“Paradigm Shift”i ilk kez duyduğum anı hatırlıyorum. 1999 sonbaharıydı. DREAM THEATER “Metropolis Pt. 2: Scenes from a Memory”yi çıkarmıştı ve ben de albümü yağmurlu bir akşamda Kadıköy’deki bir kaldırımda bulmuş, adını duyup bir türlü tanışma fırsatı bulamadığım DREAM THEATER’la nihayet tanışmıştım. Nasıl bir albüm olduğunu hepimiz bildiğimizden, ne tür bir şok ve büyülenme yaşadığımı söylememe gerek yok herhalde. DREAM THEATER öyle bir deryaydı ki o albümü dinler dinlemez gruba dair her şeyi keşfetmek için çılgınca bir istek duymuştum. Albümlerinin tamamını birkaç hafta içinde orijinal olarak satın aldıktan sonra sıra yine bir derya olan “DREAM THEATER elemanlarının yer aldığı diğer projeler”e gelmişti.
Bu noktadaki en büyük kaynak ise elbette ki 1998 ve 1999’da çıkan ilk iki LIQUID TENSION EXPERIMENT albümüydü. Ne mutlu ki ikisinin de orijinal CD’sini bulmuş ve devasa DREAM THEATER diskografisinin yanı sıra “Paradigm Shift” diye, “Kindred Spirits” diye, “Universal Mind” diye, “Acid Rain” diye, “Biaxident” diye, “Another Dimension” diye gezinir olmuştum. “Paradigm Shift”in girişi nasıl inanılmazdı. “Acid Rain” dünyanın hayvan enstrümantal şarkılarından biri değildi de neydi?
Aradan yıllar geçse de eskimeyen şarkılar yaratmıştı LIQUID TENSION EXPERIMENT. Aşırı yetenekli bu dört adam kısmen doğaçlama kısmen planlı programlı olarak progresif metal ve rock’ın enstrümantal tarafının en güzel örneklerinden bazılarını sunmuş ve takdiri, övgüyü toplamıştı. Hemen sonrasında Portnoy 3. LTE albümünü çıkarmayacaklarını, çünkü gruptaki dört kişiden üçünün DREAM THEATER üyesi olması dolayısıyla çıkacak şeyin fazlasıyla DREAM THEATER’a benzeyeceğini ifade etmişti. Portnoy’un LTE’yi DREAM THEATER’dan bağımsız tutmak istemesine şaşırmamak gerek, zira kendisi LTE’yi kurarken gitar pozisyonunda ilk olarak Dimebag Darrell’ı düşünmüştü ancak PANTERA’nın turne takviminden dolayı bu gerçekleşmemişti.
Böylece LTE noktalanmış oldu. 2007-2017 arasında LTE elemanları çeşitli vesilelerle grubu akıllara getirecek işlere imza attılar. Yeri geldi Tony Levin ve Mike Portnoy HAKEN elemanlarıyla birlikte sahnede “Acid Rain”, “Universal Mind”, “Paradigm Shift” çaldılar, yeri geldi DREAM THEATER Mangini’yle birlikte sahnede “Paradigm Shift” çalarak eski günleri yad etti. Portnoy’un 2010 yılında DREAM THEATER’dan şok edici ve nispeten tatsız ayrılığı sonrasında LTE de komple rafa kaldırılmış oldu. Portnoy ve diğer elemanların siniri soğuduktan, karşılıklı açıklamalar sona erdikten ve herkes hayatına kaldığı yerden devam etmeye başladıktan sonra bile LTE’ye dair bir haber, gelişme yoktu. Hem DREAM THEATER sürekli üretiyor ve boş vakti olmadığını belli ediyor (Petrucci kendi solo albümünü bile ilkinden 15 yıl sonra çıkarabildi) hem de Portnoy kendi dünyasında takılıyordu.
Ama sonuçta bunlar yetişkin insanlardı ve yılların dostluğu, ortaklığı elbette ki bir sonsuza dek bitemezdi. Yıllar, yıllar geçti ve nihayet “acaba geri dönerler mi?”, “Portnoy ve Petrucci yıllar sonra bir araya gelir mi?” soruları eşliğinde LTE, “LTE3”ün haberini verdi.
