# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
CRYPTOPSY – The Book of Suffering – Tome I & II
| 25.03.2020

Çile Dünyası: CRYPTOPSY ile romantik bir akşam yemeği yeme fırsatının kaçması ve son iki EP üzerinden bir CRYPTOPSY güzellemesi.

Exorsexist

Cryptopsy ile bağım ve gruba olan hayranlığım çok eskiye, bundan yaklaşık 15 yıl öncesine dayanıyor ve müzikal tercihlerimde de büyük bir rol oynuyor. Hayatıma yön veren iki grup olan Crpytopsy ve Entombed ile tanışmadan önce katıksız bir black metal dinleyicisiydim. Müzik serüvenime başlarken heavy metal ile başlamış, ardından KoRn ile tanışmıştım. Sabah akşam KoRn dinliyordum. “Life is Peachy”yi sadece TV’den dinlemiş, ardından koşarak “Follow the Leader” kasetini almıştım. Albüm her şeyiyle inanılmazdı! Kendileri hakkında bulabildiğim her türlü eşya edevatı aldım. Kaset, CD, poster, Blue Jean dergilerinde çıkan her şeyi ve biyografi kitaplarını. Hemen ertesi yıl müzik mağazasına giderek “Issues”u da edinip, aralıksız dinledim. O albüm değişimin ipuçlarını veriyordu aslında. 2002’de gelen “Untouchables” ise çok deneyseldi ve sonra tabii KoRn dan soğumaya başladım. Daha sert, daha agresif müzikler istiyordum. Kısa süre sonra -aslında “Issues” sonrası “Untouchables” öncesi- müzik kanalında “Wait and Bleed”i görmemle rotam Slipknot’a kaydı. Maskeleri olsun, yaptıkları kalabalık müzik olsun hepsiyle birlikte müthişti. Hemen gidip CD’lerini aldım ve sabah akşam “Iowa” dinler oldum. O zamanlara göre oldukça ekstremdi ve dönemin Limp Bizkit ve Linkin Park gibi gruplarının MTV’de çokça boy göstermesinden dolayı Slipknot’ın müziği daha az biliniyordu. Arkadaşlarıma “Iowa”yı dinlettiğimde hiç olumlu tepkiler almadım doğrusu. Hatta çoğu arkadaşımın kafası kaldırmadı. “Vol. 3” ile birlikte kendileri de değişti, önceleri burun kıvıran insanlar “Vermillion ne güzel şarkı yaaa” demeye başladı. Grup iyiden iyiye Marilyn Manson popülaritesini almıştı. Ben hâlâ “Iowa”nın hem en karanlık hem de death metale en yakın nu-metal albümü olduğunu düşünüyorum. Nu metal serüvenime daha fazla girmeden konuya dönersem, Slipknot’ın karanlık müziği beni daha da derinlere çekmeye başladı.

Hayatımın kısa ama çetrefilli dönemlerinde ilk tanıştığım black metal grupları en bilinenlerden olan Immortal, Burzum, Mayhem gibi ikinci dalga Norveç black metaliydi. Dipsiz kuyunun derinliklerine indikçe olay iyice kaset oynatıcıda kaydedilmiş underground black metal mevzularına girmeye başladı. “Ne kadar underground’sa o kadar iyi” mantığı beni sıkmaya başlamıştı ki yardımıma death metali çok iyi bilen bir arkadaşımın bana önerdiği Cryptopsy’nin “None So Vile” albümü koştu. Onun tavsiyesiyle, sanki dipsiz ve karanlık bir kuyuda uzatılan bir yardım eli uzanıp beni black metal bataklığından kurtarmıştı. Böylelikle bir daha dönülmez bir yola girmiştim. O gün bu gündür death metalin bekçisiyim. Bu arada black metal dinleyen arkadaşlarım yanlış anlamasın; hâlâ sevip dinlediğim belli başlı gruplar var ve zaman zaman dinlediğim de oluyor ama bana eskisi kadar ilgi çekici gelmiyor. Dinlediğim bu gruplar 10-15’i geçmez herhalde. Ama geri dönüp Katharsis gibi grupları veya zamanında epey merak saldığım LLN gruplarını dinleyemiyorum. Mesela bana göre Satyricon’un “Rebel Extravaganza” sonrası, öncesine göre kat ve kat daha iyidir. Polemik yaratacak cümlelere daha fazla girmeyip mevzuya dalıyorum.

