Görkem Şahin
Brutal Assault’a eşimle beraber ikinci gidişimiz oldu. İlk gidişimiz geçen seneydi ve enteresandır, geçen yıl 22.’si düzenlenen festival, tarihinde ilk Sold Out’unu yapmıştı. Bu sene tüm biletleri tükenmemiş olsa da en son ilan edilene göre en az %87′si satılmıştı. Bu da epey kalabalık bir kitleyle karşılaşacağımızın habercisiydi. Aslında BA, diğer festivallere göre seyirci kapasitesi daha sınırlı bir festival tabii, ama yaklaşık 25.000 kişiye hizmet verebilen Josefov Askeri Kalesi, Obscene Extreme gibi başka festivallere de ev sahipliği yapan Çek Cumhuriyeti’ nin amiral gemisi konumunda. Genel olarak Brutal Assault’un diğer festivallere göre avantajlarını şöyle sıralamak mümkün:
1) Almanya, Belçika, Fransa gibi dünyanın en büyük festivallerine ev sahipliği yapan ülkelere göre Çek Cumhuriyeti ya da yeni adıyla Çekya’nın AB üyesi olmasına rağmen kendi para birimini kullanıyor olması ekonomik açıdan büyük bir avantaj sağlıyor, çünkü Çek Kronu TL’nin yaklaşık dörtte biri değerinde. Örnek vermek gerekirse depozitosuna 50 Kron verilen 50 cc’lik özel basım BA bardağında bir bira ortalama 10 TL, oysa mesela Wacken’da 33’lük bardağın depozitosu 1 Euro ve bira 3 Euro, yani 33 cc bira 20 TL civarında. Aynı şey yeme içme konusundaki tüm kalemlere yansıyor tabii. Bu da bizim gibi ülkelerden gidenler için çok büyük bir avantaj.
2) Festival alanı daha derli toplu, daha küçük, yalnız çadır alanları biraz daha derme çatma. Özellikle festival alanının en arka tarafındaki ormanlık alan en güzel çadır alanı. Çadırda kalacak olsam kesinlikle orayı tercih ederdim. Kamp alanı sınırlı olduğu için çadırlar festival alanına ulaşmadan 2-3 km öncesinden göze çarpmaya başlıyor. İnsanlar nerede uygun yer buldularsa oraya kondurmuşlar çadırlarını.
3) Festival yönetimi de bu durumun farkında olacak ki çadıra alternatif olarak Jaromer’e çok yakın olan Hradec Kralove adlı şehirde konaklama anlaşmaları yapma yoluna gitmiş. Şahsen biz geçen sene anlaşmalı hostellerinde kalmış ve kısmen rahat etmiştik, ama bu sene tam Hradec Kralove ana tren garının karşısında yer alan Hotel Cernigov’da kaldık ve inanılmaz rahat ettik. Otel müşterilerinin avantajları: Tüm festival boyunca fest alanına gidiş-dönüş shuttle ve kalenin coğrafi yapısında kaynaklı olarak sahneleri tepeden gören ve 2 ana sahnenin karşısında yer alan ‘Natural Stand’ adı verilen, normalde ayrıca parayla satılan seyir terası ücrete dâhil. Daha ne olsun?
4) Brutal Assault bildiğim kadarıyla bu kadrajda olup bu kadar eklektik yapıya sahip nadir festivallerden. Çok fazla hardcore ve hardcore etkileşimli gruba ve daha alternatif tarzlardaki gruplara da yer veriyorlar. Metalin yanında hardcore’a da ayrıca düşkünüm diyenler için çok büyük bir avantaj tabii bu da.
Bu kadar detaydan sonra gelelim gruplara. Açıkçası 4 gün boyunca günde ortalama 8-10 saat ayakta kalmak bizim gibi artık çok genç olmayan insanlar için ister istemez yorucu oluyor. Dolayısıyla şehrimize gelse önceki geceden kapısında bekleyeceğimiz birkaç grubu dahi kaçırdığımız oldu. Sonradan üzüldük tabii ama yine de çok mutlu döndük. Festivalin bir önceki sene line-up’ı bir tık daha iyiydi, onu da belirtmeden geçemeyeceğim.
