Rock veya metal; hangisinde olursa olsun, üç kişilik gruplarda hep bir şeytan tüyü olduğunu düşünmüşümdür. Sanıyorum ki bu düşüncemde de yalnız değilim, çünkü benzer yorumları yapanları gördüm. Hepimizin bir noktada dinlediği ve çok sevdiği bazı büyük grupların kadrosunun bu sayıdan meydana gelmesi dikkatinizi çekmiştir. Rush olsun, klasik kadrosuyla Sodom, Coroner, Celtic Frost, Motörhead gibi birden fazla türü etkilemiş gruplar olsun, Nirvana gibi bir devrin müzik endüstrisi bazında kurallarını baştan yazan ya da “Covenant” dönemi Morbid Angel’ı gibi death metalin ticarileşmesinin baş tetikçisi olup bu sayıya sonradan ulaşanlar olsun, birbiriyle alakalı-alakasız türlerde bir farklılık yaratacak pozisyona erişti bu üç kişilik gruplar.
Elbette kerametin sadece sayıda değil aynı zamanda kişilerde de olduğunun farkındayım. Hatta kişilerin payı çok daha büyük, yoksa herkes hadiseyi üçe tamamlayıp kısa yoldan köşeyi dönerdi veya üç kişiden oluşan her grup tarih yazardı. Öte yandan, nümerolojiyle az biraz ilgilenmiş olanlar da bilirler ki ta Pisagor’dan beri sayıların; evrenin bir “dili” olduğu düşünülmüş ve geçmişte ya da gelecekte fenomenleri anlamlandırmada önemli bir yerleri olduğuna inanılmıştı. Ancak sayıların, birçok inançta ve düşüncede farklı farklı anlamları mevcut. Bu yüzden, herhangi bir düşünce biçimiyle sınırlandırmadan, belirli sayıların özel denebilecek birtakım durumlara işaret ettiğini varsayalım şimdi. Buna göre, gerçekten de bireysel yetenekler ve gayretler ile bir sayının mistisizminden doğan kuvvetli bir aura bir araya geldiğinde farklı bir kimya vücut buluyor olabilir miydi ? İşin burası elbette çok subjektif bir mesele. Belirli teorilere göre buna inanmak ya da böyle bir şeyi tümden bir saçmalık, batıl bir inanç olarak görmek opsiyonlar dâhilinde. Ancak şahsi olarak konuşacak olursam, bu sayının bilhassa metal müzik camiasındaki sayısız güzel işte parmağının oluşu beni uzun bir süredir kıllandırıyordu. Nitekim, az önce yukarıda saydığım isimler kadar müzik camiasında göz önünde olmayan, ancak bu durumla yadsınamaz ölçüde tezat oluşturan bir müzisyenlik örneğiyle karşılaştığımda bir gün, artık “tesadüf” denilen hadisenin sınırı taşmış oldu benim için. Çünkü o grubu ve o albümü dinlemiştim; Sadist’in “Above the Light”ını. Bir albüm, eğer bir insana uzun süredir kafasını yorduğu bir mesele hakkında tokat gibi, afet gibi bir cevap verebiliyorsa; hakikat bazında bir genel geçerliliği olmasa bile belki, özel ve aşkın bir albümdür. Benzerlerini, hatta o benzerlerinin ait olduğu kulvarlar içerisinde en iyi işlerini dinlediğim albümler çok oldu. Fakat, “Above the Light” gibi bir albüm ne gördüm, ne de duydum.
Konuya böyle bir giriş yapmamın birinci sebebi, gayet aşikâr olduğu üzere Sadist’in de üç kişilik bir metal grubu olmasıydı, en azından öyle doğmasıydı bu albümde. Dolayısıyla bu kadar lafını etmişken, albüme geçmeden önce bu kadroya hayat veren kişilerden bahsetme gerekliliğini duyuyorum. Ancak ikinci sebebi doğrudan albümdeki müzisyenlikle bağlantılı. “Above the Light” adeta koskoca bir gizem perdesini aralama cesaretini ve yeteneğini gösteren bir albüm.
