“Ulnar Sinir Sıkışması: Parestezi, uyuşma ve diğer belirtilerin neden olduğu bir medyan nöropati tuzağıdır. Temel problem ele giden medyan sinirin el bileğindeki karpal tünelden geçerken çevre kılıf tarafından sıkışmasıdır.”
Kafasında parlak fikirler olan, beğenilme kaygısı güdüp formülize müzik yapmayan, enstrümanına son derece hakim olmasına rağmen bunun öz güveniyle başıboş ve anlamsız şovlara kalkışmayan, bağlamın dışına çıkmamaya özen gösteren, yeni bir şeyler deneyen ve bunu yaparken deneyselliğin cılkını çıkarıp ortaya bir garabet tablosu çıkarmayan, ne yaptığını bilen bir müzisyene denk gelmek tarifsiz bir duygu benim için. Böyle bir müzisyene denk gelmişsem onu pek de kabarık olmayan listeme alır ve kariyerini takip etmeye başlarım. Birazdan bahsedeceğim albümde bu yetenek fazlası olan müzisyenlerden iki tane var: Jasun ve Troy adındaki ikiz kardeşler. Uzunca bir süre “progresif metalin Tachibana Twins’i” olarak değerlendirdiğim bu ikizler; Troy Tipton’ın önce yukarıda anlatılan rahatsızlığı, sonrasında diğer kolundan başka bir rahatsızlık geçirmesi ve zamanla bas gitar çalamayacak raddeye gelmesiyle bir “Jun Misugi” hikayesine döndü. Sağlık sorunları sebebiyle son 4 yıldır hayatını adadığı enstrümanını çalamıyor Troy.
Jasun Tipton konuk olduğu bir podcast’te Troy’un sakatlık sürecinin ZERO HOUR projesini sonlandırmasına sebep olduğundan, sonrasında kurdukları CYNTHESIS ve ABNORMAL THOUGHT PATTERNS adlı gruplarında Troy’un kendini kısıtlayarak çaldığından şu şekilde bahsediyor: “Parçaları yazmıştık fakat kayıt alamıyorduk. Ancak bazı günler Troy, ‘Bugün kendimi iyi hissediyorum’ dediğinde 15 dakikada ne kaydedebiliyorsak onu kaydediyorduk. Bir diğer kötü tarafı da Troy eskisi gibi çalamıyordu, gün geçtikçe yeteneklerini kaybediyordu. Tekniği erozyona uğruyordu, kendini kısıtlayarak çalmak zorundaydı.” Hastalığının adını verdiği 50 saniyelik Troy ve bas gitarından ibaret şarkıyı dinliyoruz. Kendini kısıtlamış bir Troy Tipton.
Troy’un hastalığına orta parmak gösterişini de dinlediğimize göre albüme ufaktan girizgah yapalım. Jasun Tipton’a göre The Towers of Avarice bugüne kadar yaptıkları en iyi iş. Diskografisinde ortalama veya ortalama altı olarak değerlendirebileceğim bir albüm bulunmayan Zero Hour’un bugüne kadar yaptıkları en iyi albüm bence de bu 2001 tarihli albüm. Peki nasıl bir albüm bu? Her ne kadar yetersiz kalsa da, eğer tek bir cümleyle bunu cevaplamam gerekseydi şunu derdim: “Kaya gibi sert, jilet gibi keskin.” Aksak ritimlerin bol olduğu; albümün atmosferine ve konseptine tamamen uygun şekilde dizayn edilmiş aksak, chunky, ‘kesik’ ve yer yer groovy riflerle örgülü; ne az ne de çok, ‘yeteri kadar’ tekrarlı, bas gitarın fazlasıyla dominant olduğu, çoğunlukla mid-tempo upper-mid-tempo arasında seyreden, zaman zaman high-tempoya yükselip alçalan ve bunların bütünden asla kopmadan organik şekilde yapıldığı; “şurası eğreti olmuş” ya da “şunu yapmaları gereksiz olmuş” diyebileceğim tek bir an barındırmayan; kompleks; tahmin edilebilirlikten uzak; üst düzey kompozitörlük ve icra ihtiva eden bir albüm The Towers of Avarice. Progresif metal gruplarında sıkça karşılaşılan “Baba bak nası çalıyorum ama şimdi” şeklinde bir tavrı hiçbir yerinde barındırmıyor albüm. Jasun Tipton istediğinde uçup kaçabilen, kalkıştığında her türlü şovun altından kalkabilen bir gitarist olmasına rağmen albümde sadece bir kere solo atıyor. Başıboş shred’e karnı tok Jasun’ın. Öyle ki, epey Pat Metheny etkilenimli solo caz albümü “Seduction”da dahi buna pek yer vermiyor Jasun. Sadece Jasun değil; grupta kimsenin fazla öne çıkmak, şov yapmak gibi bir amacı olmadığını rahatlıkla görebilirsiniz albümü dinlerken. Dahası bunu prodüksiyondan da anlayabilirsiniz. Her enstrümanın çok net duyulduğu, detayların kaybolmadığı, hiçbir şeyin anlamsız şekilde çok öne çıkmadığı şahane bir prodüksiyon var albümde.
