Death metal için son derece önemli bir konumda bulunan, adı bugünlerde arşivlere ve koleksiyoncuların rafları arasına gömülmüş olsa da bilenin gayet iyi bildiği, hakkını teslim ettiği nostaljik bir grubun incelemesini kaleme almaktayım bu hafta. Bahsedilen müzik türünün içerisine henüz felsefi konseptler, jazz müzikli bileşenler ya da progresif yapılar katılmadan çok önce sözleriyle, albüm görselleriyle ve tabii ki müziğiyle karşısındakini irite edebilmek için en doğrudan ve saldırgan yolları seçen Necrophagia, gerçek anlamda bu müziğin hakkını veren ilk birkaç gruptan biri olarak görülebilir. Müzik muhabbetleri içerisine yerleşmiş belirli ön kabullerin bazen, görülmesi kayda değer çok şeyi gözden kaçırttığına artık iyiden iyiye ikna olmuş durumdayım. Neden böyle söylüyorum, çünkü bunca zaman “Death metal’i kim var etti?” sorusuna her seferinde “Possessed ve Death” dendiği ve kimse “Necrophagia” diye bir oluşumun adını anmadığı için. Bu kişilerin arasına kendimi de katıyorum tabii.
Elbette grubun, 1987 yılında çıkan ilk albümü “Season of the Dead”in ardından dağılması ve 1998 yılına kadar sessizliğe gömülmesinde bunun payı büyük olabilir. Sonrasında Phil Anselmo’nun, grubun vokalist frontman’i Killjoy (Frank Pucci) ile münasebetleri sonucu Necrophagia yeniden kuruluyor ve beraberinde albümler çıkarmaya, kadrosunda son derece sürpriz isimlere yer vermeye devam ediyor, vokalistin 2018’de yaşamını yitirmesine değin. Phil Anselmo’yu kariyerinin zirvelerinde olduğu dönemlerdeki sanatçı kişiliği dışında zerre sevmeyen biri olarak, yine de Necrophagia’nın yeniden kurulmasında oynadığı rolden ötürü vokalistin takdiri hak ettiğini düşünüyorum. Bilhassa ekstrem metal türüne merak saldığı zamanlarda hem black hem de death metal türlerinin önemli isimleriyle haşır neşir olan (Fenriz, Satyr, Maniac, Morbid Angel vs.) ve Pantera harici yer aldığı bazı yan projelerde bu türleri icra da etmeye çalışan Anselmo’nun, deyim yerindeyse Necrophagia’nın “tek albümlük, çabuk sönen bir grup” olmasını bir manada engelleyen adam olduğu söylenebilir. Evet, Necrophagia ilk albümünü yayınladığında Anselmo henüz Pantera’da bile değildi (“Power Metal”, 1988), ancak kendi camiasında bile üstü bu kadar örtülen bir grubu gömüldüğü topraktan çıkarıp “Buraya gel dostum, seninle daha çok işimiz var.” dediği için de el attığı bu işte vizyonunun ne kadar geniş olduğunu tartışmaya yer vermeyecek ölçüde ispatlamış oluyor.
Anselmo’ya yapılan bu kısa teşekkürün akabinde, şimdi sıra; incelemeni konusu olan grup ve albümün hakkını teslim etmede. Necrophagia, Cannibal Corpse’un “gore estetizmi” ve Death’in “zombilerle kadeh tokuşturan ritüelleri” daha ortada yokken zombilerle, seri katillerle ve psikopatlarla aynı sofraya oturup onlarla aşık atan, sadist cinayetlerin nasıl bir damak tadına sahip olduğunu anlatan ve müziğinde bu unsurları “beste/atmosfer” ikilisinin yarattığı uyumla işleyen bir gruptu. Fakat kendisinden yalnızca birkaç ay sonra Death, “Scream Bloody Gore” albümüyle sınırları “Season of the Dead”de olduğundan çok daha ileri ve takdire şayan bir seviyeye taşıyacağı ve hem Chuck Schuldiner’ın gelecekte şahit olacağımız deha ürünü işlerine hem de Chris Reifert öncülüğündeki Autopsy grubuna gebe olduğu için elbette Necrophagia’yı gölgede bırakıp death metal’in anahtarını eline alan grup oldu. Lakin bu tablonun zaman içinde, bir “yıllar sonra ortaya çıkan kayıp kardeş” durumuna dönüştüğünü düşünüyorum. Rotamızı Amerika’dan İskandinav coğrafyasına çevirdiğimizde, ne kastettiğimi daha iyi anlatmış olacağım.