1. Gün
Armored Saint:
Sahne saatleri açıklandığında açıkçası bizim için günün ilk grubu Armored Saint olur, taş gibi Amerikan metaliyle güne başlarız demiştik. Shuttle’a ona göre bindik. Armored Saint başlamadan 10 dk önce festival bilekliklerimizi alıp, bileklikler üzerindeki çiplere para yükleme işlemlerimizi yapmıştık. Armored Saint senelerin tecrübesi ile taş gibi çaldı. Sahne duruşları ve şovları gayet sade, kabul ama John Bush denen adam gerçekten niye Metallica ile adı anılacak kadar büyük bir vokal olduğunu gösterdi. March of the Saint başta olmak üzere klasiklerden birçok şarkı çaldılar.
Brujeria:
Açıkçası Brujeria’ya kadar izlemeye değer pek grup yoktu bizim açımızdan, bu arada festival alanını baya bir turladık ve önceki sene ile hemen hemen aynı şekilde yapılandırıldığını gördük. Brujeria sahneye bildiğimiz o kaçık uyuşturucu baronu imajıyla çıktı. Açık söylemek gerekirse gruba pek hakim sayılmam ama özellikle Shane Embury ile olan kankalıkları, zamanında gruba olan ilgimi epey artırmıştı. Sahnede hem eğlenip hem de eğlendiren hareketli bir grup bulduk. Fuck Donald Trump diye hep beraber bağırmamız ve ünlü şarkı Macarena’yı da bize “Heeeyyy Marihuana” diye yorumlatmaları zirve anları oldu.
The Black Dahlia Murder:
Özellikle, büyük bir müzik dinleyicisi olmasından dolayı vokalistleri Trevor’a duyduğum büyük saygı ve yine aynı Trevor’ın geçen senenin en iyi brutal death metal albümünün (haklı gururumuz) Cenotaph’ın son albümü olduğunu söylemesi ile tekrar radarıma giren bir grup TBDM. Açıkçası külliyatlarına hiç hakim değilim, ancak Brujeria’nın sona ermesi ile birlikte diğer sahneye ayak basan grubu, uzaktan ve açıkçası çok da konsantre olmadan dinleme imkânı bulduk. İyi bir performans sergiledikleri aşikâr olan grup, bizi dinleyin bak es geçmeyin dedi.
Cannibal Corpse:
Cannibal’ı önceden İstanbul’da izlemiştimi Özellikle Corpsegrinder’ ın hem azgın hem de coşkulu ve sempatik yapısını severim. Corpsegrinder yine her zamanki gibiydi ama aşırı derecede kilo almış. Bir de Cannibal yine harika çaldı tabii ama İstanbul’daki kadar moda girememişlerdi sanki. Hangi şarkıdaydı şu anda hatırlayamıyorum ama bir şarkıda Corpsegrinder Black Dahlia’dan Trevor’ı sahneye davet etti ve şarkıyı beraber söylediler. Trevor’ın parmak arası terlikle çıkması biraz eğreti durdu ama yine de eğlenceli bir performanstı.
Gojira:
Bu Gojira’ yı 3. izleyişimiz olacağı için festival detaylarında bahsettiğim Natural Stand’e gidip oturur vaziyette tepeden izledik elemanları. Işık şovları ve barkovizyondan sahne arkasına yansıtılan görüntüler başarılıydı. Ancak özellikle ilk 4-5 şarkıda Joe Duplantier’in sesi baya kötüydü. Genel olarak performansları iyiydi. Ağırlıklı olarak “From Mars To Sirius” ve sonrası dönemlerden çaldılar. Joe bir ara, bu sahnede bu saatte çalıyor olmak bizim için headliner’lık gibi bir şey dedi ve BA’ ya çok teşekkür etti.
