Açıklama:
Öncelikle bu yazının PA için yazılan ikinci “…And Justice for All” incelemesi olduğunu söylemek isterim. 11 yıl önce kurulan Pasifagresif’te, elbette ki “…And Justice for All”u yıllar önce, 2010 yılında incelemiştik. Lakin hem incelemenin geneline hem de albüme verilen nota yönelik bazı tepkiler aldık ve yazının albümün hakkını vermediği şeklinde yorumlar yapıldığına tanık olduk. O incelemeyi yazan kişi uzun zaman önce site kadrosundan çıkarıldığından ben de bu albümü kendi kelimelerimle yazıya dökme ihtiyacı hissettim. Buradaki amacım albümün hakkını vermeye çalışmak olmayacak, çünkü 2020 yılında “…And Justice for All”un hakkını verebilecek, albüme “justice” eyleyebilecek bir analiz yazısı yazılabileceğini sanmıyorum. Benzer bir durum MAYHEM – “De Mysteriis Dom Sathanas” için de geçerli; o albüm için de yeni bir incelemeyi ilk fırsatta yazacağım.
Giriş:
Bu müzikle 1991 yılında dinlediği “Sad But True” vesilesiyle tanışan bir insan olarak METALLICA’nın hayatımda hayranlık beslediğim ilk kavram olduğunu söyleyebilirim. Daha önce gitar, davul, rock, metal gibi kavramların bir tanesiyle bile tanışmamış 10 yaşında bir insanın “Hey! Hey! I’m your life!” diye bağıran bir James’le karşılaşması ve müzik konusunda o ana kadar bildiği her şeyi bir çırpıda unutması, tahmin edersiniz ki çok çabuk gerçekleşiyor. Elbette ki “Metallica”yı duyar duymaz bir metalci olmadım. 1995’e kadar olan süreçte Kayahan’dan Tarkan’a, Haluk Levent’ten Serdar Ortaç’a kadar karşıma çıkan ve hoşuma giden her şeyi dinledim. Daha önce de bir yazımda bahsettiğim gibi metal dışındaki tüm müziklerle bağımı koparmam da Serdar Ortaç’ın “Karabiberim” şarkısını bilmem kaçıncı kez dinlerken gelen bir öğürme isteği sonucunda olmuştu. İşte bu noktada METALLICA benim için özellikle 1994-1998 arasına damga vurmaya ve tüm hayatımı ele geçirmeye hazırlanıyordu. Yıllar ilerledikçe benim de dinlediklerimin skalası genişledi, metal konusunda her şeyi öğrenmeye ve karşısına çıkan her yeni grubu dinlemeye ve keşfetmeye çalışan bir arsıza dönüştüm. METALLICA’nın ilgimi daha az cezbeden işlere imza atması ve benim de milyon tane yeni ve farklı grup keşfetmeye başlamamla, doksanlar boyunca uzak ara en çok dinlediğim grup olan METALLICA, 2000 sonrasında en az dinlediğim gruba dönüştü. İlk 6 albümlerini öylesine hatmettim ve içselleştirdim ki 2000 sonrasında aklıma METALLICA dinlemek, gitarda METALLICA şarkıları çalmak dahi gelmedi. Ha, konserlerine tabii ki gittim, yeni albümlerini dinledim yazdım ama eski METALLICA albümleri benim için ilkokul, ortaokul ve lisede çok iyi öğrenilip hatmedilmiş, bir daha da açılma gereği duyulmamış ders kitapları olarak kaldılar. Nihayetinde METALLICA; idol olarak gördüğüm, 56K modemle 10 saniyelik aşırı kalitesiz konser videolarını indirip zevkten delirdiğim, adeta taparcasına sevdiğim ilk ve tek grup olarak kaldı, daima da öyle kalacak.
Bu yazıyı nasıl yazmam gerektiğini epey bir düşündüm. 2020 yılında “…And Justice for All”u teknik olarak inceleyen, şarkıların özelliklerinden bahseden bir yazı yazmanın; albümdeki bas gitar eksikliğinden veya Lars’ın kariyerinin en iyi davul performansını bu albümde sunduğunu vurgulamanın anlamsız olacağına karar verdim. Bu müziği seviyorsak, dinliyorsak bu albümü de istisnasız olarak biliyor olmamız gerekir. Konu METALLICA ve “…And Justice for All” olduğunda, metal dinlediğini ve bu müziğe ilgi duyduğunu söyleyen birinin bu albümü dinlememiş olma ihtimali yoktur. Eğer böyle biri varsa; çok popüler oldukları için hor görüp “…And Justice for All”u dinleme gereği duymadığını söyleyen biri varsa, açıkçası onunla metal hakkında 1 kelime dahi konuşamam, ciddiye alamam. “…And Justice for All” bu işin anayasalarından biridir. Bir metal dinleyicisi iseniz dinlenip dinlenmemesi tercihe bağlı değildir, bir zorunluluktur.