“None So Vile” ile teknik anlamda death metalin efsane statüsüne çok erken giren, ardından bir bocalama dönemi yaşayan ve 2012 yılında çıkan kendi adını taşıyan albümleri ile sahalara geri dönen Cryptopsy, genel anlamda inişli çıkışlı bir grafiğe sahiptir. Kariyerinde çok fazla grup üyesi değiştirmesine ve Flo haricinde neredeyse hiç orijinal üyesi kalmamasına rağmen, hâlâ inatla yeni şeyler üretmekten vazgeçmediler. Bunun ilk sinyali 2000 yılında çıkan “…And Then You’ll Beg” albümüydü. Albüm açıkça “ben artık eski Cryptopsy değilim” diye bağırıyordu. Bunda vokalist değişiminin de epey etkisi vardı, ki bununla ilgili olarak bir Cryptopsy konserinde Flo ile konuşmuşluğum da vardır. Yazının ilerleyen bölümlerinde daha detaylı anlatacağım.

Beş yıllık aranın ardından çıkan “Once Was Not” ise Cryptopsy’nin daha progresif işlere giriştiğinin göstergesiydi. Benim aslında başarılı bulduğum bu girişimi nedense daha ileri taşıyamadılar. Bunun yanı sıra grubun demirbaşı Lord Worm tekrar ayrıldı ve Jon Levasseur -ki kendisi albüm yazımı sırasında da vardı- gibi isimler tekrardan gruptan ayrıldılar. Hatta Lord Worm’un ayrılmak zorunda bırakıldığı gibi durumlar da var, en azından Flo bana öyle söyledi. Kendisine sorduğumda, “artık şarkı söyleyebilen birisiyle çalışmak istedim” diye cevap vermişti. Hadi vokalist olayını anladık ama Jon Levasseur neden ayrıldı veya atıldı diye sorduğumda ise bana kendisiyle çalışmanın çok zor olduğunu, paranoyak ve garip huyları olan bir insan olduğunu söyledi. İyice merak edip favori bas gitaristlerimden olan Eric Langlois’yi de sorduğumda ise kendisinin uyuşturucu problemi olduğunu söyledi.

Tüm bunların ardından Cryptopsy çok riskli bir ise girerek önce gruba klavye çalan birisini aldı ve riskin en büyüğü olarak da 3 Mile Scream grubundan Matt McGachy’yi vokalist olarak gruba dâhil etti. Bunun sonucunda tüm dünyanın adı sanı duyulmamış ülkelerinde yaşayan fanlarından bile inanılmaz tepkiler aldı. İşin komik tarafı, müzikal olarak iyice yanladıkları metalcore ve deathcore dinleyicileri bile albümü yerden yere vurdu. Cryptopsy fanları ise ağız dolusu küfürler, hakaretler ve hatta konser protestoları ile adeta yere düşen grubu bir de yerde tekmelediler, üzerine balgamlı tükürük attılar.

Aldıkları tepkilerden dolayı Jon Levasseur gruba son bir kereliğine geri döndü, bas gitarist olarak da şimdilerde Cattle Decapitation’dan tanıdığımız; kendisi ufak tefek ama çıkarttığı bas gürültüsü inanılmaz yüksek olan Oli Pinard’ı kadrosuna kattılar. Bu sayede 2012 yılında çıkan kendi adlarını taşıyan çalışmalarıyla golü 90’a taktılar. Bunda en büyük paylardan birisi kendisini çok iyi geliştiren vokalist Matt’in clean vokali bırakıp böğürme moduna geçmesi sayılabilir. Şahsen çıktığı andan itibaren günümüze kadar hâlâ zaman zaman playlist’ime alıp dinlediğim bir albüm. Jon sayesinde grup tekrar bir nefes aldı. Geçmişte yaptığı hatalara sünger çekip kendi kimliğine geri döndü. Bu albümde, Cryptopsy’yi Cryptopsy yapan ve kaotik derecede teknik çalınan enstrümanların oluşturduğu rif geçişlerinde caz müziğe göz kırpan ve dahiyane derecede yazılmış kompozisyonlar olduğunu düşünüyorum. Jon’un bütün bunları Strato model Fender gitarıyla yapıyor olması ise çok ilginç bir detay.