Metamorphosis adlı albümden sonra gruptan ayrılan, daha sonra CYNTHESIS’te yeniden Tipton Biraderler’le biraraya gelen Erik Rosvold, kanaatimce kariyerinin en iyi performansını bu albümde sergiliyor. Erik’in ayrılışından sonra yerine gelen Fred Marshall ve Chris Salinas her ne kadar iyi iş çıkarsalar da Erik’in yaptığı etkiye yaklaşabildiklerini düşünmüyorum. Dahası Erik’in de bu albümde çıktığı seviyeye bir daha çıkabildiğini düşünmüyorum. Müzik dinlerken refleksif olarak enstrümanlara odaklanan ve vokal hususunda derinlemesine fikir beyan edecek seviyede bilgi sahibi olmadığımdan grubun sound’uyla Erik’in sesinin muazzam bir uyumu olduğunu düşünüyorum diyerek burayı geçip kısaca konseptten de bahsedeyim. Distopik bir hikaye var albümde. Biri yer altında, diğeri yer üstünde yaşayan iki farklı toplumu ele alıyor. Yer altındakiler sürekli çalışan köleler topluluğu; yer üstündekiler ise onları kontrol edenler. Düzeni yıkmayı, kuleleri yıkıp insanları özgür bırakabilmeyi hedefleyen bir kahramandan bahsediyor albüm. Çok orijinal bir hikaye olmadığını kabul etmek gerek.
Hak ettiği ölçüde değer göremeyen, underrated olduğunu düşündüğüm grupları kendimce iki gruba ayırıyorum. Birincisi: NEVERMORE gibi hak ettiği ölçüde değer görmemesine hiçbir zaman anlam veremediklerim. İkincisi: ZERO HOUR gibi hak ettiği ölçüde değer görememesine anlam verebildiklerim. ZERO HOUR’un underrated kalmasına anlam verebiliyorum çünkü yaptıkları müziğin dinleyiciden biraz fazla beklentisi var. Progresif metal dinleyicilerinin sadece belirli bir azınlığına hitap ediyorlar. Teknik yönüyle öne çıkan grupların dinleyiciden beklentileriyle, dinleyicilerin müzikten beklentisi uyuşmuyor. Burada affınıza sığınırak albüm kritiğinin biraz dışına çıkarak iğneyi biraz da dinleyicilere batırmak gerektiğini düşünüyorum. Progresif metal dinlediğini söyleyen kesimin dahi çoğunlukla dinledikleri müziğin tahlilini, yapı sökümünü yapmak, teknik yanını irdelemek gibi bir yaklaşımı olmuyor. Kimseye böyle bir yaklaşımı ödev bellemek haddime değil, lakin bu beni “Ben progcuyum yea;))” diye dolaşanların samimiyetsiz olduğunu, perspektiflerinin dar olduğunu, biraz da etiket sevdalısı olduklarını düşünmeye itiyor. Bu janrda müzik yapan grupların konserleri öncesi dinleyicilerle olan ayaküstü sohbetlerimde, günlük hayatta zaman zaman denk geldiğimde ve internet üzerinde çeşitli platformlarda tartıştığımda, bu kitlede sıkça karşılaştığım elitist tavrın çok büyük çoğunlukla kof olduğunu, esasen fazlasıyla konvansiyonel yaklaşıma sahip olduklarını, kendi algılarından ve beğenilerinden ziyade başkalarının yorumlarını önemsediklerini ve benimsediklerini, gelişkin olarak lanse etmeye çalıştıkları zevklerinin aslında -kendilerinin de bildiği gibi- sahte olduğunu, ahkam kestikleri ölçüde fikri olmadıklarını görmem de bu düşüncelerimi kuvvetlendirdi.
Esasen bu hususta doluyum lakin kritiğin seyrini değiştirmemek ve saldırgan olmamak adına kendimi bu noktada frenlemeyi uygun görüyorum. Konumuza dönersek: Evet, türe aşina olmayanlar için ZERO HOUR dinlemesi biraz zor bir grup. Türe aşina olanlar için de anlaması kolay bir grup değil. The Towers of Avarice kısa süreli bir albüm olduğu için kompleks olmasına rağmen sindirmesi uzun süren bir albüm değil çünkü sindirilmesine ihtiyaç olmayan bir filler track, bir tane de ballad barındırıyor. Bariz şekilde görülebilen WATCHTOWER, SPIRAL ARCHITECT etkilenimleri optimum düzeyde olduğunu düşünmekle beraber bu ilham aldıkları gruplara göre daha rahat dinlenilebilir olduğunu da söyleyebilirim. Eğer ki progresif müziğin teknik yanına ilgi duyan biriyseniz, bu albüme şans vermeniz halinde size karşılığını fazlasıyla vereceğinin teminatını verebilirim. Her ne kadar müzik gibi fazlasıyla göreceli bir hususta böyle bir teminat vermek biraz anlamsız gözükse de, işaret ettiğim materyal o kadar güçlü ki bana bunu söyletebilecek güveni sağlıyor.
Geçtiğimiz günlerde PARIUS adında bir grubun “The Eldritch Realm” adındaki nefis LP’sini dinlerken -her ne kadar müzikal açıdan çok farklı olsa da- aniden aklıma bu albüm geldi. Çünkü ne zaman bas gitarın dominant olduğu, tabiri caizse kütür kütür duyulduğu bir albüm dinlesem ilk aklıma gelen albümlerden biri bu oluyor. Çünkü Troy Tipton ilham verici bir müzisyen. Çünkü The Towers of Avarice yıllardır dinlemekten sıkılmadığım ve başyapıt olarak değerlendirdiğim bir albüm.
çok güzel bir gruptu.
Kritiğin ortalarında poserlara bilezik gibi geçirmiş.