Ben de albümün benim için ne ifade ettiğine odaklanmaya karar verdim. Daha önce bir benzerini OPETH’in “Blackwater Park” albümü için yaptığım “zaman/mekân” temalı inceleme tekniğini “…And Justice For All” için de uygulayacağım ve hepimiz için belirli bir anlamı olan bu albümün benim hayatıma dokunduğu belirli anlardan söz edeceğim. Tamamen kişisel bir yazı olacağını ve albümden neredeyse hiç bahsetmeyeceğimi söylememe gerek yok sanırım. Kişisel olacak, uzun olacak, belki de bir daha ömrüm boyunca bu şarkılardan bahsetme fırsatım olmayacakmışçasına acele etmeden olacak. Son bir not olarak, nostalji unsuru olması açısından albümün ilk incelemesi için yapılan okur yorumlarını ve albüme verilen (şimdilik) 2000′e yakın okur notunu da aynen koruduk. Albümün ilk incelemesini yazan kişi not olarak 9/10 verdiğinden, eski yorumlarda bu konuya yönelik tepkiler olduğunu hatırlatalım. Ben albüme not vermemeyi tercih ettim. Haydi başlayalım.
“…AND JUSTICE FOR ALL”UN 1991′DEN GÜNÜMÜZE HAYATIMA VURDUĞU DAMGALAR
1. “Darkest color, blistered earth, true death of LAEEEEEEF…” – Subayevleri, Ankara, 1994
1994 yazında, Ankara’da doktorluk yapan dayıma birkaç haftalığına kalmaya gitmiştim. 1991 yılında bana METALLICA, IRON MAIDEN, MANOWAR dinleterek metalle tanışmamı sağlayan dayım, Subayevleri’nde, Altınpark’a yakın bir evde yaşıyordu. CD adlı pırıl pırıl, pürüzsüz, metalik gri şeyle yeni tanışmıştık. Dayımın, tasarımını şu an bile çok net hatırladığım müzik setinin yanında bu CD’lerden bir miktar vardı:
- METALLICA – …And Justice for All
- MANOWAR – The Hell of Steel
- IRON MAIDEN – A Real Live One
- MOĞOLLAR – Moğollar ‘94
Ayrıca KINGDOM COME’ından DEF LEPPARD’ına sayısız kaset; DIRE STRAITS’ler, GENESIS’ler, DR. SKULL’lar… Bunların her biriyle yakinen ilgilensem de dinlemeye doyamadığım bir numaralı albüm, kapağında elinde tartı tutan bir kadın heykelinin olduğu bu albümdü. CD’yi müzik setine koyuyor, konser havası vermesi için “Hall” preset’ini açıyor ve “Blackened”la birlikte kopmaya başlıyordum. Dayım gündüz hastanede oluyordu ve ben de akşama kadar yalnız olduğum evde resmen ders çalışır gibi bu albümü çalışıyordum. İngilizceye o yıllardan meraklı olduğumdan albüm kitapçığını ve Redhouse sözlüğünü alıyor, James’le birlikte tüm sözleri okuyor ve bilmediğim kelimeler olduğunda durdurup o kelimenin anlamını öğreniyordum. Albümde beni vuran ilk şarkı elbette ki ilk sıradaki “Blackened”dı. “Metallica” sayesinde tanıştığım ve taptığım grubun, o albümden sadece birkaç yıl önce bu kadar yırtıcı bir müzik yapıyor olduğunu tahmin etmiyordum. “Blackened”daki kimi sözleri de sözlükten araştırıp şarkıda neden bahsedildiğini anlamak o dönem için gerçekten müthiş bir keyifti. “Blistering”, “callous”, “premonition” gibi daha önce karşıma çıkmayan kelimeleri görünce hemen anlamlarına bakmış ve dayım eve döndüğünde heyecanla ona söylemiştim. Nihayetinde “Blackened” daha duyar duymaz gerçekten de her şeyiyle bayıldığım, her gün defalarca dinlediğim bir şarkıya dönüştü ve bugün bile hayatta en sevdiğim şarkılar arasındaki yerini koruyor.