Öncesinde aslan payını paylaşan çok grup olsa da klasik anlamda black metal’i black metal yapan albümün “De Mysteriis Dom. Sathanas” olduğu neredeyse tarihsel bir gerçek kadar yerinde sabit duran bir olgu. Dolayısıyla Burzum ve Darkthrone gibi diğer gruplar arasında da git gel yaparak elbette, Norveç sahnesinin; Mayhem’in 1994 tarihli albümünün liderliğiyle bu işin bütün ana hatlarını koyduğu gerçeğini benimsedik. Fakat sonraları karşımıza Finlandiya’dan, isminin Süryanicede “Şeytan” manasına geldiğini öğrendiğimiz bir grup çıktı. Bu grubun adı Beherit idi ve Mayhem’in efsanevi albümünden bir sene önce, 1993 yılında yayınlamış olduğu debut albümü “Drawing Down the Moon” akıllara zarar bir şeydi. Elbette Norveç sahnesinin tür nezdinde kurduğu dominasyon, bayrağı hiçbir zaman Finlandiya’ya teslim etmedi ve Norveç sahnesinin liderliği surların ardında korundu. Bununla beraber, “Drawing Down the Moon”, hakkındaki gerçeği öğrenmemizle birlikte “De Mysteriis Dom. Sathanas”ı, “orijin” muhabbetleri söz konusu olduğunda gittiği her yerde takip eden kötü huylu bir ikiz olup çıkageldi ve black metal dinleyicileri arasında hak ettiği krediyi aldı.
İşte “De Mysteriis Dom. Sathanas – Drawing Down the Moon” arasındaki bu ikili ilişkinin, “Scream Bloody Gore – Season of the Dead” arasında da zamanla oluşmuş olduğunu öne sürüyorum. Necrophagia da bu bağlamda black metal’deki muadili Beherit gibi tür nezdinde liderliği üzerine alacak bir grubun gölgesinde kaldı denilebilir. “Scream Bloody Gore” ile başlayan “death metal’i kurma” ünvanını beraberinde yaptığı albümlerle iyice pekiştiren Death gözleri Florida’nın üzerine çekti. Öte yandan Necrophagia, yeniden kurulduktan sonra yaptığı albümleriyle isminden bahsettirmeye devam etse de bilhassa “Season of the Dead” albümüyle türün oluşum sürecindeki takipçileri için önemli bir yere oturdu. Fakat albüm sonrası dağılma sürecini takiben birbiri ardına patlayan death metal grupları ve sahneleri Necrophagia’nın isminin, türün en verimli yıllarını geçirdiği sıralarda unutulmasına yol açtı. Bana kalırsa, bir Autopsy kadar bilinmeyi hak ediyordu. Tabii tüm bu hikâye, yalnızca biz okuyucu ve dinleyicilerin gözüne yansımış versiyonun en basit hâliyle bir betimlemesinden ibaret. İşin aslını bir de onlara sorduğunuzda hikâye bir şekilde hep değişiyor.
Peki “Season of the Dead” nasıl bir death metal albümü? Döneminin şartlarına göre değerlendirildiğinde gayet yaratıcı, kendi içinde melodik bir çeşitliliğe sahip ve barındırdığı sound sebebiyle hem agresif hem de yavaş kısımlarının kulağa zarar vermeyen bir yumuşaklıkta olduğu, “kült” bir death metal albümü. Lakin albümle ilgili en şaşırtıcı şey, daha albüme adını veren enstrümantal intro’da hemen karşımıza çıkıyor. Death metal albümlerinde ballad tipi arpejlere belirli ölçüde aşina olsak da gerek grup logosu gerekse albüm kapağıyla önümüzde beliren bu albüm, tersine son derece zarif ve bir o kadar da hüzünlü bir akustik gitar intro’su ile açılıyor. Öte yandan akustik gitarın susmasıyla aşamalı olarak yükselmeye başlayan uğultular, çanlar, çığlıklar bize dinlemek istediğimiz şeyin yavaş yavaş yaklaşmakta olduğunu müjdeliyor ve “Forbidden Pleasure” ile Necrophagia’nın kim olduğunu görüyoruz. Grup isminde bir ölüyü yeme aktivitesini barındıran Necrophagia böylelikle albüm boyunca pisliğini üzerimize boşaltma seramonisine başlamış oluyor. Çalışmanın enstrümantasyonu hakkında bir genel bilgi vermek gerekirse söyleyebileceğim ilk unsur parçaların kolay icra edilebilir ve üst düzey teknik gerektirmeyen bir yapıda olduğudur. Hatta davullar son derece sade olmakla birlikte erken dönem death metal albümlerinin büyük çoğunluğunda da meydana geldiği şekliyle hammer blast-beat içermiyor. Thrash’ten aşina olduğumuz üzere traditional blast-beat, kullanılan temel teknik olmakla birlikte temponun orta ve yavaş şekilde seyrettiği yerlerde gayet sade ama parçaya melodik açıdan oldukça yakışan ritimler, drum fill’ler kullanılıyor. Bununla birlikte gitarlar, albümün genel itibarıyla etkisi altında olduğu “gore” temalı filmlere çok yakışacak rif düzenlemeleri barındırıyor. Öyle ki bu albümü dinlerken rahatlıkla “Texas Chainsaw Massacre” ve “Evil Dead” gibi filmlerden sahneleri aklınızda canlandırabilir, Leatherface’in testeresini dinlemek yerine rahatlıkla gitarları o aletin yaptıklarına adapte edebilir ya da Ash Williams’ın başına gelenlere sebep olan aptallığına yönelik hıncınızı Killjoy’un karakteristik söyleyişiyle desteklenmiş riflerle çıkarabilirsiniz. Bas gitarın da işitilmesi çok tatlı bir seviyede olduğunu eklemem gerek. Bu tip atmosfer ve tema odaklı albümlerde en sevdiğim şeylerden biri olan ses efektleri ise mevcut ambiyansı yaşamanıza katkı sağlarken bununla paralel olarak yer yer ekolu vokallerle ve sürüngen riflerle de desteklenerek bir nevi gore filmi seyrediyormuşsunuz gibi bir intiba da bırakıyor üzerinizde. Formülize etmek bakımından şunu söyleyebilirim, albümdeki ana tema ve ambiyansı koruyup, üzerine metronomu arttırdığınız ve bir iki tık daha brutalleştirilmiş bir enstümantasyon eklediğiniz takdirde yolunuz “Eaten Back To Life”a varıyor.