“LTE2”den bu yana geçen 22 yıl elbette ki çok ama çok uzun bir süre. Grup ilk iki albümünü çıkardığı sırada o albümler gibi pek az şey vardı ve adamlar yaptıkları şeyin zirvesinde, tahtında oturuyorlardı. Gerçi aynı anda hem kardeş hem de ruh hastası olmayı başaran Jarzombek kardeşler 1997’deki ilk SPASTIC INK albümüyle alınmadık akıl bırakmamıştı, ancak DREAM THEATER forsu ve parıltısı elbette ki sayısız insan için bambaşka bir şeydi. 2021’e geldiğimizde, karşımızda duran yeni LTE albümüne ilk iki albümdeki heyecan, şaşkınlık ve hayranlıkla bakmak biraz zor. Bunun sebebi grup elemanlarından herhangi bir şeyin eksilmiş olması değil. Ancak dediğim gibi 22 yıl çok çok uzun bir süre ve dinleyiciler olarak, bu zaman diliminde, amiyane tabirle “görmediğimiz şey kalmadı”. Dolayısıyla yeni LTE albümünün etkileyicilik kalemleri ilk iki albümde olduğu gibi 0.9 2B uçlu değil, 0.5 ya da en fazla 0.7 uçlu kalemle yazılmış gibi karşımıza çıkıyor.
Albümü açan “Hypersonic” tıpkı “Paradigm Shift” gibi ilk salisesinden manyak etmeye ant içmiş şekilde başlatıyor albümü. Kesinlikle çok eğlenceli, akılda kalıcı ve etkileyici bir şarkı. Tüm grup şov yapıyor, döktürüyor. Aradan geçen bunca zaman sonra Portnoy ve Petrucci’yi bir arada müzik yazarken görmek gerçekten güzel. İkili Petrucci’nin geçen sene çıkan solo albümü “Terminal Velocity”nin tamamında zaten birlikteydi, ancak “LTE 3”te besteler üzerinde de birlikte çalıştıkları için esas değerli bir araya gelişleri bu albüm oluyor. Öyleyse bu bestelerden devam edelim. Albümdeki müzisyenlikten bahsetmeye gerek olduğunu sanmıyorum. O tarafta her şey üst düzey, her şey kusursuz. Dolayısıyla bakılması gereken şey karşımızdaki 8 şarkının ne düzeyde yaratıcı, uzun ömürlü ve keyifli olduğu.
Bu şarkılar arasından, az önce adını andığım açılış şarkısının yanı sıra RUSH esintili “Beating the Odds”, “The Passage of Time” ve “Key to the Imagination” “LTE3”ün dinamik ve ilgi çekici olmasını sağlayan dörtlü olarak göze çarpıyor. Kalan dört şarkıdan üçü grubun olabildiğince minimal takıldığı ve sakinliği öne çıkardığı çalışmalar ve açıkçası bende herhangi bir etki, heyecan, ilgi uyandırmıyorlar. Geriye kalan “Rhapsody in Blue” ise grubun konserlerinde çalmakta olduğu Gershwin klasiğinin muazzam bir yorumundan oluşuyor. Şahsen rock/metal enstrümanlarıyla klasik müzik icra edilmesi hayatta en dayanamadığım şeylerden biri olsa da grup burada gerçekten de çok çok iyi bir iş çıkarıyor. Yine de bahsettiğim rahatsızlığımdan dolayı bu şarkı da tekrar tekrar açıp dinlemek isteyeceğim bir yapıt değil.