2. “Lady justice has been raped, true assassin…” –Artur Tatil Sitesi, Balıkesir, 1993
Dayımın evinde “…And Justice for All” CD’sini peynir ekmekle yemeden önce, dayımın oto teybinde duymuştum bu şarkıyı. IRON MAIDEN’ların, MANOWAR’ların yanı sıra elbette ki METALLICA da dayımın kırmızı Renault Fairway’indeki yerini almıştı. Yazlığımızın önündeki arabada, 35 derecelik Ağustos güneşinin altında, rüzgâr olsun diye arabanın kapılarını açıp bu şarkıyı başlatmıştı dayım. O zamana dek “The Unforgiven”, “Nothing Else Matters” gibi clean gitar ile distortion’ın bir arada olduğu hisli şarkılar dinlemiştim, ancak bu uzun mu uzun şarkının girişindeki gibi agresif bir kullanımına denk gelmemiştim. Dinlediğim birkaç şarkısından hareketle IRON MAIDEN çok güzel melodilerle dolu bir gruptu, MANOWAR ise daha farklı bir güç gösterisi sunuyordu. İkisinin de çok etkileyici olduğu kesindi. Ancak kesin olan bir şey daha vardı, o da METALLICA gerçekten bambaşka bir şeydi. METALLICA’nın akılda kalıcılığı başka hiçbir şeye benzemiyordu. O gün, o sıcakta, o arabada dinlediğim bu şarkı, yeni yeni tanıştığım metal konusunda METALLICA’nın farklı bir yerde durduğunu bana net şekilde göstermişti. Bundan zerre haberim olmasa da o sırada hayatımı değiştirecek bir şeyler yaşıyordum, sonradan anladım.
3. “Do you hear what I hear? Doors are slamming shut…” – Beşiktaş, İstanbul, 1997
METALLICA’nın çoktan tüm hayatımı ele geçirdiği zamanlar. Ergenlikle birleştiğinde çok tehlikeli bir şey olabilen metal, bende kendisini sürekli METALLICA dinlemek şeklinde göstermişti. Bir akşam babamla birlikte arabayla eve dönüyorduk. Annemi bir yerden alacak ve yola devam edecektik. Bekleyiş biraz uzayınca ben de kulaklığımı takıp yanımdaki walkman’den “…And Justice for All”u açtım ve sağ kulaklıktan dinlemeye başladım. Bir yandan dinliyor, bir yandan da babamla muhabbet ediyordum. Babam dinlediğim şeylere karışmasa da metal denen bu gürültülü şeyi sevmediği de ortadaydı. Bir noktada bana “yine o cıgıcıgı şeyleri mi dinliyorsun?” diye sordu. Küçümsemiyor, hor görmüyordu ama metalin hiç ona göre olmadığı çok belliydi. “Evet” dedim hafif bir tebessümle. Daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı ve “ver bakayım nasıl bir şey” dedi. Sanki oğlunun ilgisini bu kadar çok çeken bir şeyi daha iyi anlamak istiyor gibiydi. Boştaki sol kulaklığı kendi kulağıma taktım, sağ kulaklığımı çıkarıp babama verdim. Tam o sırada “Eye of the Beholder”ın “cıgıcıgıcıgıcıgı cıgcıg cıgıcıg” şeklindeki ana rifi çalıyordu. Babamın kulaklığı takmasıyla “ıh” diye bir ses çıkarıp geri vermesi bir oldu. Gerçekten de kafasındaki metal tanımı olan “cıgıcıgı”nın, yani thrash metalin en standart kalıbının ansiklopedik bir örneğini duymuştu. Muhtemelen o günden itibaren babamın kafasındaki “metal = cıgıcıgı” ifadesi daha da yerleşti, muhtemelen bugüne dek devam etti; benim içinse o “cıgıcıgı”lar su gibi, nefes gibi olmayı sürdürdü.