Paradise Lost:
İngiliz doom devleri sahneye çıktığında saatler gece 12’yi gösteriyordu. İlk defa dinleyecek olduğumuz grup çıkar çıkmaz ses sisteminde sıkıntılar baş göstermeye başladı. Nick Holmes’un mikrofon defalarca gitti geldi, Gregor’ın gitar sesi bir duyuldu bir duyulmadı, Nick defalarca ses ekibine yanaşıp bir şeyler söyledi. Bir ara eğleniyor musunuz diye seyirciye sordu. Herkes “Eveeeettt” diye bağırınca, ses sisteminden ne kadar rahatsız olduğunu belli ederek, “Gerçekten mi, ciddi misiniz?” dedi. Seyirci tekrar “Eveeettt” deyince iyi hadi bakalım der gibi başını salladı. Enteresan bir şekilde tüm performansları boyunca ses sistemi randımanlı çalışmadı. Biz de ilk Paradise Lost deneyimimizde böyle bir şanssızlığa kurban gitmiş olduk.
Tormentor:
Macaristan’dan çıkıp 1989’ da yaptıkları “Anno Domini” demoları ile Norveç underground’unu dahi etkileyen Tormentor saat 01:10’da orijinal kadrosu ile sahnedeydi. Mayhem’den bildiğimiz üzere Attila ses rengi ve yorumu açısından enteresan bir vokalist. Şahsen sahne imajı tercihlerini hep saçma ve gülünç bulmuşumdur. Bu anlamda beni yine yanıltmadı. Müziğe bu kadar kendini adamış, “Dom Sathanas” gibi bir Black Metal şaheserine vokalleriyle hayat vermiş böylesine önemli bir figürün bu kadar karikatürize bir tarzı neden tercih ettiğini anlayamıyorum. Sahneye çıktıklarında büyük coşku yarattılar. Seyirci gecenin bu saatlerine kadar yorgunluğa direnip grubu yalnız bırakmadı ama biz maalesef aynı performansı sergileyemeyip 3-4 şarkı sonrasında konser alanından ayrılıp otelimize doğru yola koyulduk.
2. Gün
Exhorder:
İkinci güne yine Amerikan metaliyle başladık, ancak bu sefer thrash metalle. Exhorder müthiş groovy thrash metaliyle hepimizi zevkten dört köşe etmeyi başardı. Grubu en öne çok yakın bir noktadan izledik. Gitarist Vinnie LaBella muhteşem bir gitarist. Tecrübesiyle, duruşuyla, performansıyla beni kendisine hayran bıraktı. Kyle Thomas da thrash metal vokalisti olarak gerçekten iyi bir performans sergiledi. Exhorder dünya gözüyle iyi ki görmüşüm dedirterek bizi mutlu etti, sağ olsunlar.
Blood Incantation:
2016’da çıkan “Starspawn” albümleri ile epey sükse yapan Blood Incantation, çadır sahnesi olan Metalgate’te sahne aldı. Açıkçası bu sene Çekya’da hava çok sıcak seyrettiği için çadır sahnesi epey bunaltıcıydı. Blood Incantation vokalisti Paul, belki de müziğin atmosferini bozmayalım düşüncesiyle genel Amerikan tutumunun aksine seyirciyle pek diyaloğa girmeden sadece şarkı isimlerini anons etmekle yetindi. Bilindiği üzere grup eski usul taş gibi bir death metal icra ediyor. Canlı performansları da son derece başarılıydı.
Dying Fetus:
Dying Fetus 3 kişilik dev kadrosu ile sahnede belirdiğinde saatler 20.00’yi gösteriyordu. Efsane albümlere imza atan senelerin tecrübesi John Gallagher ve arkadaşları taş gibi çaldılar. İstanbul konserlerinde biraz burnu büyük ve mesafeli olmakla eleştirilen John bu sefer seyirciyle epey diyaloğa girdi, bol bol teşekkür etti, gaza getirdi. Setlist’lerinde bütün diskografilerinden parçalara yer verdikleri, bol crowd surf’lü bir performansa imza attılar.
Myrkur:
Natural Stand’den göz ucuyla izledik. Böyle bir grup niye var ki?
Moonspell:
Türkiye’ de izleme şansı bulamadığım Moonspell bu festivalde izlemeyi iple çektiğim gruplardandı elbette. Kaç kere dinlediğimi unuttuğum “Wolfheart” albümlerinin feci hastası olduğum grup bütün dönemlerine yer verdikleri dengeli bir setlist le sahne aldı. Tabii ki Opium, Alma Mater gibi şarkılara o anda sahne önünü hınca hınç dolduran fest kitlesi hep bir ağızdan eşlik etti. Wolfshade çalmaları sevindirdi ama gönül şöyle canlı canlı bir Love Crimes dinlemeyi isterdi. Fernando’nun o hep bahsedilen seyirciyle sıcak iletişimi yine yerli yerindeydi. Sahneden inerken insanların yüzlerindeki memnuniyet ifadesi okunuyordu.