Böylelikle elimde, “şarkı gibi şarkı” denebilecek dört adet parça kalıyor. Bunlara baktığımda, grubun yer yer fazlasıyla DREAM THEATER riflere ve pasajlara yöneldiğini görüyorum. Bu bir eleştiri olmalı mı çok emin değilim; sonuçta ilk 2 albümde de bu tarz olaylar doğal olarak vardı. Ancak “LTE3”teki metal karakterli bu 4 şarkıda doğrudan bir DREAM THEATER albümüne koyulsa sırıtmayacak, vokal içerecekmiş gibi düşünülerek bestelense DREAM THEATER şarkısı olabilecek türde durumlar da var. Bu kadar enstrümantasyon odaklı bir grubun 3 elemanının başka bir grupta, yine progresif metal/rock yapması ve progresif metal denen şeyin normlarını belirleyen esas gruplarını anımsatmaması zaten olanaksıza yakın bir şey, lakin düşünüce bir “Acid Rain”i dinlerken DREAM THEATER’ı düşünmüyorduk. Doğrudan, sadece ve sadece LTE kimliğini düşünüyorduk. Bir “Paradigm Shift” dinlerken “enstrümantal DREAM THEATER” demiyorduk. LTE DNA’sını her şeyiyle görüyorduk. “LTE3”teki bestelerde bu durum biraz daha ortada, zaman zaman DREAM THEATER’laşmaya yakın seyredebiliyor. Zaten albümün ilk iki LTE albümü kadar önemli, değerli, özgün ve karakteristik olmamasının sebebi de bu. Yapılan şey yine çok üst düzey, dört bir yanı ustalık ve tecrübe kokar vaziyette, ancak “zamanın ruhu” dolayısıyla ister istemez diğer ikisinin arkasında oturuyor. Albümde bir de doğaçlamalardan oluşan CD var, onu Kemal açıkladığından ekstra bahsetmiyorum.
Her şeyi duyduğumuzu düşündüğümüz, her şeyi kanıksadığımız, uyarıcıların artması dolayısıyla ilgi eşiğimizin şaşkına döndüğü ve sürprizlerin, heyecanın, hayran olma duygusunun azaldığı günümüzde ben artık birtakım şeylere yönelik beklentilerimizin de bu şartlar doğrultusunda evrim geçirmesi gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla yeni şeylere yönelik beklentilerimizi bu çerçevede değerlendirerek onlara haksızlık etmememiz gerektiğine inanıyorum. Evet, LTE 2021 yılında eşsiz ve aşırı özgün bir şey yapmıyor, lakin dinleyiciler olarak biz de geçen bunca sürede şekillendirdiğimiz algımızla zaten daha fazlasını yaşayabilecek, “ilk”in yaşattığı heyecanı aynı şekilde duyabilecek durumda değiliz. Bu yüzden de LTE’nin yeni bir LTE albümü çıkarmış olmasını bile kendi adıma yeterli görüyorum. Varsın “Acid Rain”i ilk duyduğumdaki gibi deli deli olmayayım. Sonuçta aradan geçen 22 yılın ardından hâlâ “Hypersonic”i açıp “ulan harbiden çok güzel lan” diyebiliyor, “The Passage of Time”ın 4.11’de giren gitar dersi gibi solosunu çıkarıp çalmak için gitarıma uzanma isteği duyabiliyorum.
26 Nisan 2021 itibarıyla bunlar benim için yeterli şeyler.
Not: 7/10
***
***
Nazım Kemal Üre
Gerek olağanüstü iki albüm yapmış olmaları, gerek aradan 22 sene geçmiş olması nedeniyle “LTE3” birçok progresif müzikseverin devasa bir heyecanla beklediği bir albümdü. Ben de o kitleye dâhilim, haberi çıktığından beri çocuksu bir heyecanla albümü merak ediyordum. Devasa bir Dream Theater (DT) ve King Crimson (KC) fanı olarak, LTE’ye yıllar önce ilk duyduğum saniyeden itibaren vurulmuştum. “LTE1” ve “LTE2” albümleri hâlâ en çok dinlediğim enstrümantal albümlerdendir. Sanıyorum LTE’yi bu kadar çok sevmemdeki ana sebep, her iki grubun iyi taraflarını birleştirip ortaya Voltran misali bir güç patlaması çıkarmasıydı. KC hayal gücü, özgünlük ve inovasyon açısından tepe noktada duran bir gruptur, ama her zaman içine girmesi kolay melodiler ya da şarkı yapıları barındırdığı söylenemez.