4. “Landmine has taken my sight, taken my speech, taken my hearing…” – Şarköy, Tekirdağ, 1993
Dedemlerin yazlığındaki divanda, bir öğleden sonra uzanmış metal dinliyordum. O sıralarda metal dinlemek benim için çok farklı bir tecrübeydi. Tam olarak ne dinlediğimi, dinlediğim şeyin nasıl meydana geldiğini hiçbir şekilde bilmiyordum. Öyle ki bu müziğin gitarlar, bas gitar, davul gibi enstrümanlardan çıktığından habersizdim. Distortion diye bir şeyden haberdar olmadığımdan bu müzik bir adamdan mı, bir gruptan mı, bilgisayardan mı çıkıyor bilmiyordum. O sıralarda ulaşıp bilgi alabileceğim bir dergi, radyo veya televizyon programı da yoktu. 12 yaşındaki sıfır bilgimle algıladığım tek şey bir adamın neyin ürettiğini bilmediğim seslerin üzerine şarkı söylüyor olduğuydu. Dayımın bana hazırladığı bir çekme kaset olduğunu hatırlıyorum. İçinde MANOWAR’un bugün bile en sevdiğim şarkısı “Spirit Horse of the Cherokee”, “Enter Sandman”, “Sad But True”, “The Unforgiven”, “Of Wolf and Man” gibi şarkılar vardı. Gerçekten de ne olduğunu bilmeden metal dinlediğim; yeri gelince zevkle Tarkan, Kayahan, Nilüfer ve hatta arabada radyoda çaldığında Coşkun Sabah dinlediğim dönemlerden bahsediyorum. Müzik namına bir zevkimizin olmadığı, karşımıza çıkan şeyleri kendi zevkimize göre sınıflandırıp bilinçsizce de olsa gelecekteki tercihlerimizi oluşturduğumuz yıllar… İşte o kasette bir şarkı daha vardı. Adını bilmediğim bu METALLICA şarkısı, hangi enstrümanla üretildiğini bilmediğim yumuşak “seslerle” başlıyor ve nakaratlarında sertleşiyordu.
“Hooool mabretezayvişfodeeee”
Benim için bu şarkı nakaratlarda tekrarlanan bu ifadeden ibaretti. Ne deniyor, neden bahsediliyor bilmiyordum ama vokalin o bölümü söylerkenki üslubuna bayılıyordum. Tabii bir de bilgisayar oyunu müziği gibi olan yerine. Kirk’in 5.44’te giren solonun başında yaptığı tapping’ler bana Amiga 500’de oynadığımız oyunları hatırlattığından bu kısma “bilgisayar oyunu müziği” diyordum. O seslerin bir insanın parmaklarından çıktığı, ortada bir gitar olduğu gibi şeyler aklımın ucundan bile geçmiyordu. “Bilgisayar oyunu müziği gibi olan yer!” diye aklıma geliyordu ve açıp ne olduğunu anlamadan o soloyu dinliyor, 5-6 yıl sonra kendimi o soloyu kulaktan çıkarmaya çalışırken bulacağımı bilmiyordum.
5. “Witchhunt modern day, determining decay…” – Vancouver, Kanada, 2006
2006 yılında okumaya gittiğim Vancouver’da, okuldaki metal dinleyen 3 kişi elbette ki birbirimizi bulmuştuk. 3D animasyon okuyan bendeniz, illüstrasyon okuyan Rus genci Alex ve onun sınıfındaki Zimbabwe doğumlu Hint oğlan Jameel bir araya gelmiş ve bir şeyler çalmaya karar vermiştik. Alex’in kaldığı evin bahçesinde kulübe ile kümes arası çok daraşık bir odacık vardı ve davulcu olan Alex nasıl becerdiyse buraya bir davul seti koymuştu. Odada oturacak yer yoktu ve şayet iki kişi gitar çalacaksa, gitarların kafalarını birbirlerinin gözüne sokmamak için azami çaba sarf etmemeleri gerekiyordu. “Müzik kutusu” kavramına can veren bu kutu gibi yere gitmeye okulda karar verdiğimizden gitarımı yanımda getirmemiştim. Kutuya girdiğimde gördüm ki, çalabileceğim tek gitar Alex’in muhtemelen ya 30. sahibi falan olduğu ya da çöpte bulduğu gitar görünümlü şeydi. La teli bulunamadığından gitarın 5. ve 6. tellerinin ikisi de mi teliydi ve 5. tel iyice gerilerek la teline dönüştürülmüştü. Birkaç dakika süren klasik “Ne biliyorsun? Ne çalabiliyorsun?” diyaloglarının ardından ben en kolay olanı yaptım ve kasıntı bir