“Power metal”, metal müziğin bünyesindeki alt tür muhabbetlerinin içine girdiğim zamanlarda, adını işittiğim vakit burun kıvırmama neden olan bir tarzdı uzunca bir süre. Çünkü bu türü yüzeysel bir şekilde Avrupa ayağıyla tanımış ve dinleyiciliğini yaptığım süre boyunca çok fazla kahramanlığa, tiz seslere çıkmayı sıradanlaştıran vokaliste ve iyiden iyiye karikatürize bir hâl alan zafer hikâyesine maruz kalmıştım. Kaliteli bir biçimde icra edildiği zaman gerçekten üst düzey bir müzisyenlik ortaya koyan bu tür, işlediği hikâyeler çeşitli olsa da bana gereğinden fazla vitrine oynayan bir tarz gibi gelmişti. Bu durum da zamanla, türün bana çok hitab etmediği şeklinde bir karar almamla noktalanmıştı. Ancak, farklı bağlantılar aracılığıyla hadisenin Amerika ayağına da göz atmaya başladığımda iki grup keşfetmiştim ki power metal dendiğinde direkt aklıma gelecekler, başta edinmiş olduğum kötü izlenimi törpüleyecekler ve mevcut türe yönelik işitsel iştahımı fazlasıyla doyurarak bu türü sevmemi de sağlayacaklardı. Bu grupların biri erken dönemlerindeki Savatage, diğeri Helstar’dı. Tabii daha sonrasında Metal Church, Sanctuary derken power metali heavy, thrash, speed ve hatta progresif metal ile harmanlayan Amerikalı metal gruplarına olan ilgim de artmış oldu.
Ağırlıklı olarak, power metalin; içerisinde thrash’e daha yakın olan bir speed metal anlayışını barındırdığı şeklini icra eden Helstar bana kalırsa hak ettiğinden az takdir edilmiş bir grup. Klasik evrelerindeki albümlerine baktığınızda, nasıl olup da kendisinden bu kadar az bahsedildiğine anlam veremiyorsunuz kolay kolay. Özellikle 1981 ya da 1982 gibi erken bir tarihte kurulup, sonrasında 80’li yılların ortalarından itibaren power metalin Amerika’daki yükselişini gerçekleştiren gruplardan biri olduğunu öğrendiğinizde. Metallica’nın 1983 yılında ilk albümünü piyasaya sürmesinin akabinde önce Amerika’yı sonra da dünyanın geri kalanını etkisi altına alacak olan thrash metalin patlak vermesi, bu duruma neden olan etkenlerden biridir belki de. Ardından gelen Slayer, Exodus, Megadeth, Anthrax ve daha nicesi ile thrash metal 80’li yılları önü alınamaz bir şekilde ele geçirmişti. Helstar ise bu zaman dilimini mevcut tür ve grupların gölgesinde “Burning Star”, “Remnants of War” ve “A Distant Thunder” gibi başarılı albümler yayınlayarak sürdürdü. Öte yandan, söz gelimi Savatage’a baktığımda, Helstar’dan iki sene sonra kurulmuş olan grubun bu rüzgardan olumsuz etkilenmediği gibi bir sonuca ulaşıyorum (Oliva kardeşlerin bir arada olduğu dönemlerde yarattığı harikalar neticesinde belki). Savatage, metal müziğe geniş bir yelpazede yer vermiş çoğu dinleyici tarafından iyi biliniyor ve seviliyor. Keza ilk albümünü self-titled olarak 1990’da yayınlayan Iced Earth, kulvarında bilinirlik olarak pek çok grubun önüne geçen bir oluşum. Öyleyse, bir Savatage ya da Iced Earth kadar konuşmadığımız Helstar’ın “kusuru neydi ?” diye düşündüğümde bir cevap bulmakta zorlanıyorum açıkçası. Ancak 1989 yılına geldiğimizde Helstar, hem bilinirliğini önceki çalışmalarına kıyasla ciddi olarak pekiştiren hem de müzik açısından ulaştığı seviyeyi adeta şov yaparcasına gösteren, klasik hâline gelecek bir albüme imza attı. İsmini andığım için albümünden de bahsetmeden edemeyeceğim Savatage, 1989’un Aralık ayında bizlere “Gutter Ballet” gibi bir albümü armağan etmişken, ondan iki ay önce Helstar üzerimize “Nosferatu”yu salmıştı bile.