Benzer şekilde DT de melodi ve rif açısından zirveleri görmüş bir grup, ama KC kadar geniş bir palette müzik yaptıkları söylenemez hatta dönem dönem müziklerinin epey formülize hale geldiği de söylenebilir. LTE ise baz olarak DT’nin rif ve melodi odaklı müziğini alsa da gerek Levin’i barındırması gerek de diğer elemanların DT’deki performanslarına göre kendilerini biraz daha serbest bırakması sayesinde DT’den çok daha organik, tahmin edilmesi zor ve akışkan bir müzik ortaya koymuş; bu sayede progresif müzik camiasında kendine özel bir yer edinmiş bir oluşum. Hatta LaBrie’nin vokalleri yüzünden DT’ye alışamayan ya da KC fazla deneysel geldiği için benimseyemeyen kişilerin LTE’ye bayıldığı da epey bilinen bir gerçek. Durum böyle olunca ve 22 senedir de grup yeni bir albüm çıkarmayınca tabii ki beklentiler ve heyecan tavan yaptı.
Peki albüm bu beklentileri karşılıyor mu? Bu sorunun cevabı hem evet hem de hayır. Evet, albüm kesinlikle bir LTE albümü ve dinlemesi aşırı derecede keyifli. Ama aynı zamanda hayır, bu albüm “LTE1” ve “LTE2”nin yarattığı şaşkınlığı, şoku ve ilham dalgasını içermiyor. Grup sanıyorum biraz da Petrucci’nin sürüklemesiyle, aynı DT’nin son yılları gibi daha sert ve metal bir yöne çekmiş kendisini. İlk iki albümü o kadar özel yapan cazvari ve deneysel kısımlar görece olarak azalmış, yerini biraz daha “Distance Over Time” albümünden aşina olduğumuz sert riflere bırakmış. Yanlış anlaşılmasın, albüm kesinlikle LTE’nin geri döndüğünü sonuna kadar hissettiriyor, ama bir yandan da eski günlere olan özlemi tam anlamıyla bastıramıyor.
Albümü çoğu kişinin Spotify ve benzeri mecralardan dinleyeceğini düşünerek, Deluxe Edition’daki bonus parçaları da inceleme kapsamına alıyorum. Böylece “LTE3”teki parçaların kabaca üç gruba bölündüğünü söyleyebiliriz. İlk grup, tamamen bu albüm için yazılmış ve doğaçlamanın yanı sıra besteleme sürecine de kafa yorulduğu belli olan “Hypersonic”, “Beating the Odds”, “Passage of Time” ve “Key to the Imagination” parçalarından oluşuyor. Bu parçalar girişte de değindiğim gibi, içlerinde tonla güzel rif ve melodi barındırmasına rağmen tam anlamıyla eski albümlerdeki havayı yaratamıyorlar. Mesela “Hypersonic”i ele alalım. Kesinlikle süper bir parça, tam benim hastası olduğum deli dana shred prog metal türünde bir müzik. Grup albümü bu parça ile açarak “Paradigm Shift” ve “Acid Rain”de yaptıkları gibi vurucu bir giriş hedeflemiş. “Hypersonic” bu görevi yerine getiriyor, ama bir yandan da nereye gideceğini nereye bağlanacağını az buçuk tahmin ettiriyor. Hatta sağlam bir Petrucci fanıysanız ana rifi birkaç kez dinledikten sonra gitarda çalabilirsiniz diye tahmin ediyorum. İşte tam anlamıyla eksik olan şey de bu. “Paradigm Shift” ve “Acid Rain” bugün dinlendiğinde bile kulağa orijinal ve yaratıcı geliyor, ama saydığım diğer 4 şarkının bu kadar uzun ömürlü olacağını zannetmiyorum.
Bir yandan parçalara haksızlık da etmek istemiyorum, “Beating the Odds” epey eğlenceli ve Rush’a saygı duruşu niteliği taşıyan bir parça, “Key to the Imagination” da son yıllardaki en güzel Rudess melodilerinden birini barındırıyor. Sanıyorum sadece “Passage of Time”ı fazla jenerik buldum, hatta albümde LTE çizgisine en uzak parça desem yanılmış olmam sanıyorum.