şeylerle uğraşmaktansa “Metallica biliyorsanız ben hepsini çalarım” dedim. Normalde bu tarz bir durumda karşı tarafın “Tamam o zaman Sad But True çalalım”, “For Whom the Bell Tolls çalalım”, en olmadı “Master of Puppets deneyelim” gibi bir şey demesini beklersiniz. Ancak karşınızda bir Rus olunca elbette ki ne bekliyorsanız tersiyle karşılaşmanız da gayet olası oluyor. Bu Alex de 5-10 saniye durdu ve bir anda “DADAN DAN…. DADAN DAN DAN… DAN DAN” diye floor tomlara abandı. “Oha Şortıst Strov mu?” demeye kalmadan o yoğurt kabı kadar odada 38 derece sıcaklıkta kendimi “cıgcıgcıııı cıgcıg cıgıcıg cıgcıgcıııı cıgcıg cıgıcıg” diye çalarken buldum. Müzik kavramı, sanat tarihi, sahne ve performans sanatları namına epey üzücü bir an olsa da “The Shortest Straw” söz konusu olduğunda ölene kadar asla unutmayacağım bir deneyim yaşamış olduğum için mutluyum. Şarkıya başlamadan önce “sen de şarkı söyle” diye konuşmadığımız Jameel’in biz orada debelenirken kendi kendine gaza gelip bir anda mikrofonsuz olarak “SASPİŞIN İZ YOR NEYM!” diye hayvan gibi böğürmesi ve bir cümlede öksürüklere boğulması da bu güzel günün nazar boncuklarından biri oldu diyelim.
6. “Anger! Misery! You’ll suffer unto me…” – Altunizade, İstanbul, 1996
Lisede sınıfımıza gelen Levent adlı çocuğun metalci olması ve gitar çalması beni de bu konuda bir şeyler yapmaya itmişti. Benim ilgimi çeken enstrüman en başından beri davul olmuştu ve davul çalabilmek için yanıp tutuşuyordum. Çocukluktan beri ritim tutma, ellerimle bir yerlere vurarak perküsyon tadında bir şeyler çalma konusunda yetenekli olduğum biliniyordu. Davul bu işin son noktasıydı ve davul çalmayı öğrenebilirsem sevdiğim bütün METALLICA şarkılarını doyasıya çalabilirdim. Koyacak yer olmaması ve sesini izole etme şansının bulunmamasından dolayı, anne babayla yapılan yaklaşık 8-10 saniyelik kapsamlı bir fikir alışverişinin ardından Altunizade’de bulunan bir apartman dairesindeki evimize davul alamayacağım belli olmuştu. O yüzden ben de lojistik açıdan çok daha rahat olan bir diğer enstrümana, gitara yöneldim. İki kez gidip anında sıkıldığım gitar kursu için alınan klasik gitarın benim için tek anlamı METALLICA’nın clean gitarlı bölümlerini çalmak olacaktı. Binlerce yıllık geçmişi olan, müzik tarihini şekillendiren, gitar denen bu koskoca aletin tek anlamı “Enter Sandman’in başını çalsam ne süper olur he”den ibaretti. Aslında “Enter Sandman”in başını gitarım olmadan önce de çalıyordum. Evde babamın çocukluğundan kalma, sadece 6. teli bulunan bir gitar vardı. Ben bu tek telli gitarı normal şekilde tutmak yerine kanun gibi bacağıma yatırıyor ve baş parmağımı kullanarak “Enter Sandman”in başındaki clean gitar rifini tamamen yanlış olarak çalıyordum. Normal bir gitarım olduğunda yaptığım ilk şeyse, o sıralarda internet olmadığından ve Levent’ten duyduğum “tab” adlı şeye bakmayı da kendime yediremediğimden METALLICA’nın clean gitarlı kısımlarını kulaktan çıkarmak oldu. Bu şarkılardan biri de klasikleşmiş girişiyle gönüllerde taht kuran “Harvester of Sorrow”du. Az biraz uğraşmayla şarkının girişini çıkarmış ve hiç durmadan çalmaya başlamıştım. Kulağımın iyi olduğunu düşünüyordum ve sonradan Levent’in sınıfa getirdiği bir tab’dan gerçeğini %100 tutturduğumu görünce çok mutlu olmuş, gitar konusuna daha da ciddi eğilmeye karar vermiştim. İşte o girişi kulaktan çıkarıp ilk kez çaldığım an, 24 yıldır çaldığım bu aleti elime alıp da amfiyi clean gitara geçirdiğim her an aklıma gelir.