Tommy Talamanca, “Peso” Marco Pesenti ve Andy Marchini, Sadist’e hayat veren “3”ü oluşturuyor. 1991 yılında İtalya’nın Cenova kentinde kurulan grup, Tommy ve Peso’nun girişimleri akabinde yanlarına bas gitarist Marchini’yi ve vokalist olarak da Fabio Bocchiddi’yi alıyorlar, ancak albümün çıkmasından evvel Fabio grubu bırakıyor ve Marchini bas gitar ile beraber vokalist koltuğuna da oturan kişi oluyor. Grubun davulcusu Peso, esasen daha Sadist ortada yokken kendi grubu Necrodeath ile beraber “Into the Macabre” (1987) ve “Fragments of Insanity” (1989) albümlerini kaydetmişti. Davulculuğunu bilhassa “Fragments of Insanity” albümünde, ilk albümdeki amatörlük seviyesinden çok daha profesyonel bir seviyeye taşıyabilmişti.
Sadist’in beyni diyebileceğimiz Tommy Talamanca ise multi instrumentalist bir müzik dehası. “Above the Light”da tüm gitarları üstlenmesinin yanında klavye, piyano ve hayranı olabileceğiniz tüm o efektlere imza atan Talamanca; The Metal Archives’ın belirttiğine göre kendi ismiyle kurmuş olduğu bir başka projede bu enstrümanlara ek olarak buzuki, düdük; darbuka tabla ve bodhrán olmak üzere çeşit çeşit vurmalı çalgıları, marakas ve en nihayetinde “kora” olarak bilinen bir telli Afrika çalgısı gibi nice enstrümanı çalabiliyor. Bas gitarist ve vokalist olan Andy Marchini’nin arka planı hakkında diğer ikili kadar bilgim olmasa da “Above the Light”, bu adamın neler yapabildiğini göstermeye yeter de artar bile.
Albümün kendisine gelirsek… “Above the Light”da bizi ne bekliyor ? Aslında “ne beklemiyor ?” diye sorsak daha doğru olur. Kadroda bu kadar yetenekli ve çalışkan müzisyen varken akla gelen ilk olasılık elbette enstrümantal bir gövde gösterisiyle karşılaşacağımız oluşu. Nitekim öyle de oluyor. Progresif death metal icra ettiğini söyleyebileceğimiz Sadist, bu müziğe o kadar çoklu yapı ekliyor ve bu yapıları birbirine çorba etmeden öyle başarılı bir şekilde düzenliyor ki “Above the Light”, bir parçanın bölümler arası geçişlerinde uğrayacağınız şaşkınlık düzeyini en çok arttıran çalışmalardan birine dönüşüyor. Yakın zaman öncesinde yazdığım Helstar – “Nosferatu” incelemesinde de değindiğim gibi, bu albümde de çok yoğun bir biçimde klasik müzik gamları, hatta klasik müziğin “enstrüman nüanslarını” duyuyorsunuz. Bu ikincisiyle demeye çalıştığım şey de şu; albümde kullanılan çalgılar arasında piyano ve klavye belirtiliyor ancak bazı parçalarda klavsen (harphiscord) sesi duyuyorsunuz. Anladığım kadarıyla enstrümanın orijinal sesiyle birlikte Talamanca sık sık klavyeyi klavsen olarak ses verecek şekle ayarlıyor ve dinlediğiniz bir parçada yırtıcı vokallerin, agresif riflerin arasında birden Bach ya da Händel gibi Barok dönemi müzisyenlerinin bestelerini çağrıştıran notaları işitmeye başlıyorsunuz. Modern zamanın ekstrem metal bünyesindeki vahşi kompozisyon ve teknikleri bir dönemin zarif ve artık bir nostalji olan besteciliğiyle gösterişli bir dansa davet eden bu yaratıcılık seviyesi böylelikle; yıllarca dinlediği müzikleri dönemsel özgünlüklerine göre zihninde kategorize etmeye alışmış bizlerin tahayyülünde zaman kavramını iyice saydamlaştırıyor; 1600’lü yılları 1990’larla buluşturuyor. Şimdi böyle söylüyorum diye “Eee, diğer neoklasik metal grupları ne yapıyor o hâlde?” şeklinde bir suale kapılmayınız. Sadist’te var olan durumun