İkinci grupta ise ilk CD’de yer alan ve içinde deneysel ögelerin ağır bastığı parçalar; yani “Liquid Evolution”, “Rhapsody in Blue”, “Chris & Kevin’s Amazing Odyssey” ve “Shades of Hope” yer alıyor. Bu parçalar, özellikle de “Rhapsody in Blue” cover’ı özlediğimiz ve asıl duymak istediğimiz LTE çılgınlığını bir nebze bize veriyor. Zaten “Rhapsody in Blue” grubun eski konserlerinde çaldığı ve fanların aşina olduğu bir parça, burada da hakkı verilerek kaydedilmiş. Eğer ilk kez bu albümde dinleyecekseniz kesinlikle canlı versiyonuna da bakmanızı öneririm, bu tarz absürt parçaların icrasını izlemek ekstra keyifli oluyor. Bas-davul düeti olan “Chris & Kevin’s Amazing Odyssey” albümün en garip ve deneysel parçası. Fakat bu parça ne kadar yaratıcıysa, gitar-piyano düeti olan “Shades of Hope” da bir o kadar tekdüze. Sanki Petrucci ve Rudess’in toplamda 15 dakika harcayarak oluşturduğu bir ürün gibi duruyor. Her iki müzisyen de klasik imza hareketlerinin dışına çıkmamış. “Liquid Evolution” ise kısa süresine rağmen albümdeki favorilerimde oldu. Albümde KC sound’una en çok yaklaşılan parça ve herkes enfes bir performans çıkarmış. Yani grup istediği zaman hâlâ o eski deneysel havayı geri getirebiliyor, ama keşke bunu ayrı parçalara dağıtmak yerine, birinci grupta gördüğümüz parçaların içine daha güzel entegre etselermiş diyorum.
Son gruptaki parçalar ise bonus CD’de yer alan ve tamamı doğaçlamalardan oluşan eserler. Hepsi de dinlemesi keyifli ve iyi kayıt edilmiş parçalar, ama bir yandan da neden ana albüme alınmadıklarını da görmek zor değil. Aralarda güzel sololar var, fakat tam anlamıyla vurucu bir fikir ya da melodi görmek pek mümkün değil. O yüzden bu CD’yi sadece grubun hardcore fanlarına tavsiye edebiliyorum. İlla bir iki parçaya göz atmak isterseniz güzel bas partisyonları nedeniyle “Blink of an Eye” ve akışları için “Ya Mon” ve “Your Beard is Good”u tavsiye edebilirim.
Performanslara gelirsek, bence albümün yıldızı açık ara Tony Levin. Bu albümde “LTE1” ve “LTE2”ye göre baslar daha iyi mikslenmiş, kendisini cayır cayır duyuyorsunuz. 74 yaşında bu performansa diyecek bir şey bulamıyorum. Shred kısımlarda hiç kolaya kaçmamış, bire bir çakmış geçmiş, fakat asıl gitarı takip etmek yerine araya groovy rifler, akorlar ve geçişler koyduğu kısımlar albüme bambaşka bir boyut katmış. Parçaları her dinlediğimde arada yeni bir bas numarası keşfediyorum, resmen albüm eskiyor ama Levin eskimiyor, bitmiyor. Gerçekten tüm bas gitaristlerin kendisinden öğreneceği çok şey var, adeta tek kişilik okul bu adam. Albümdeki bas partisyonları çıkartın, yerine dümdüz gitarı takip eden baslar koyun, kesinlikle albümün notu 1-2 puan aşağı düşecektir.