7. “Loss of interest, question, wonder, waves of fear they pull me under…” – İstek Belde Lisesi, İstanbul, 1997
1987’den bu yana gözlük takan bir insanım. Doğuştan katarakt olduğum için 1987 yılında 6 yaşında bir çocuk için ABD’de bile yapay lens olmadığından, o yıl ABD’de gerçekleşen iki ameliyatla gözlerimdeki mercekler alındı. Dolayısıyla gözlüğüm olmadığında tamamen savunmasız ve neredeyse hiçbir şey göremeyen bir insanım. Bu yüzden çocukluğumdan beri gözlüğümü koruma iç güdüsüyle yaşamak durumunda kaldım. Kendimi savunmam gerektiğinde savundum, ancak durduk yere kimseyle kavgaya girmedim, başkasının kavgasına karışmadım. Lise 2’ye giderken sınıfta normalde gayet iyi anlaştığım üç arkadaşım nedense bana karşı bir “sindirme” operasyonuna giriştiler. Sınıfta omuz atıyorlar, çarpıp geçiyorlar, ama ben de ufak tefek olmadığımdan ciddi bir kavga çıkmıyor. Onlar omuz atınca ben de karşılık veriyorum, ama iki taraf da hiç konuşmuyor, “koçum senin derdin ne?” diyerek yüzleşmiyor. Buna rağmen sürekli bir didişme içerisindeyiz. Ben de fiziksel bir olaya girmek istemediğimden üstelemiyorum, sadece karşılık vermekle yetiniyorum.
Nihayet bir cuma günü beden dersinden çıktıktan sonra tam servise yürürken bu arkadaşlardan biri merdivenin başında yolumu kesti. Geçmeme izin vermiyor, resmen kavga etmek istediğini belli ediyor. “Çekilir misin?” diyorum, hiçbir şey demeden yüzüme bakıyor, 20 santim önümde dikilip duruyor. Günlerdir biriken sinirimin ortaya çıkacağı an o anmış meğer. Bir anda içimde bir sigorta attı, “ulan ben de senin belanı…” diye geçirdim içimden. Sanki bir film sahnesindeymişçesine hafifçe tebessüm ettim, elimdeki beden çantasını yavaşça yere bıraktım, kafamdaki şapkayı ters çevirdim ve gözlüklü bir insan olarak normalde asla yapmayacağım şeyi yaparak karşımdaki çocuğun alnına daaan diye kafayı yapıştırdım. Bunu benden hiç beklemeyen arkadaşım acı içinde geriye doğru tökezlerken ben de 16 yıllık ömrünün açık ara en “badass” anına imza atmış bir insan olarak şapkamı düzelttim, çantamı aldım ve arkama bakmadan servise yürümeye başladım. Badass’liğime zeval gelmemesi ve “heybetini gizli tut yiğidim, duruşun çakalları korkutuyor” ifadesini dibine kadar yaşamak için hiç istifimi bozmadan cebimden kulaklığımı çıkarıp kulağıma taktım ve ne başlayacağını bilmeden cebimdeki dev discman’in play tuşunu parmağımla hissederek rastgele başlattım. İşte o anda başlayan şarkı “The Frayed Ends of Sanity”ydi. Gerçek bir kral gibi servise binip yerime oturduğumda James şarkının başındaki “Uuuu-vaaaa-uh”ları yapıyordu ve ben deliliği konu eden bu şarkı eşliğinde az önceki sakin delirişimi düşünüyor, kendimle gurur duyuyor ve bir yandan da kafamın çok acıdığını belli etmemeye çalışıyordum.
8. “When a man lies, he murders some part of the world…” – Halep, Suriye, 2010 / Girne, Kıbrıs, 2016
2008 yılında ailemle ve aile dostlarımızla Hatay’a gitmiştik. 5-6 gün sürecek bu gezide İskenderun gibi yakın yerleşimlerin yanı sıra, Suriye’nin en büyük ikinci şehri olan Halep’e de 1 gece kalmalı şekilde gidecektik. Hatay’da kaldığımız yerin yakınında, annemin işi vasıtasıyla tanıdığı bir hanım oturuyordu. Orada annemle buluşup muhabbet ederlerken, kadın anneme oğlunun gitar çaldığını söyleyince annem de “benim oğlum da çalıyor” demiş. Bunun üzerine kadın da anneme, evlerine gidip çocuğa biraz yardım edebilirsem çok makbul geçeceğini söylemiş. Ben de o akşam kardeşim ve en yakın arkadaşımla birlikte söylenen adrese gittim ve elindeki klasik gitar ile ne yapacağı konusunda pek bir fikri olmayan bu genç arkadaşla tanıştık. Çocuğa ne tür müzikler dinlediğini, sevdiği sanatçıların kimler olduğunu sorduğumda bana sadece ve sadece Türk sanatçıları dinlediğini, çünkü önemli olanın kendi ülkemizde yapılan müzik olduğunu söyledi. Ben de tahminen 13-14 yaşlarındaki bu vizyonsuz bebeye müziğin evrensel olduğunu ve kendisini geliştirmek istiyorsa farklı ülkelerden farklı sanatçıları dinlemesi gerektiğini söyleyerek birkaç küple bir şey çaldım. Bu çaldıklarım arasında “To Live is to Die”ın 4.57’de giren efsane clean gitar bölümü de vardı. Çocuğa duyduğu şeyi beğenip beğenmediğini sorduğumda “Güzel ama ben Emre Aydın seviyorum” cevabını alarak en yakın pencereyi kırıp bir hışımla aşağıya atladım.