Converge:
Converge’ü aslında çok severim ama Marduk’u daha çok severim. Bir ana sahnede performans varken diğerinde olmadığı için Converge sahnedeyken Marduk’u en önden izlemek amacıyla yan ana sahnenin önünde yer tutmakla meşguldük. Dolayısıyla Converge’ü uzaktan ve iki ana sahne arasındaki büyük ekrandan izledik. Çok sıkı çaldılar. Jacob Bannon her zamanki gibi sahnede çılgın atıyordu. Kurt Ballou da epey hareketli bir performans sergiledi. BA kitlesi de Converge’e çok büyük ilgi gösterdi. Pek çok albümlerinden şarkı anons edip çaldılar. Benim için önemli anlardan biri bayıldığım parçaları Aimless Arrow’un çalınması oldu.
Marduk:
“Panzer Division Marduk” ile girdiler. Sahnede canavar gibiydiler. Normalde gruplar sahne saatlerine riayet ettiler ama Marduk hem ana sahnenin son grubu olmanın verdiği avantajdan yararlanarak hem de mükemmelliyetçi olduklarını tahmin ettiğim için 10-15 dakika kadar geç çıktı sahneye. Sound’ları dehşetti. Mortuus sahnedeki duruşuyla, karizmasıyla izleyiciyi inanılmaz gaza getiren harika bir frontman. Vokali dehşet. Morgan ve Devo da taş gibi çaldılar. Morgan’ın tek başına bu kaosun ana müsebbibi olması bir yana, ufak tefek bir adam olan Fredrik Widigs’in davul setinin arkasında adeta Balrog’a dönüşmesinden bahsetmiyorum bile. Kapanışı Wolves’la yaptılar. Grup sahneyi gerçek bir panzer bölüğü gibi yıktı geçti. Ben bu adamların büyük hayranıyım. İnanılmazdılar. Benim için en güzeli Wolves’dan sonra aşağı inerek en öndeki izleyicilerle tokalaşan yapan Mortuus’la selamlaşan son kişi olmak oldu.
3. Gün
Pestilence:
Aslında Hate’i izlemeyi çok isterdim ama önceki günden inanılmaz yorulduğumuz ve neredeyse sabaha karşı yattığımız için mümkün olmadı. Biz de güne epey geç, saat 17:55’deki Pestilence’la başladık. Enteresandır, Pestilence’ın en sevdiğim albümü, grubun Avrupa’nın en önemli death metal gruplarından birisi olarak anılmasını sağlayan albümleri değil, “Spheres” albümüdür. Normalde çok deneysel şeylere kolay adapte olamayan birisi olsam da bu albüm benim için grubun zirve noktasıdır. Ancak tabii grup doğal olarak klasik dönemlere epey ağırlık verdi. Senelerin tecrübesiyle doğal olarak çok iyi çaldılar. Mameli’nin yeni saç şekli de epey değişik olmuş. Madmax’ten fırlamış bir hâli vardı.
Misey Index:
Eski Dying Fetus elemanları olarak ortaya çıkan ancak sonradan rüştünü ispalayarak death metalin 2010 sonrası en önemli gruplarından birisi hâline geldiklerini düşündüğüm Misery Index’in Dying Fetus gibi gayet sade bir sahnesi var. Sahneye çıktıkları andan itibaren kafamda hep aynı şarkı çınlıyordu. Tabii ki öylesi güzel bir şarkı olması gereken yerde, en sonda olmalıydı. Traitors’ la harika bir kapanış yaparak veda ettiler.