özgünlüğü, bu klasik müzik etkileşiminin dinlediğiniz esnada sizi hazırlıksız yakalaması, ortaya çıktığı şeklin ansızın; yarattığı etkininse dramatik derecede yoğun olmasında ve bu durumun kolay kolay kanıksanmamasında yatıyor. Klasik müzik dinlemeye alışmış bünyeler zaman içerisinde bu müzikteki belirli gamlara karşı gelişen bir kayıtsızlık refleksi edinir malumunuz. Bugün Vivaldi bestelerinin YouTube’da mevcut zilyon tane metal uyarlamasının zamanla bünyede uyandırdığı etki gibi. Klasik müzik bestecileri içerisindeki bir numaralı favorim olan Vivaldi’de değil, “time signature” konumuna gelmiş bir bestecilik anlayışının, günümüzde sürekli kendini tekrar etmesinde yatıyor buradaki sorun. Nitekim, bir süre sonra böylesi tanıdık hâle gelmiş notasyonlarla biçimlendirilen bestelerin sunacağı şey çoğu durumda bir formül kadar ezberlenmiş bir biçime bürünüyor. Öyle ki işitildiği anda zihniniz, ya direkt o gamları eserlerinde çok kullanmış bir besteciyi ya da genel bir metot olarak bir kompozisyon biçiminin kendisini hatırlatıyor. Malmsteen dinlerken söz gelimi, tablonun genelinde ne ile karşılaşacağımız aşağı yukarı belli, hatta gitaristin çalış stiline kadar. Ancak özelde Talamanca, genelde de Sadist böyle yapmıyor. Aşina olduğumuz yapıları da kullanıyor kaçınılmaz olacağı ölçüde tabii, ama ya öncesinde ya da sonrasında öyle bir şey yapıyor ki o ezber bozuluyor ve hayranlık başlıyor… Önerim; bu noktada kritiğe bir ara verin, albümü açın ve “Sadist” isimli enstrümantal parçayı dinleyin. Klasik müzik bahsinde Sadist’in farklılığına doğrudan şahit olun.
Klasik müzikten bu kadar bahsettikten sonra, albümün diğer büyük yüzü olan metal tarafına odaklanalım şimdi. “Progresif death metal” tanımlamasındaki “death metal” kısmı, albümde işlendiği şekliyle Florida ekolü ya da İsveç ekolündeki gibi saf bir brutality içermiyor. Grubun İtalya menşeli olmasından ve önlerinde en yakın örnek olarak Sodom, Massacra gibi grupların kendini göstermesinden ötürü belki de albümde daha çok bir death/thrash sentezi görüyoruz. Riflerin büyük kısmı thrash kökenli, ancak brutal vokallerden ve hem gitar hem de davulda ortaya çıkan hız faktöründen ötürü rahatlıkla death riflerine de geçiş yapılabiliyor. Klavyedeki kompozisyon mantalitesini çoğunlukla lead gitarına da uyarlayan Talamanca çalışma boyunca her iki enstrümanda da birbirinden güzel sololara imza atarak, özünde ilkel bir vahşeti barındıran albümü bu vahşilikle eş değer bir dozda melodik hâle getiriyor. “Enslaver of Lies”, bu ikili tansiyonun adeta düalist bir armoniye dönüştüğü en çarpıcı örneklerden birini içeriyor.
Marco Pesenti bazen geçişler esnasındaki metronom değişikliklerine adapte olmakta biraz zorlandığını belli etse de Necrodeath’deki erken dönem çalışmalarını bildiğinizde özellikle, “Above the Light”da kendini ne kadar geliştirmiş olduğunu ve canavar gibi partisyonlara imza attığını gösteriyor bateride. Birden hücuma kalkan double cross’lar, traditional blast beat’ler ve akabinde birden yavaşlayan tempolara olan adaptasyonu hatalarına rağmen takdire şayan. Şahsen böyle hastalıklı geçişlerle dolu parçaları, normalde teknik death metal türünde davul çalmıyorsanız sırtlamak kolay değilken, Peso’nun tek tük küçük hataları önemsiz kılacak kadar nitelikli bir iş başardığı konusunda hakkını teslim edelim.
