Death metalin çağlar boyu evrilmesine, adeta bir canlı misali önce sudan karaya oradan da yavaş yavaş kanatlanıp günümüzde bir kartal gibi pençelerinde tuttuğu leşini biz fanilere göstererek yüreklerimize dermansız korkular salmasına şahit olduk. Bir çoğumuz bu evrilmeye canlı canlı şahit olamamış olsa da Death metalin şu an günümüzde geldiği noktayı fark edememek için ya kör olmak ya da Death metali hiç dinlememiş olmak gerekiyor. Bu mesele çerçevesinde bu türün gelişimine aşağı yukarı 10′ar yıllık periyotlarla katkı sağlayan gruplara baktığımız zaman 90′lar ortasında kabaca AT THE GATES, CARCASS ve EDGE OF SANITY, 2000′li yılların başından ortasına dek SOILWORK, NECROPHAGIST ve 2010′lu yıllarda ise OBSCURA ve ULCERATE gibi kendi alanlarında yüksek tanınırlık elde etmiş, en az bir başyapıt ile akıllara durgunluk vermiş grupları sayabiliriz.
Madalyonun diğer yüzünde ise yukarıda saydığım grupların yarısı kadar bile bilinirliği olmayıp yaptıkları müzik itibarıyla onlarla aynı kesenin içine girebilme potansiyeli taşıyan bir dolu grup bulunuyor; Bugün buraya konuk ettiğimiz, kadrosunda vokalist olarak ULCERATE’ten Paul Kelland’ı ve yine ULCERATE’in ilk dönemlerinde grupta vokalist olarak çalışmış olan James Wallace’ı da davulcu olarak bulunduran Yeni Zelandalı THE TEMPLE ise o keseye balıklama atlayan gruplardan biri. Grubu daha ilk albümünde bu seviyeye çıkaran şeye ise “ULCERATE hayvanlığının kendini başka bir boyutta tekrar kanıtlaması” denilebilir.
Yapı ve varoluş nedeni itibarıyla ULCERATE’in ikizi denebilecek bir karaktere sahip olan THE TEMPLE, hakiki pisliği, sarmal sarmal sarılmış bir kaotik sancıyı ve korkunçluğu resmeden Death metal anlayışı ile çağdaş Death metalin şu an bulunmuş olduğu en yüksek tepeleri daha ilk albümünden hedef edinmiş gibi görünüyor. 6 şarkıyı barındıran 41 dakikalık süresiyle ilk dinlendildiği anda şok edici ve şaşırtıcı bir deneyim sunan ”The Temple”, kapağına ve şarkı isimlerine baktığımızda bizi neyin beklediğini pek göstermese de ”Bir kitabı kapağına göre yargılama” düsturunun canlı bir örneği olma konusunda başarılı bir numunelik işlevi görüyor.
Projenin miks ve mastering koltuğunda yine ULCERATE’te davul tokatlama sanatı icra eden J. Saint Merat’ın oturduğu “The Temple”ı yılın en iyi death metal albümlerinden birisi haline getiren en önemli faktör Death metalin benim için en iyi vokalisti olan Paul Kelland’ın benzersiz performansı. ULCERATE’in son başyapıtı “Stare Into Death and Be Still“de nispeten daha dingin ve diğer enstrümanlarla aynı sertlikte ilerleyen bir vokal anlayışıyla kendini gösteren Paul Kelland, “The Temple”da bu sefer daha saldırgan, daha boğucu ve daha kirli bir performansla ön plana çıkıyor; Albümün açılış şarkısı Prophecy Omega ve Pale Horse of Pestilence başta olmak üzere karşıdakine acı çektire çektire yırtındığı şarkılarda ise resmen kan gövdeyi götürüyor, etlerden et koparılıyor ve bu sayede Paul Kelland’a daha önce hiç bu kadar doyamadığınızı anlıyorsunuz.