At The Gates:
Göteborg sound’unun yılmaz kalesi, senelerin değişmez kalitesi, babaların babası ATG sahneye To Drink From The Night Itself’le çıktı. Gruba dair sevdiğimiz ne varsa tamamen sahnelerine yansıttılar. Jonas bence cool tarzıyla ve İsveç piyasasının kallavi gruplarından süzülüp gelen tecrübesiyle Anders’i aratmadı. Cold, Blind, Slaughter of the Soul, Nausea gibi klasiklerin yanında “At War with Reality” albümüne de son albümle beraber epey yer verdiler. Gönül isterdi ki World of Lies, All Life Ends ve Kingdom Gone da çalınsın, ancak grup yer verdiği setlist’iyle de kulaklarımıza bayram ettirmeyi başardı.
Behemoth:
Vader’ın başarısını kat be kat sollayarak Polonya’nın gelmiş geçmiş en önemli grubu hâline gelen Behemoth, sahnedeki yerini aldığında gece yarısına 1 saat kalmıştı. Grubu önceden izlemiş olduğumdan ve eşimle beraber Norveç Black Metali’nin yaşayan efsanelerinden Nattefrost ve Carpathian Forest’ı en önde izlemek istediğimiz için Behemoth’u yan ana sahnenin önünden izledik ve açıkçası dev ekranın da yardımıyla pek bir şey kaçırmadan grubun tadını çıkardık. Inferno’nun beyaz ve kallavi davul seti sahnede çok etkileyici bir görüntüydü. Eleman her zamanki gibi yani cyborg gibi çaldı. İnanılmaz hızlı ve varyasyonlu bir davulcu. Nergal zaten küçük dev adam. Vokaliyle, etkileyiciliğiyle, “The Satanist” albümüyle yaptıkları patlamanın vermiş olduğu müthiş öz güvenle harikaydı. Sahneleri çok ama çok etkileyiciydi her zamanki gibi. Artık klasik olduğu üzere kapanışı konfeti yağmuru eşliğinde O Father O Satan O Sun ile yaptılar. Grubunu, bu kadar tavizsiz bir imajla bu kadar büyütmeyi başardığı için Nergal’e ne kadar övgü düzsek az.
Carpathian Forest:
Nattefrost’un sahneye klasik sado mazo kıyafetleri, elinde şu ünlü siyah beyaz haçı ve klasik yüz makyajıyla çıkacağını düşünüyordum. Bunun yerine elinde tüttürdüğü joint’iyle ve üzerinde pantolon ve tişörtüyle çıktı. O klasik Norveç black metali frontman’i görünümünden eser yoktu. Tchort ve Vrangsinn’le yollarını çoktan ayıran Carpathian Forest’ın tamamıyla Nattefrost ve saz arkadaşları görünümüne büründüğünü bildiğimiz için, grubun seyirci üzerinde bırakacağı etkinin büyük oranda Nattefrost’un sergileyeceği performansına göre şekilleneceği zaten belliydi. Nattefrost sahnede kötü imaja rağmen serseri ve eğlenceli bir performans sergilese de sesi epey kötüydü. Ya kafası iyiydi, ya da uzun zamandır cepten yediği kariyerinin kötü bir replikasına dönüşmüş durumda. Turbonegro cover’ı olan All My Friends Are Dead’i bile kötü söyledi.
Dead Congregation:
Son yılların en oturaklı en karanlık atmosferli gruplarından birisi kesinlikle Dead Congregation. Arka planda çalıp tüketilemeyecek, çok kompleks olmasa da hissiyatına erebilmek için kulak kesilerek dinlenilmek durumda olan bir tarz icra ediyorlar. Açıkçası biz yine epey yorgun düştüğümüz için daha arkalardan ama ayakta izledik performanslarını. Müzikleri, gecenin karanlığıyla birleşti. Hafiften titretmeye başlayan havayla beraber bizlere gecenin son dayağını atarak mışıl mışıl uyumak üzere yataklarımıza yolcu ettiler.
4. Gün
Hirax:
Çadır sahnesinde çıktılar, harika çaldılar. Katon W. De Pena hem eğlendirdi hem de performansıyla sevindirdi. Katon, “merak etmeyin elemanlar gelir gider, ben oldukça bu kalite her zaman burada olacak, her zaman bekleriz” der gibiydi. Seyirciyle iletişimi çok iyiydi, çok sempatik, kalbinin thrash için attığı belli olan, harika bir vokalist.