“Nosferatu”, türünün en akıl almaz işlerinden biri olmakla beraber metal müziğin bünyesinde vücuda gelmiş magnum opus’lar arasında bulunuyor. Albümden haberdar olmayan arkadaşlar için konuşacak olursam; kesinlikle abartmadığımı belirtmem gerek. Bugüne kadar ele aldığım tüm albümleri taşıdıkları önem ile dengeli olacak bir seviyede sizlere aktarmaya çalıştım. Bu incelemede de amacım farklısını yapmak değil. Albümü hâlihazırda bilenlerinse benimle hemen hemen aynı fikirde olduğunu düşünüyorum. Çünkü power ile speed metalin neoklasik ögeler içeren notasyonlarla ve yer yer thrash metale kayan rif yazımlarıyla bir araya getirildiği “Nosferatu”, bu özelliği ile her şeyden önce bizlere hatırı sayılır bir bestecilik ve teknik diyebileceğimiz düzeyde bir enstrüman hâkimiyeti sunuyor. Kompozisyon bakımından yaratıcılığın dibine vurulduğu çalışma boyunca her bir enstrümanda ortaya koyulan icra ayrı ayrı takdir toplayabilecek, şaşırtabilecek, hatta hayran bırakabilecek bir mahiyette. Çalışmadaki bazı şarkıların üzerinde durduğum zaman, işin bu kısmında emeği geçen kişiler üzerine de eğilmiş olacağım.
Adının ve albüm kapağının da gösterdiği üzere “Nosferatu” bir konsept albüm. Ancak bu konsept gerek sözsel içeriği gerekse kompozisyon biçimi itibarıyla albümün ilk yarısında son buluyor. Tematik yakınlık açısından düşünecek olursak benzer bir örneğini sonraları Marduk’un “Nightwing” albümünde de göreceğimiz gibi Helstar bu albümde “Drakula” figürü üzerine yoğunlaşıyor. Ancak tarihi karakter III. Vlad Drakula’yı değil, bu tarihi karakterin zihnimizde vampirizm ile yeniden vücut bulmasını sağlayan Bram Stoker’ın romanı “Dracula”daki Kont Drakula başta olmak üzere kitabın ana karakterlerinden avukat Jonathan Harker’ı ve yüzeysel bir şekilde Kont’un kurbanlarından Lucy Westenra’yı işliyor. Bu albüm özelinde konuşmaya devam etmeden evvel, hazır lafını etmişken “Nosferatu” ile “Nightwing” arasındaki “tuhaf ilişkiyi” sizlerle paylaşayım:
1) “Nosferatu”nun ilk yarısıyla, “Nightwing”in de ikinci yarısıyla; temelde aynı karakteri farklı benlikleriyle/bağlamlarıyla ele alan birer konsept albüm olması.
2) “Nosferatu”nun 1989’da, “Nightwing”in 1998’de yayınlanması dolayısıyla tarihlerdeki son iki rakamın birbirinin tersi olması.