“The Temple”ı bu ekibin daha önce yapmış olduğu işlerden çok keskin bir biçimde ayıran prodüksiyon anlayışına gelecek olursak grubun oldschool death/doom metal sularında bir sound tercih ettiğini ve buna istinaden albümün ortaya koymak istediği death/doom/black üçlemesine mükemmele yakın bir kılıf seçtiğini belirtmek isterim. Her ne kadar işin sound tarafında belli oranda çatlaklar bulunsa da ve amatörümsü grupların yaptığı tarzda bir miks anlayışı albüme hakim olsa da bu “The Temple”ın kalitesine ve öküzlüğüne herhangi bir zarar vermiyor. Bilakis söz konusu bu çatlak ve cazgır kayıt anlayışı albümün yıpratıcılığına artı bir faktör olarak yansıyor.
“The Temple” hakkında son söylemek istediğim şey albümün “Vermis” ayarında bir boğuculuğu esas alması. Bunun yanında doom karakterine göz kırpan albümün beste biçimiyle de ufaktan “Stare Into Death and Be Still”e yanladığı da gözden kaçmıyor ayrıca.
Karşılaştığımdan bu yana onlarca kez dinlediğim “The Temple”ın bu yıl çıkan en iyi death metal albümlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eğer geçen yıl çıkan “Stare Into Death and Be Still”e doyamayanlardan iseniz “The Temple” kaosa ve öküzlüğe olan açlığınızı uzun bir süre kapatacaktır.
“…Bilakis söz konusu bu çatlak ve cazgır kayıt anlayışı albümün yıpratıcılığına artı bir faktör olarak yansıyor.”
Ben o kadar hos bulamadim ne yazik ki. Onun haricinde hayvan gibi bir is olduguna hemfikirim, guzel bir cerezlik olmus. Ayni muhabbet Iotunn’da da oldu, iki guzel album benim icin aci bir sekilde produksiyona kurban gitti.
Şaraba ekmek bandırıp yerken dinliyorum, deliriyorum. Ilk günden beri bir saniyesi bile sıkmadı uzun bir süre de sıkacak gibi durmuyor. Seanslara devam.
Albüm her ne kadar iyi olsa da kayıt kalitesi ne yazık ki kötü. Kötü derken kirli olmak isterken olamamış gibi kötü yani, bu da albüme yoğunlaşmayı zorlaştırıyor. Yoksa içinde hayvani fikirler var albümün.
Zehir gibi albüm olmuş. Baştan sona insanı boğazlayan, kaostan kaosa sürükleyen nur topu gibi bir pislik albüm var karşımızda. Zaten Ulcerate üyelerinden kurulu bir gruptan daha azı da beklenmezdi.
“…Bilakis söz konusu bu çatlak ve cazgır kayıt anlayışı albümün yıpratıcılığına artı bir faktör olarak yansıyor.”
Ben o kadar hos bulamadim ne yazik ki. Onun haricinde hayvan gibi bir is olduguna hemfikirim, guzel bir cerezlik olmus. Ayni muhabbet Iotunn’da da oldu, iki guzel album benim icin aci bir sekilde produksiyona kurban gitti.
Bu albümün hunharca övülmemesini Matrix’te oluşan bir hataya bağlıyorum. Başka açıklama gelmiyor aklıma.
Şaraba ekmek bandırıp yerken dinliyorum, deliriyorum. Ilk günden beri bir saniyesi bile sıkmadı uzun bir süre de sıkacak gibi durmuyor. Seanslara devam.
Albüm her ne kadar iyi olsa da kayıt kalitesi ne yazık ki kötü. Kötü derken kirli olmak isterken olamamış gibi kötü yani, bu da albüme yoğunlaşmayı zorlaştırıyor. Yoksa içinde hayvani fikirler var albümün.
Zehir gibi albüm olmuş. Baştan sona insanı boğazlayan, kaostan kaosa sürükleyen nur topu gibi bir pislik albüm var karşımızda. Zaten Ulcerate üyelerinden kurulu bir gruptan daha azı da beklenmezdi.