy kafa sikecek. Ama The Human Equation’da bu adamın brutallerini daha etkili kullanmıştı Ayreon. Konsept albüm mantığında dramatik bir etkisi yok. Zaten genel olarak konsept albüm olduğunu düşündüren bir yapısı da yok sanki, sözlerini osurup osurup dizse de değişen bir şey olmayacak.
Angry Metal Guy’da 9 verdiklerini görünce bir eyvah demiştim. Çok kötü albüm değil ama Kemal’in In Cauda Venenum kritiğindeki 11 maddelik süreç bu albüm için de aynen işliyor. Yeni Opeth’e ne bayılan ne de nefret eden biri olarak Sorceress ve Pale Communion’ın gerisinde buldum, çok geri döneceğim bir albüm olmayacak muhtemelen.