3) Yayınlandıkları yıl ve konseptlerin yer aldığı kısımlar itibarıyla birbirine ters konumlanmış bu iki albümün bir madalyonun iki yüzüne dönüşmesi
11 şarkılık uzun bir listeye sahip olan albümde grubun, her bir şarkıya tek tek özenmiş olduğunu ve bu nedenle çalışmanın bir tane bile es geçilebilecek şarkı, hatta bölüm içermediğini söylemek yanlış olmaz. Konseptin işlendiği ilk altı şarkı, anlatılagelen hikâye ile dramatik bağlamda senkronize gitmekle kalmayıp bu hikâyeye farklı ve kendine özgü bir boyut katan besteciliğiyle (klasik müzik faktörü) doğrudan albümün içine girmenizi sağlıyor. Grubun kurucu üyesi Larry Barragán ve yanına aldığı André Corbin, ritim gitarlarda speed metalin hazzını üst düzeyde yaşayabileceğiniz muazzamlıkta riflere imza atarken, soloların da vurucu son darbeyi indirmesini sağlıyorlar. İkilinin akustik gitarlarda kulakları dinlendiren bir tatla ortaya koyduğu işleri de buna eklendiğinde zaman zaman Jason Becker-Marty Friedman ikilisini akıllara getirecek bir gitaristler arası uyumun sergilendiğini söylemek mümkün. Kısa intro “Rhapsody in Black”in hemen ardından giren “Baptized in Blood” ile beraber albüm, bu ikilinin gitar performansıyla öylesine yoğuruluyor ki bir noktada gitarları takip etmekten dikkatiniz iyice keskinleşiyor, adrenalin seviyeniz yükseliyor ve o esnada baterist Frank Ferreira’nın arkada ne işler çevirdiğini hayretle dinliyorsunuz. Yeterli kondisyon ve tekniğe sahip olmadığınız bir durumda, bu bateristin şarkılar içerisinde yaptığı bazı ani dur-kalkların ve geçişlerdeki seri tempo değişimlerinin rahatlıkla el ve ayak bileklerinde sakatlıklar meydana getirebileceğine, sırt bölgesini de sıkıntılı durumlara sokabileceğine kefil olabilirim davul çalan biri olarak. “Benediction” parçası bu bağlamda gerçek bir gövde gösterisi. Grubun kuruluşundan beri kadroda yer alan James Rivera, Helstar dinleyenlerin zihinlerine kazınmış sesiyle, bilhassa konseptin işlendiği şarkıların sonuncusu “The Curse has Passed Away”deki muhteşem performansıyla kadronun tamamı gibi albümün mükemmelliğini pekiştiren kişilerden biri oluyor. Öte yandan, vokalistin kenara çekildiği ve geriye kalan bütün üyelerin, enstrümanlarında birer solo da attığı beste “Perseverance and Desperation” bir yüzü majör, bir yüzü minör gamlarla dengenizi altüst ediyor ve adeta albümün, üzerine kurulduğu müzisyenliği tüm çıplaklığıyla sunuyor.
Konseptin işlendiği kısım boyunca ziyadesiyle harmonik bir yapıya sahip olan albüm, “Benediction”ın girmesiyle birlikte, grubun önceki albümlerinde giriştiği agresyon dozajının seviyesinde sert bir metale geçiş yapıyor. Söz gelimi, ilk kısımda ambiyansı sağlama konusunda yeterince iyi bir işlev gören klavye, bu partın sona ermesiyle 10. parçaya dek büyük oranda sessizliğini koruyor. Power metalin yerini iyiden iyiye speed metale bıraktığı bu ikinci kısımda melodik yapısını yine koruyan, ancak hız ve sertliğe daha çok pay biçen bir müzik ile karşılaşıyoruz. Hâliyle, partisyonların bütünü içerisinde gösterilen teknik oyunların sayısı ve içsel dinamiğin yoğunluğu da kendini artarak gösteriyor. Tam bu noktada “Harsh Reality” ve “Swirling Madness” parçaları ibreyi iyice yükselten bir işlev görüyorken, bas gitarist Jerry Abarca ve gitarist André Corbin’in el attığı klavye/piano ikilisinden doğan “Vom am Lebem Desto Strum” albümün havasını birden karartan ve efsunlayan bir portal açıyor deyim yerindeyse. Böyle bir hamlenin neden gerekli olduğunu ise, albümde kullanılan neredeyse bütün müzikal bileşenleri bir arada toplayarak çalışmaya noktayı koyan “Aieliaria and Everonn” çalmaya başladığında anlıyorsunuz.