Ertesi gün sabahın erken saatlerinde Cilvegözü Sınır Kapısı’nda pasaport kontrolündeydik. 2-2,5 saatlik bir yolculuğun ardından Halep’e vardık, otelimize yerleşip şehri gezmeye başladık. Bu sırada dünden aklıma takıldığı için ikide bir “To Live is to Die”ın o melodisini mırıldanıyor, dünkü çocuğun olmayan vizyonuna sövüyor ve şarkının o kısmını adeta Suriye gezimin soundtrack’i hâline getiriyordum.
Yıllar geçti. 6 yıl sonrasında artık Halep diye bir yer yoktu. Suriye iç savaşıyla birlikte, gezdiğimiz tüm o sokaklar, caddeler, saraylar, yemek yediğimiz lokantalar, manyak taksicilerin arabalarında dolaştığımız her yer tek tek yerle bir olmuştu.
11 Mart 2016’da Halep’e yönelik ikinci hava harekâtı başladı. Şehrin her yanı bombalanıyor, taş üstünde taş kalmıyordu. Tam olarak 12 Mart 2016 akşamı dayımların Girne’deki evinin salonunda, elimdeki 7 telli elektro gitarı amfiye bağlamadan, oturduğum yerde tıngırdatıyordum. Karşımda açık olan televizyonda izlediğim “Halep’e hava saldırısı” haberindeki harap olmuş şehir görüntüleri eşliğinde yıllar öncesini hatırlayarak, gariban halkın perişan olmasına, otuz binden fazla insanın yok olup gitmesine üzülerek “To Live is to Die”ın 4.57’de giren clean gitar bölümünü çalıyordum.
Nereden nereye…
Belki de METALLICA haklıdır; belki de yaşamak, gerçekten de ölmektir.
9. “Unspoiled, unspoken! I’ve outgrown that fucking lullaby…” – Belek, Antalya, 2020
Yazının başlarında da demiştim. “St. Anger”, “Death Magnetic” ve “Hardwired… to Self-Destruct”ı saymazsak 2000 sonrasında herhangi bir METALLICA albümünü baştan sona dinlemedim. Dahası, “St. Anger”ı çıktığı 2003’ten sonra bir daha, “Death Magnetic”i çıktığı 2008’den sonra bir daha ve “Hardwired… to Self-Destruct”ı da çıktığı 2016’dan sonra bir daha hiç baştan sona dinlemedim. Belki son 15 yıldır gitarla ya da davulla herhangi bir METALLICA şarkısı çalmadım. METALLICA zamanla benim için bir gruptan ziyade eski bir öğretmen, eski bir dost vazifesi görür oldu.
Ancak insan zamanında içine işleyenleri söküp atamıyor…
Birkaç hafta önce evdeki kanepeye uzanmış YouTube’da gezinirken karşıma normalde açıp izlemediğim o reaksiyon videolarından biri çıktı. “Christians reacting Thy Art is Murder – Holy War!!!” adlı bu videoya tavuk gibi hemen düştüm ve videodaki çiftin bu hayvan gibi şarkıyı nasıl beğendiklerine, sözlerine bayıldıklarına tanık oldum. Sonra gözüm sağ taraftaki öneriler kısmına ilişti. Aynı çift METALLICA’nın “Dyers Eve”i için de reaksiyon videosu çekmişti. “Holy War” videosundaki mantıklı tavırlarından dolayı takdir ettiğim çiftin “Dyers Eve” için neler söyleyeceğini de merak ederek videoya dokundum.