Tekrar aramıza katılan Cryptopsy bu sefer tek gitarist olan Chris Donalson ile devam etmeye karar verdi. Hate Eternal, Dying Fetus derken bir de Cryptopsy’nin tek tabanca gitara dönmesi, grubun benim adıma daha az ilgi çekici olması sebep oluyor. Özellikle YouTube’dan canlı performanslarını izlerken tüm zevki kaçıyor. Atılan solonun altı boş kalıyor veya çalınan şarkıda sanki “burada başka şeyler de oluyordu” hissiyatı yaratıyor. Maaşı aldıktan sonra borcu harcı ödeyip, kirayı yatırdıktan sonra elde cücük kadar para kalmasıyla aynı his. Çok katmanlı gitarların olduğu müzikte tek gitara dönüldüğünde özellikle canlı performanslar da bir boşluk oluşuyor. Fikrimin az da olsa değişmesini sağlayan olaysa, 2018 veya 2019 yılında grubu canlı canlı izleme fırsatım sayesinde oldu.

Hikâye enteresan başlıyor. Sanırım 2018 yılında çalıştığım iş yerinde tuhaf bir Fransız Kanadalısı veya Kanada Fransız’ı olan komik bir tip vardı. Epey kısa sarı saçlı, mavi gözlü ve memur gözlüğü takan aslında iyi çocuktu, ama tavırları, konuşması, hatta gülüşü bile karikatür gibiydi. Her neyse, bir gün ofiste otururken kendisinin Sonata Arctica dinlediğini gördüm. Aradan birkaç gün geçti, kendisiyle öğle arasında karşılaştım ve birlikte yemek yemeye doğru yola çıktık. Ben kendisine Kanada müziğine olan ilgimden bahsettim, kendisinin de konuyla az çok ilgili olduğunu görünce Voivod’dan girdim, Unexpected’dan çıktım. Kendisinin Kanadalı bir death metal grubunda bas gitar çaldığını, hatta birkaç tane albüm çıkarttıklarını da söyleyince iş iyice Kanada death metaline doğru yöneldi. Neredeyse Quebec/Montreal’den çıkan çoğu isimle tanışıklığı olduğunu; albümleri kaydederlerken orada olduğunu söyledi ve bunlarla alakalı epey olaydan bahsetti. Bunlardan en ilginç olanıysa Cryptopsy’den Matt McGachy ile liseden çok yakın arkadaş olduğunu, eskiden sürekli birlikte takıldıklarını söylemesiydi. Tabii ben o işten kısa süre sonra ayrıldım, bir daha da iletişim kurmadım kendisiyle.

Bir yıl sonra Crytopsy’nin konser afişini görmemle “acaba…” dedim kendi kendime. Görür görmez ön satıştan bileti aldım tabii. Konser günü birden “acaba o da konsere gelir mi” diye aklıma geldi. Mekâna gittim, sağa sola bakındım ama göremedim kendisini. Sonra sıraya girdim, tam bilet kontrolünden sonra içeri girecektim ki arkamdan bir el uzandı ve beni çekmeye çalıştı. Ben tabii “aaa naber lan napıyorsun?” filan derken kendisi “dur girme, ben halledeceğim” dedi. Ben gerek olmadığını söyledim, çünkü zaten bileti neredeyse bir ay önceden almıştım. Eğer önceden iletişim kurabilseydim beleşe girmiş olacaktım. İçeri girdik, hâl hatır sorduk ve ardından da konseri izlemeye koyulduk. Konser başladı, benim için hayat o anda durdu ve hayatımda izlediğim en dehşet performanslardan birine tanık olmaya başladım. Flo’nun vurduğu her zil zaten bozuk olan sağ kulak zarımda patlıyordu, o kadar temiz ve güçlü çaldı ki anlatamam. Şahsen “None So Vile”ın her notasını ezbere bilen birisi olarak tüm grubun eksiksiz çaldığına gözlerim ve kulaklarımla tanık oldum. Performans harikaydı. Ses kalitesi, görüntü, grubun uyumu muazzamdı. Sevdiğim bütün parçaları çaldılar. Tam anlamıyla kemik kıran, kafa göz yaran bir konserdi. En çok dikkatimi çeken ise gitarist Christian Donaldson’ın Jon Levasseur’ü hiç aratmamasıydı. Sololar dâhil eksiksiz çaldı. Olivier Pinard’ın bası da her daim gürlüyor, attığı slap’lerle sağır ediyordu.