“Nosferatu”, Helstar için bir dönemin kapandığına işaret eden bir çalışma. 1984’de “Burning Star” ile kariyerine başlayan grup, kaliteli iki albüm daha kaydettikten sonra bu başyapıtı meydana getirdi ve beraberinde 1995’e dek sürecek bir sessizliğe gömüldü. Açıkçası grubun, “Nosferatu” sonrası yaptığı hiçbir albümü dinlemedim, çünkü korktum. Öyle bir albümle zihnime/zihnimize kazınmıştı ki Helstar, sonrasında ne yaparsa yapsın bir noktada bu albümün gerisinde kalacağı gerçeği bir yana, üst üste kötü albümler yaparak zamanında inşa ettikleri görkeme de leke sürecekler diye 1995 ve sonrasında yayınladıkları albümlere elim gitmedi. Başlı başına bu albüm bir kenara, önceki albümlerinde yaptıkları “Toward the Unknown”, “Run with the Pack”, “Suicidal Nightmare”, “Tyrannicide” gibi parçaları da görememe endişem vardı. Ama bu romantik tabuyu birgün yıkacağım, merak da ediyor çünkü insan.
Nosferatu…
Etimolojik kökeni konusunda tartışmalı bir yığın teori öne sürülmüş ve bilim insanları nezdinde de yaygın bir ortak kanıya varılamamış olsa da kökeninin; Rumencede “nesuferit” ve Antik Yunancada da “nosophoros”dan (νοσοφόρος) geldiği düşünülüyor. Rumencede “baş belası, sorun çıkartan” gibi manalara gelen nosferatu’nun Antik Yunanca karşılığı ise “veba-hastalık taşıyan”. “Dracula” romanındaki ana karakterlerin en önemlilerinden biri olan efsanevi polymath ve vampir avcısı Abraham Van Helsing’in de Kont’un olabileceği “şey” hakkındaki önerisi, Doğu Avrupada vampirle eş anlama gelen “Nosferatu”dan farklı bir şey değildi.
Kadro James Rivera: Vokal
Larry Barragan: Gitar
André Corbin: Gitar
Jerry Abarca: Bas
Frank Ferreira: Davul
Konuk:
Beto Flores: Gitar (7)
Şarkılar 1. Rhapsody in Black
2. Baptized in Blood
3. To Sleep, Per Chance to Scream
4. Harker's Tale (Mass of Death)
5. Perseverance and Desperation
6. Curse Has Passed Away
7. Benediction
8. Harsh Reality
9. Swirling Madness
10. Von Am Lebem Desto Strum
11. Aieliaria and Everonn
Eline sağlık Emir. Tek kelimeyle başyapıt. İlk kez 2001 civarında otobüste dinlemiştim şehirler arası bir yolculukta. Aklım çıkmıştı. Her şeyiyle kusursuz bir albüm.
Yıllar önce Baptized In Blood parçasına denk gelip vurulmuştum bu albüme. Thrash metal keşfediyorum diye bulmuştum bu grubu aslında. Şarkının hızlı rifflerinin arkasında uzatarak söyleyen vokal enteresan gelmişti. Neden bilmiyorum ama King Diamond’ı çağrıştırmıştı ilk dinlediğimde.
aşırı saçma bir rif ve solo gösterisi var bu albümde. yani bir noktadan sonra “e yok artık” dedirtiyordu. yani ben öyle hatırlıyorum. dönemin efsane dergisi “zor” sayesinde bu albümü (ve grubu) ve savatage’ı öğrenmiştim. bu arada alakasız ama, savatage gibi amerikalı bir grubun bosna savaşıyla ilgili konsept bir albüm yapması bana hala oldukça inanılmaz gelir. duymayan bilmeyen varsa dead winter dead’i de hemen dinlesin, okusun, titresin.