Albümün genelinden alacağınız tadı özetleyebilecek olmaları bakımından, adını anmış olduğum “Season of the Dead” ve “Forbidden Pleasure” şarkılarına ek olarak “Mental Decay”, “Painful Discharge” ve “Beyond and Black” parçalarını da dinlemenizi öneririm. Saymış olduğum bu parçalar çalışmanın bütününde kendilerine has belirli özelliklerle öne çıkıyorlar. “Mental Decay”in intro’su, klasik müzik bestecisi Modest Musorgski’nin “Night On Bald Mountain” bestesindeki intro’nun albüme adapte edilmiş bir versiyonuyken beraberinde gelen rifler ile parça iyice sarkastik bir hâle bürünüyor. “Painful Discharge” agresif giden yapısını oldukça şaşırtıcı ve esrik bir outro ile noktalarken, “Beyond and Black” sadece 1:52 ile 3:20 arasındaki o muazzam geçiş bölümü için bile dinlemeye değer bir çalışma.
Death metal’in en eski örneklerinden biri olan “Season of the Dead”i ne kadar layığıyla inceledim bilmiyorum ancak bir şekilde incelediğim için mutluyum bu albümü. Belki ilk kez dinleyecekler arasında “Bu kadar anlattığın albüm bu muydu?” diye serzenişte bulunacak okuyucular da çıkabilir. Öte yandan, death metal namına bildiğiniz her şeyi bir kenara bırakıp, sanki bu türü ilk kez bu albümle dinliyormuş gibi yaklaşırsanız meseleye, albümün nasıl bir yerde durduğu daha belirgin olacaktır.
“Ölüm Üçlüsü”nün ilki geçen hafta yayınlanmıştı, haftaya son bölümünde görüşmek dileğiyle.
Eline sağlık Emir, gayet de layığıyla incelemişsin. Çok iyi yazı. Dediğin gibi arka planda kalmış bir albüm. Açıkçası benim de öyle her şeyiyle hakim olduğum bir grup değil Necrophagia, ama arka planda da olsa yeri her zaman için ayrı olan bir albüm bu. O dönem düşünülerek dinlendiğinde çok takdir edilesi işler bunlar.
90 lı yıllarda dindar bir arkadaş vardı lisede bizde ona bu gruptan esinlenerek nekro hacı lakabı takmıştık.Nostalji oldu benim için. Analiz çok iyi tebrikler
Direkt bir vermiş iki kişi aniden görünce kahkaha attım sitenin başından beri en kronik sorunu herhalde hahahadhaadh
Eline sağlık Emir, gayet de layığıyla incelemişsin. Çok iyi yazı. Dediğin gibi arka planda kalmış bir albüm. Açıkçası benim de öyle her şeyiyle hakim olduğum bir grup değil Necrophagia, ama arka planda da olsa yeri her zaman için ayrı olan bir albüm bu. O dönem düşünülerek dinlendiğinde çok takdir edilesi işler bunlar.
30.05.2020
@Ahmet Saraçoğlu, Teşekkürler Ahmet abi. Gerçekten de döneminin takdire şayan çalışmaları arasında, öncül olması bakımından.
90 lı yıllarda dindar bir arkadaş vardı lisede bizde ona bu gruptan esinlenerek nekro hacı lakabı takmıştık.Nostalji oldu benim için. Analiz çok iyi tebrikler
30.05.2020
@Barış Akpınar, Teşekkürler Barış hocam. Tekrar bir araya geldiğimizde konuşalım bu grup hakkında detaylıca.