Petrucci, Rudess ve Portnoy üçlüsü ise bildiğiniz gibi. Artık bu adamları o kadar çok dinledik ve analiz ettik ki bizi şaşırtmaları zor gibi gözüküyor. Bu albümde de güvenli tarafta kalıp çok da macera aramamışlar gibi geldi bana. Belki de albümün “LTE1” ve “LTE2” kadar kulağa taze gelmemesinin sebebi de bu. O albümler yapılırken bu üçlü hâlâ müzikal kariyerlerinde evrim aşamasındaydı (DT “Scenes From A Memory”yi henüz çıkarmamış, Rudess de gruba katılmamıştı) ve büyük ihtimalle enstrümanlarındaki sınırlarını tam anlamıyla keşfetmemişlerdi. Bu arayış ve keşif sürecinin sonucu olarak o efsane albümleri elde ettik. Fakat artık müziksel yetenekleri doğal sınırlarına ulaştığı için bence aynı tadı alamıyoruz. Özellikle Petrucci’den bu albümde biraz daha coşku beklerdim, çünkü geçen sene çıkardığı solo albümünde hâlâ gitaristliğine yeni dokunuşlar katabileceğini göstermişti. Bu arada denk gelmişken Petrucci-Portnoy kimyasının da gerek bu albümde gerek Petrucci’nin solo albümünde gayet yüksek olduğunu söylemeliyim. Mangini’yi de çok seviyorum, ama bu Petrucci ve Portnoy kesinlikle birbirleri için yaratılmışlar. Portnoy DT’ye döner mi bilmiyorum, ama dönmese bile aralarında bir husumet olmadığını görmek ve ileride yeni albümler yapabileceklerini bilmek gayet mutluluk verici.
Her ne kadar kritiğin genelinde negatif bir hava vermiş olsam da “LTE3”ün dinlemesi çok ama çok keyifli bir albüm olduğunu ve son bir haftada toplamda 30’dan fazla dinlemiş olmama rağmen zerre sıkılmadığımı da söylemeliyim. Albümle ilgili şikâyetlerim tamamen “LTE1” ve “LTE2”nin insanüstü albümler olmasından kaynaklanıyor, dolayısı ile albümün notunu da o ölçekte vermek zorundayım. Sonuç olarak, 22 senelik hasretin bitmesi müthiş bir olay ve gerek bu albüm gerek de LTE’nin külliyatı hâlâ progresif müzik dünyasında çok farklı bir yerde oldukları gerçeğini perçinliyor. Umarım yakın zamanda pandemi kâbusunun bitmesiyle bu muazzam iş birliğini canlı olarak izlemek de mümkün olur.
Kadro john Petrucci: Gitar
Tony Levin: Chapman Stick, bas
Jordan Rudess: Klavye
Mike Portnoy: Davul
Şarkılar Disk 1:
1. Hypersonic
2. Beating the Odds
3. Liquid Evolution
4. The Passage of Time
5. Chris & Kevin's Amazing Odyssey
6. Rhapsody in Blue
7. Shades of Hope
8. Key to the Imagination
Disk 2:
1. Blink of an Eye (Doğaçlama)
2. Solid Resolution Theory (Doğaçlama)
3. View from the Mountaintop (Doğaçlama)
4. Your Beard Is Good (Doğaçlama)
5. Ya Mon (Doğaçlama)
Hypersonic öyle bir şarkı ki, iki 2 dakikasını dinledikten sonra şarkıyı kapatıyor ve kendi zihnimdeki besteyi mırıldanmaya başlıyorum. Böyle bir tanıdıklık hissini en son Iron Maiden’ın klasik albümlerinde bulmuştum. Adeta gözlerimi yaşartıyor bu şarkı. Olağanüstü.
Maalesef albümün geri kalanı çok vasat. Levin’in basları haricinde orijinal hiçbir şey yok. Ama o Hypersonic yok mu o Hypersonic! İşte o bile yetiyor.
Hypersonic öyle bir şarkı ki, iki 2 dakikasını dinledikten sonra şarkıyı kapatıyor ve kendi zihnimdeki besteyi mırıldanmaya başlıyorum. Böyle bir tanıdıklık hissini en son Iron Maiden’ın klasik albümlerinde bulmuştum. Adeta gözlerimi yaşartıyor bu şarkı. Olağanüstü.
Maalesef albümün geri kalanı çok vasat. Levin’in basları haricinde orijinal hiçbir şey yok. Ama o Hypersonic yok mu o Hypersonic! İşte o bile yetiyor.
Blink of an Eye ile Solid Resolution Theory’i ilk cd’ye alıp tek cd yayınlasarlar daha iyi olurmuş.7.5
Çok uzun albüm, o kadar sabrım kalmamış artık. Sadece farzını dinleyip kapattım