bu arada evet, helstar da “patlama yapamamasına şaşırılan aşırı kaliteli gruplar” listesinin en üst sıralarında yer alıyor. 80′lerin o pıtrak gibi çıkan thrash/power grupları arasında böyle cevherler var. mesela aklıma laaz rockit geliyor, metallica ile beraber türkü barlarda yola çıkan ve “gelecek vaadeden” bir gruptu diye hatırlıyorum, garip gurup metal belgesellerinden aklımda kalmış olabilir.
neyse dağıldık. power metal denen türü 2000′lerdeki şişik haliyle tanıyanlar için (uff true metal diye bir tabir vardı di mi) ilk dinlenmesi gereken albümlerden herhalde nosferatu.
Albüm çıktığı zaman kaset olarak alma şerefine nail olmuştum. Bu albümle çok alkol komasına girdim 30 yıl kadar önce. Tüm parçaların harika olmasının yanında “Swirling Madness” ve “Curse Has Passed Away” in yeri ayrıdır.
@Kaan, Ayrıca, kritik, albümün önemini çok güzel ortaya çıkarmış tebrikler. Nosferatu sonrası grup tamamen bitik bence. Nosferatu öncesi tüm albümler de muhteşem bir ruha ve zevke sahip albümler.
Speed metal şarkıları ararken bulmuştum bu albümden Aieliaria and Everonn’u, ilk dinleyişte hayran kalmıştım. Hala da beni onun kadar heyecanlandıran şarkı azdır. Hiç sıktığını hatırlamıyorum.
Albüme diyecek bir şey yok zaten, baştan sona gitar resitali, James Rivera da harika bir vokal.
Biraz garip gelecek ama benim bu albümle tanışmam Sagopa Kajmer sayesindedir. Albümdeki Perseverance and Desperation adlı harika parçadan bir bölüm kullanmıştır. Linkide bırakayım. Belki merak eden arkadaşlar dinler. https://www.youtube.com/watch?v=uHVkHXx44MY
@Mehmet, Ben de bu albümü bir röportajda ilk onun ağzından duymuştum. Black Metal dinlediğinden de bahsediyordu. Kendisi nazarımda -çoğu şarkısının müziği başka şarkılardan alıntı olsa da- Türkiye’nin en büyük sanatçısı, en iyi söz yazarı ve müzik dinleyicisi olarak en bilgili ünlü kişisidir. “Bunların yaptıkları ergen müziği” diyen tayfanın aklıyla hareket ederdim bir dönem fakat yaşım ilerlemesine rağmen eski şarkılardan birine döndüğümde hala tüylerimi diken diken ettiğini gördüm ve ne kadar büyük ve kült eserler bıraktığını daha iyi anladım. Linkini verdiğiniz şarkının bulunduğu BPG albümü Türk rapinin gelmiş geçmiş en iyi albümü kabul edilir bunu da araya sıkıştırmış olalım
Eline sağlık Emir. Tek kelimeyle başyapıt. İlk kez 2001 civarında otobüste dinlemiştim şehirler arası bir yolculukta. Aklım çıkmıştı. Her şeyiyle kusursuz bir albüm.
Yıllar önce Baptized In Blood parçasına denk gelip vurulmuştum bu albüme. Thrash metal keşfediyorum diye bulmuştum bu grubu aslında. Şarkının hızlı rifflerinin arkasında uzatarak söyleyen vokal enteresan gelmişti. Neden bilmiyorum ama King Diamond’ı çağrıştırmıştı ilk dinlediğimde.
17.03.2020
@Raddor, benzer türde bir dramatik hava var, ondan olabilir. Bir de hikâyenin korku temelli olması tabii.