Sonra hiç beklemediğim bir şey oldu. Son 20 yıldır sadece yeni albümlerini incelemek için dinlediğim, sadece İstanbul’da verdikleri konserlerde duyduğum ve 2000 öncesinde yaptıkları 75 civarı şarkının yüzüne bile bakmadığım bu grubun kim bilir en son ne zaman dinlediğim bir şarkısı, elimde iPad beni mahvetmişti. James’in “Dear mother, dear father” diye girdiği andan en sondaki “Go!”ya dek resmen tüylerimin ürpermesine engel olamadım. Yaklaşık 5 dakika boyunca iki kişinin ekranda akan “Dyers Eve” sözlerine bakışlarını ve verdikleri küçük tepkileri izleyerek 27-28 yıl önce hayatıma giren bu şarkı özelinde METALLICA’nın benim için ne ifade ettiğini bir kez daha hatırladım, çok uzun yıllar öncesine gittim, duygusal bir ibiş gibi pamuklaştım, ürperdim, gaza geldim. Şarkının sözleriyle aramda en ufak bir bağ olmasa da James’in çocukluğuna dair izler taşıyan bu şarkının sözleri, gitar tonu, Lars’ın kendini paraladığı performansı, Kirk’ün yırtındığı solosu ve Jason’ın hiç olmayışı eşliğinde tuhaf, istemsiz ve benim için de sürpriz olan bir retrospektif deneyim yaşadım.
Toparlama ve kapanış:
Böylece “…And Justice for All” bitti. Yazının başında da dediğim gibi METALLICA’nın ilk 5 albümü metal dinlediğini iddia eden bir insanın dinlemek zorunda olduğu işlerdir. Bir tercih meselesi, “merak etmedim, dinlemedim” denebilecek şeyler değildir ve bu tür albümler metal dünyasında parmakla sayılacak kadar azdır. Bu yüzden 2020 yılında bu albümü birilerine tanıtmak, açıklamak; bu albümün analizini yapmak söz konusu olamaz. Dolayısıyla ben de bana göre elimdeki tek seçeneği değerlendirmek ve albümdeki her bir şarkının benim için ne ifade ettiğini yansıtmak istedim. Belli bir yıldan sonra doğan insanlar için elbette ki bu albüm şu an benim ve benim yaş grubumun hissettiklerini uyandıramaz. METALLICA ile davayı sattıktan sonra tanışmış dinleyiciler için grubun ilk 4-5 albümü çok da bir şey ifade etmeyebilir. Ancak daha geneli, tüm müzik türleri içerisinde seksenlerin önemini, metal tarihindeki yeri açısından bu albümü, thrash metalin popülaritesini katlamasını sağlamadaki rolünü ve daha binlerce yan faktörü ve değişkeni düşündüğümüzde, “…And Justice for All” metal tarihinin en büyük, en önemli, en değerli, en ilham verici ve benzeri en olmayan albümlerinden birkaç albümünden biridir. İnsan belki de 20 yıldır baştan sona dinlemediği bir albümü ilk saniyesinden son saniyesine; tüm sözleriyle, tüm rifleriyle, tüm sololarıyla ezbere söyleyebiliyorsa; hiç müzik açmasanız bile 9 şarkıyı da gerçek sürelerine sadık kalarak 66 dakika boyunca akapella olarak söyleyebiliyorsa, burada farklı bir şeyler var demektir.
METALLICA muhtemelen dağılmadan önce bir ya da birkaç albüm daha çıkarabilir. Beklenmedik bir durum olmadığı sürece o albüm ya da albümler piyasaya çıktığında biz de burada olacak ve albümleri inceleyeceğiz. Ama diyelim ki olmadı, grup yeni bir şeyler yayınlamadan dağıldı; işte o zaman METALLICA’ya, metal tarihinin gelmiş geçmiş ve gelecek en büyük grubuna dair yazdığım son şeyin “…And Justice for All” olması fikri de gayet hoşuma gidiyor. “…And Justice for All” metalin kutsal kitaplarından, yapı taşlarından, en önemli derslerinden biridir ve ilelebet payidar kalacaktır.
Sözlerimi METALLICA’ya dair en sevdiğim 3 saniyeyle bitirerek yazıyı sonlandırıyorum.
“Color our world blackened (dap dırırıp dıp dup dup) ……………………BLACKENED!”
https://youtu.be/c7pN5imZWw0?t=239