Nocturnus AD:
Nocturnus, “The Key” ve “Thresholds” albümleri ile döneminin çok ilerisinde işler yapmış gerçek bir yer altı efsanesi. Özellikle “Thresholds” albümlerini zamanında hatim ettiğim Nocturnus’un kalan elemanları şu anda bu isimle devam ediyorlar. Aslında, insanın, çok dinlediği müzikleri unutması pek mümkün değil ama o kadar uzun zamandır dinlememişim ki şarkıları hatırlamakta dahi zorlandım açıkçası. İyi çaldılar ama o albümlerdeki eşsiz havayı sahneye yansıtmayı pek başaramadıklarını düşünüyorum.
Belphegor:
Sahneye kan revan içinde çıkan elemanlar iyi bir sound’la taş gibi çaldılar. Açıkçası Belphegor dinleyebildiğim ama çok da hastası olmadığım bir grup. BA’ da –sanırım özellikle sert şov beklentisi nedeniyle– epey ilgi gördüler.
Sepultura:
Sepultura’ yı hiç canlı izleme fırsatım olmamıştı ama şu anda sahnede gördüğümüz zaten daha çok Sepultura’ dan arta kalandı. Grup da zaten bu hissi kanıtlarcasına gayet sıkıcı bir performans sergiledi. Derrick Green’ in performansı hiç iyi değildi. Çok uzun süredir çıkardıkları albümlerden hiçbir zevk alamadığım grubu, kariyerlerine olan saygılarımızdan, Natural Stand’den izledik. Yine de Refuse/Resist vb. klasikleri canlı izlemiş olmak önemliydi.
Wardruna:
Gecenin bu zifir saatlerinde güzel bir ambiyans yaratıp Vikingler dizi setini BA sahnesine taşıdılar. Kvitrafn zaten grubun beyni ama yanı sıra vokal yapan bayanın sesi de gerçekten çok güzeldi, son konserimizi beklerken Wardruna ile meditasyon yaptık.
Aura Noir:
Son albümlerini –fazla temiz kaydı dışında– eskiler kadar olmasa da sevdiğim Aura Noir bu sene en çok izlemeyi istediğim 3-5 gruptan birisiydi. Black thrash mucitleri –her ne kadar geçirdiği kaza (?) sonrası Aggressor tabureye oturarak çalmak zorunda olsa da– üç kişiyle nasıl maksimum düzeyde ses yapılır konulu harika performanslarıyla bizi kendilerine hayran bıraktılar.
Blasphemer da Apollyon da Aggressor da çok iyiydiler. Sahnedeki üç adam, aralarında nasıl güçlü bir kimya olduğunu, birbirlerini nasıl güzel tamamladıklarını, kulaklarımızı döve döve bize gösterdiler. En sevdiğim şarkıları Conqueror’dır ama çok beklememe rağmen çalmadılar. Klasiklerin çoğunu çalıp bizi gecenin sonunda ağızlarımızda kulaklarımıza varan koca gülümsemelerle uykuya yolcu ettiler.
Bir festival de böyle geldi geçti. İzmir Alsancak’tan bir grup insanla orada tanıştık. Tanışmış olmaktan memnun olduğumuz çok cana yakın insanlardı. Son gün bize eşlik ettikleri için teşekkür ederim. Festival genel olarak çok keyifli geçti.
İzlemeyi isteyip gücümüzün yetmediği gruplar: Whoredom Rife, Pillorian, Bölzer, Misþyrming, Unleashed, Protector ve Wiegedood. Brutal Assault’u yazının başında saydığım nedenlerden dolayı çok seviyorum. İmkânı olan arkadaşlara diğer daha büyük festivallerden önce BA’ya gitmelerini şiddetle tavsiye ederim. Biz 2 senedir hiç pişman olmadık.
Bütün yazıyı Akercocke için okudum ancak hakkında bir kelime bile yoktu :)
Eline sağlık Görkem Abi. Tormentor’u sahnede izlemek harika olsa gerek. Uçak korkum olmasa katımak isterdim sana.
Cek Cumhuriyetinde duzenlenen festivale bak.
Bu festival 2015 yilinda yapilan Headbangers Weekends’i bile gecer.
Iyiki 2015′de Headbangers Weekends’e gitmisim bir daha oyle festival yapilmaz.