17.03.2020
@Ahmet Saraçoğlu, evet abi “benzer türde dramatik hava” diyerek aradaki bağı en güzel şekilde özetlemişsin. Bence de öyle.
aşırı saçma bir rif ve solo gösterisi var bu albümde. yani bir noktadan sonra “e yok artık” dedirtiyordu. yani ben öyle hatırlıyorum. dönemin efsane dergisi “zor” sayesinde bu albümü (ve grubu) ve savatage’ı öğrenmiştim. bu arada alakasız ama, savatage gibi amerikalı bir grubun bosna savaşıyla ilgili konsept bir albüm yapması bana hala oldukça inanılmaz gelir. duymayan bilmeyen varsa dead winter dead’i de hemen dinlesin, okusun, titresin.
bu arada evet, helstar da “patlama yapamamasına şaşırılan aşırı kaliteli gruplar” listesinin en üst sıralarında yer alıyor. 80′lerin o pıtrak gibi çıkan thrash/power grupları arasında böyle cevherler var. mesela aklıma laaz rockit geliyor, metallica ile beraber türkü barlarda yola çıkan ve “gelecek vaadeden” bir gruptu diye hatırlıyorum, garip gurup metal belgesellerinden aklımda kalmış olabilir.
neyse dağıldık. power metal denen türü 2000′lerdeki şişik haliyle tanıyanlar için (uff true metal diye bir tabir vardı di mi) ilk dinlenmesi gereken albümlerden herhalde nosferatu.
Albüm çıktığı zaman kaset olarak alma şerefine nail olmuştum. Bu albümle çok alkol komasına girdim 30 yıl kadar önce. Tüm parçaların harika olmasının yanında “Swirling Madness” ve “Curse Has Passed Away” in yeri ayrıdır.
17.03.2020
@Kaan, Ayrıca, kritik, albümün önemini çok güzel ortaya çıkarmış tebrikler. Nosferatu sonrası grup tamamen bitik bence. Nosferatu öncesi tüm albümler de muhteşem bir ruha ve zevke sahip albümler.
Speed metal şarkıları ararken bulmuştum bu albümden Aieliaria and Everonn’u, ilk dinleyişte hayran kalmıştım. Hala da beni onun kadar heyecanlandıran şarkı azdır. Hiç sıktığını hatırlamıyorum.
Albüme diyecek bir şey yok zaten, baştan sona gitar resitali, James Rivera da harika bir vokal.
Biraz garip gelecek ama benim bu albümle tanışmam Sagopa Kajmer sayesindedir. Albümdeki Perseverance and Desperation adlı harika parçadan bir bölüm kullanmıştır. Linkide bırakayım. Belki merak eden arkadaşlar dinler.
https://www.youtube.com/watch?v=uHVkHXx44MY
19.03.2020
@Mehmet, Ben de bu albümü bir röportajda ilk onun ağzından duymuştum. Black Metal dinlediğinden de bahsediyordu. Kendisi nazarımda -çoğu şarkısının müziği başka şarkılardan alıntı olsa da- Türkiye’nin en büyük sanatçısı, en iyi söz yazarı ve müzik dinleyicisi olarak en bilgili ünlü kişisidir. “Bunların yaptıkları ergen müziği” diyen tayfanın aklıyla hareket ederdim bir dönem fakat yaşım ilerlemesine rağmen eski şarkılardan birine döndüğümde hala tüylerimi diken diken ettiğini gördüm ve ne kadar büyük ve kült eserler bıraktığını daha iyi anladım. Linkini verdiğiniz şarkının bulunduğu BPG albümü Türk rapinin gelmiş geçmiş en iyi albümü kabul edilir bunu da araya sıkıştırmış olalım
Dünyanın en underrated albümü
30.09.2022
@Rust in Peace.,
30.09.2022
@Rust in Peace., kesinlikle katılıyorum.