Konser bitti, dışarı çıktık. Ben arkadaşımı tekrar buldum, beni kız arkadaşıyla tanıştırdı ve kendisiyle muhabbete girişirken “gel şöyle bir yürüyelim” dedi. “İyi olur” dedim, zaten oram buram ağrıyordu. Yüz metre kadar yürüdük, kapkaranlık mekânın arka tarafına geldiğimizde bir baktım ki hayatımda en hayranlık duyduğum adamlardan birisi olan Flo Mounier karşımda, tişörtsüz, terli terli, sanki arenadan çıkmış Spartakus gibi duruyordu. Bir anda ne diyeceğime karar veremedim. “Flo!” diye bağırıp üzerine atlasam olmaz, “kanka hayırdır sen burada?” desem olmaz. Ben de ağırdan alıp “Flo naber nasıl gidiyor?” diye sorgu suale çektim. Flo efkârlı efkârlı zincirleme şekilde sigara yakıyordu; kafası öne eğik, hâlinden mutsuzdu ve artık bu işi para ve fanlar için yaptığını çok belli ediyordu. Suçlamak anlamsız tabii; 20 yıl boyunca emek verip bu işe ruhunu, emeğini, terini katıp sonucunda koskoca bir HİÇ almak profesyonel müzisyenler için çok zor. Yine de gidip fanlarının elini sıktı, imza dağıttı, fotoğraf çektirdi. Biz de o sırada Backstage denilen yere geçtik. Tüm grup oradaydı, sürekli sağa sola koşturmacadan daralıp tekrar dışarı çıktık. Ardından yanımıza Matt geldi, arkadaşım hemen beni tanıttı ve epeyce muhabbet ettik. Çok sıcak kanlı, aşırı mütevazıydı. Olivier hariç hepsiyle konuştum, bolca soru sordum. Buna rağmen aklımdaki soruların çok az kısmını hatırlayabildim. Hepsi müthiş cana yakındı, benim bitmek tükenmez sorularıma sabırla cevap verdiklerinden kelli de ayrıca saygı ve sevgi duydum. Konser alanından ayrılmadan önce organizatör arkadaş ve grup üyeleri beni yemek yemeye davet etti, ama inanılmaz yorgun oluşum, eve gitmem gerekmesi ve ertesi gün işimin olması nedeniyle Cryptopsy ile romantik bir aksam yemeği davetini reddetmek zorunda kaldım.

Yazıyı epeyce gereksiz şekilde uzattıktan sonra mevzubahis EP’lere gelelim artık. Kendilerini güncel kadroyla izlemem Cryptopsy’ye olan bakış açımı pozitif yönde değiştirdi. Üç bölümden oluşacak bu EP’ler “None So Vile” ile “Cryptopsy” albümlerinin arasında duruyor. Şarkı sözü açısından Lord Worm’un şiirsel yazımından oldukça etkilenmiş, genellikle birinci sahsın gözünden anlatılan hikâyelerden oluştuğundan bazı şarkılarda “çektim kulağından, vurdum ensesine, bayılttım” tarzı cinayet fantezilerini ve galiba gerçek olaylardan kesitleri anlatılıyor. Bu açıdan başarılı olduğunu söyleyemem, ama bu sözlerin müziğin kimliğini yansıttığı da ortada. Lord Worm kadar romantik/vahşet içeren sözler yazmak kolay değil.

Müziğe gelince, olayı grupla aynı adı taşıyan albümden çok ileri götürmüyor ama Cryptopsy’nin Jon olmadan da gayet kaliteli işler yapabildiğini kanıtlıyor. Chris’in kendi başına çok iyi bir iş çıkarttığını söylemek yerinde olur. Hem groove hem de teknik anlamda başarısı ortada. İlk EP’deki “Detritus” ve “Halothane Glow” bunların en iyi örneği. Bence ilk EP baştan aşağı üst düzey şarkı yazımlarıyla dolu. “Framed by Blood” ve “The Knife” da en az diğer ikisi kadar başarılı.