Andy Marchini’nin öncelikli olarak bahsedilmesi gereken katkıları vokalleri. Normalde gruba bas gitarist olarak girip eleman değişikliği sonrasında vokal ihalesinin de üstüne kaldığı Marchini, ciddi ölçüde Jon Nödtveidt’i andıran scream vokalimsi bir brutal stili kullanıyor. Bu hissimde yanılıp yanılmadığımı test etmek için albümdeki bazı parçaları vokal üzerinden ilk iki Dissection albümündeki belirli parçalarla mukayeseli olarak dinledim ve eğer kulaklarım beni yanıltmıyorsa, gerçekten de ses rengi Jon’a çok benziyor belirli yerlerde. Bu durumun albümde yarattığı güzel bir hava da var üstelik. Sanki Dissection’da soğuk ve acılı sesiyle tanıdığımız Nödtveidt, bu sefer Akdeniz ikliminde bizlere sesinin daha sıcak ve o yöreye özgü havasını taşıyor gibi. Ancak Marchini’nin vokalleri bu çağrışımı sunmasıyla birlikte, grubun müzik tarzı üzerinden başka bir kimliğe sahip oluyor. “Breathin’ Cancer”ın açılış sözleri, “Sometimes They Come Back”in kapanışını yapan satırları ya da “Happiness ‘n’ Sorrow”un sonunda her şeyin susmasıyla korkunç bir hâl alan o çığlığı seslendirmesiyle vokalist; gırtlak ve diyaframının hakkını fazlasıyla veriyor. Gerçekten de çiğ, hırıltılarla titreşen ve bir bıçak olsa ortalığı kan gölüne çevirebilecek keskinlikte bir sese sahip. Bas gitardaki meziyetlerini de birçok parçada mini bas gitar soloları olarak karşımıza çıkaran Marchini, albümün işitmemize imkân veren prodüksiyonu sayesinde enstrümanındaki ince işçiliği de gösteriyor.” Hell in Myself”in intro’sunda sizi kucağına alıp klavyenin kollarına bırakan bas gitar oluyor, “Happiness ‘n’ Sorrow”un 2:56’da giren breakdown’unda grup kısa süreliğine bir Coroner’a dönüştüğünde sesi kesilen vokalin görevini yine bas gitar devralıyor.
Dolayısıyla albüm, şarkı ayırt etmeden baştan sona dinlenilebilecek ve bitimiyle beraber üzerinizde uzun soluklu bir öykünün sona erişi gibi bir etki bırakabilecek tatta. Son derece altı dolu ve kurulduğu temelleri sağlam olan; hem melodik zenginliği hem de agresyon dozu üst noktalarda gezmekte olup iki yöndeki ihtiyacınızı da tatmin edebilecek bir kalitede. Ancak kişisel bir beğeni olarak; “Nadir”/ “Breathin’ Cancer” ikilisini, ve “Sadist” bestesini çok ayrı bir yere koyduğumu da belirtmek istiyorum.
Üzerine değil inceleme, kitap yazılabilecek bir albüm “Above the Light”. İçerisinde Avrupa thrash’inin karakteristik yanlarını, erken dönem death metalinin izlerini ve klasik müziğin metal müzikle ile oluşturabileceği en soft, en etkileyici uyumlardan birini barındıran bu albüm türü tükenmenin eşiğinde bir canlı kadar nadide, en tatlı ilaca dönüşebilecek kadar öldürücü bir zehir.
Kadro Andy Marchini: Bas, vokal
Tommy Talamanca: Gitar, klavye, piyano
Peso: Davul
Şarkılar 1) Nadir
2) Breathin’ Cancer
3) Enslaver of Lies
4) Sometimes They Come Back
5) Hell in Myself
6) Desert Divinities
7) Sadist
8) Happiness ‘n’ Sorrow
Sonunda bu albüme birisi yazı döktürmüş, harikasın!