Devasa paragraflardan, bitmek tükenmek bilmeyen, bilmem kaç tane noktalı virgülle uzatıla uzatıla sözüm ona “etkileyici” kılınan cümlelerden pek hoşlanmıyorum. Evet, bazen aklımdakileri tek seferde aktarabilmek için nadir de olsa hazırladığım yazılarda böyle şapşallıklar yapıyorum fakat bunu yapıyor olduğum, böylesi metinlerden keyif aldığım anlamına gelmiyor. Aynı şekilde betimlemelere boğulmuş, konunun özünü anlatır gibi yapıp kırk dereden su getirerek yine de konunun özüne dönemeyen anlatılardan da pek haz almıyorum. Tarihe mal olan ve alanında bir benzeri çıkmamış, anıt sayılabilecek edebiyat insanlarını küçümsemek, onların; eserlerini hazırlama ve okurlarıyla buluşturma safhasında, o bahsettiğim konunun özünü, her zaman gargaraya getirdiklerini söylemiyorum ama bu çizgiye epey yaklaştıkları anlar da olmuyor değil. Takdir, yine de okurlarındır ve bu ifadeler, beni bağlar.
Benzer bir “konunun özünden uzaklaşma” ya da hiç yaklaşamama durumunu, bazı teknik progresif death metal gruplarında da gözlemliyorum. Uzun uzadıya açıklamalara muhtaç birer edebî metin taklidi yapan ve dinleyiciyi; yerinde duramayan süslü mü süslü arpejlere, ilk dinlemede “Hadi ya!” dedirten ama ikinci üçüncü dinlemelerde aynı tadı vermeyen sololara ev sahipliği yapan, karmaşıklıktan beslenen ama aslında bir öze sahip olamamasını, bu karmaşıklıkla perdelemeye gayret eden albümlerden bahsediyorum. Evet, her işin bir alıcısı var ve ben bu alıcı pozisyonundan epeyce zaman önce ayrıldım, artık daha “doğrudan”, öze yakın ve hatta nerede durduğu önemli olmaksızın bizzat özün içinden haberler veren, onu yaşatan, onu hissettiren müzik eserlerine zaman ayırır oldum. Bir albüm için ilk izlenimlerim nasılsa, genelde son izlenimlerim de benzerlik gösterir hâle geldi; bu nedenle amiyane tabirle “sarmayan” albümler için kendimi zorlamıyor, ilk dinlemede tüylerimi diken diken eden eserlere kucak açıyorum, zamanımı onlara feda ve hatta kurban ediyorum.
Çok kısa süre önce, üstümdeki ataleti kırmak ve sağ olsun Ahmet’in desteğiyle gelen promo albümleri birer birer tecrübe etmek adına taramaya başladığım yapımlardan biri, Kanadalı teknik progresif death metal grubu Sutrah’ın hazırladığı “Aletheia” EP’siydi. PA sayfalarındaki kritiklerini Ahmet’in kaleminden okuduğunuz Serocs, Chthe’ilist ve Zealotry gibi gruplarda da harikalar yaratan müzisyenlerin bir araya gelip oluşturdukları Sutrah, 2017 çıkışlı ilk albümüyle şu hâlimle pek radarıma takılacak bir müzik üretmese de bugünkü kritiğe konu olan EP ile metafizik, kozmik meseleler ve Hinduizm’den destek alan düşüncelerden hareketle, hakikaten, “hakikat”in kalbinden sesler sunuyor bize.
“Aletheia”yı dinlemeye başlamadan önce kafamda oluşturduğum bir düşünce vardı ve enstrümantal yapıdaki açılış şarkısıyla bu düşüncem, milyonlarca parçaya bölündü, hoparlörlerden tam manasıyla süzülen ses yumakları arasında un ufak oldu ve kaybolup gitti. Bir gitarist olmadığım için tanımlamakta güçlük çekeceğim nitelikte gitarlar, davulla öylesine güzel bir birliktelik içerisinde hareket edip ilgili parçayı oluşturmuş ki aklıma birdenbire; hep kendi hâlinde aktığını bildiğim ama her zaman da göremediğim akarsular geldi. Tabii ilk dinlemede, bu şarkının aslında yapımın devamının nasıl bir çağlayana dönüşeceğinin habercisi niteliğinde olduğunu anladım. Tematik bir rif belirleyen Sutrah, çok açık etmeden yapımın genelinde o rif kalıbından destek alarak isimleri farklı olan varyasyonların, aslında birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğunu göstermiş. İlk parçadaki sükûnetin yerini, kendini bilmez, soysuz bir saldırganlıktan ziyade ne yaptığının farkında olan birinin, kırıcı olmadan ve hakaretamiz sözler sarf etmeden karşısındakine ettiği sert sözlere benzettim açıkçası. Dikkatlice seçilmiş sözcükler, harala gürele davulların arasına yerleştirilmiş minik ride oyunlarını, hızlı ritimler, blast beat’ler arasında boy gösteren ağırbaşlı ve tematik rif/melodiler ise bu sözlerin öyle gelişigüzel bir bakışla anlaşılamayacak derin manasını notalarla resmediyor adeta.
Sutrah, cesur bir oluşuma evrildiğini, üçüncü varyasyonla gözler önüne seriyor. Yumuşak ve hüzünlü sayılabilecek gitar tonlarının eşlik ettiği mini melodilerle, dinleyicisini neredeyse 16 dakika sürecek bir işitsel şölene hazırlıyor. Üzülerek gördüğüm “4,5-5 dakikalık şarkılar, sizce de uzun değil mi?” diyen birilerinden belki habersiz, belki onlara nispet olsun diye hazırladıkları bu uzun parça, hani, yazının başlarında konunun özüne dönemeyen ya da ulaşamayan eserlerden bahsetmiştim ya, işte öyle bir eser değil. Bizzat konunun özünden başlıyor, devam ediyor ve size görmenizi istedikleri şeyleri göstererek sonlanıyor. Parçanın sonlarına geldiğinizde, “Keşke şarkı daha uzun olsaydı, farklı noktaları da görebilseydik,” demeniz gayet mümkün.
Brutal death metal vokali kıvamındaki derin guttural vokaller, böylesi bir yapıma çok ama çok yakışıyor. Çoğu anda, bu dünyadan olduğunu kabul edemeyeceğim gitarlar, EP’nin albenisini artırıyor. Senelerden sonra yıldızı iyiden iyiye parlayan ve tanınmazdan evvel de kayıtlarını takip ettiğim Kévin Paradis imzalı davullar, yapımın yüceliğine yücelik katıyor. Baslar ise başka bazı gruplardaki gibi şov unsurundan ziyade gitar destekçisi rolünde bulunuyor. Yapımın az bir kısmında, Montréal Üniversitesi’nde kaydedilen gangsa da kulağa çalınıyor, önceki albüm kadar olmasa da. Ayrıca ilahi formunda koral bölümler de EP’de yok değil.
Yaşamakta olduğumuz şu tuhaf dönemde içinizdeki umut akarsularına, öfke çağlayanlarına eşlik edebilecek kalibrede bir EP arıyorsanız, kıvançla bildirmek isterim ki onu buldunuz.
Eline sağlık gayet güzel yazı olmuş. Yazıda bahsettiğin grupları yazdım evet, ama bu gruptan haberim yoktu. Dinleyeceğim.
19.03.2020
@Ahmet Saraçoğlu, Sağ olasın Ahmet.