İkinci EP’ye geldiğimizde, “The Wrecthed Living” ilk EP kadar vurucu başlamıyor. “Crown of Horns” referanslı “Sire of Sin” ise game changer dediğimiz türden hem melodik hem de teknik olarak çok üst düzey bir şarkı. Sözlerde bahsedilen konuyu bilmiyorsanız, “The Family International”ı internette bir aratın derim. Yine de ikinci EP maalesef fazla bir yenilik sunmuyor. İlk EP kadar iyi kompozisyonlar yok, yerini daha depresif ve can sıkıcı bir atmosfere bırakıyor. “Fear His Displeasure” ve “The Laws of the Flesh” bence biraz baştan savma yapıtlar.

Sonunca gelirsek, prodüksiyon tertemiz, her enstrüman net şekilde duyuluyor, kimileri için fazla modern ama ben Chris Donaldson’ın ürünlerini beğenerek takip ediyorum. İlk EP’nin ikinci EP’yi her türlü dövdüğü de ortada. İlk EP’de bütün parçalar gayet akılda kalıcıyken ve yenilikler sunarken, ikinci EP’de aynı formülasyon sadece tekrar edilmiş hissi veriyor. Şu noktadan sonra önce yeni albüm mü gelecek yoksa serinin devamı mı bilmiyorum, tahmin edebildiğim ise EP’lerden de anlaşılabildiği gibi amansız ve tavizsiz müziğe devam edecekleri.

Tome I: 8,5
Tome II: 7

(8,5+7)/2=7,75/10
Albümün okur notu: 12345678910 (6.63/10, Toplam oy: 16)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
2018
Şirket
Hammerheart Records
Kadro
Matt McGachy: Vokal
Christian Donaldson: Gitar
Olivier Pinard: Bas
Flo Mounier: Davul
Şarkılar
Tome I:
1. Detritus (The One They Kept)
2. The Knife, the Head and What Remains
3. Halothane Glow
4. Framed by Blood

Tome II:
5. The Wretched Living
6. Sire of Sin
7. Fear His Displeasure
8. The Laws of the Flesh
  Yorum alanı

“CRYPTOPSY – The Book of Suffering – Tome I & II” yazısına 5 yorum var

  1. Eline sağlık. Gruba dair içeriden bilgi almak güzel. Yine de yemek kısmı üzdü.

    Kendi adıma Cryptopsy’yle olan ilişkim doksanlardaki albümler ve “Once Was Not”la sınırlı. Sınırlı diyorum ama zaten grubun esası da bu dönemde yatıyor. “The Unspoken King” ve sonrasındaki işlerini dinlemedim.

    Grubun 2005′te Kanada’da canlı izlemiştim ve Flo’yu davul başında izlemek gerçek bir deneyimdi. Lord Worm’ün gruba dönüş konseriydi ve inanılmaz bir 1 saatti. Unutamadım 15 yıldır.

    Bir de “Phobophile” dünyanın en iyi şarkılarından biridir, bu böyledir.

  2. Koralp says:

    Kritik için teşekkürler, son ep’lerini dinlememiştim, özellikle ilk 3 albümünü bayılarak dinlediğim bir gruptur Cryptopsy. Nerelerdeydin Uğurhan abi, Mekong Delta konserinden sonra hiç haberleşemedik kaç yıl oldu, buraları bıraktın sanıyordum.

    Exorsexist

    @Koralp, Ahmet’in yazı için teklif ettiği parayı duysaydın sen de anlardın. Doğru söylüyorsun Koralp, görüşemedik, umarım yakın zamanda görüşürüz.

    Ahmet Saraçoğlu

    @Exorsexist, 12 taksite bölmeyi kabul ettiğin için teşekkürler. Başka türlü altından kalkamazdım.

  3. crowkiller says:

    None so vile ı aşırı çok seviyorum yalnız lord worm reyis gidince grup benim için bitti.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.