Oğuz Sel
10. Gün: Hareket hâlindeyiz. Siren sesleri dua seslerine karışıyor. Trafiğin gürültüsü ise sokaktaki Milli Piyango bileti satıcısının Kazı Kazan’ları satmaya çalışırken “Boş yok boş yok!” şeklinde haykırmasıyla harmanlanıyor.
Beklediğim sonun bu kadar kolay geleceğini düşünmemiştim. Gerçi, sonun gelip gelmediğinden henüz emin değilim. Hâlâ bir bilince sahibim, fiziksel olarak kımıldayamasam da çevremde olup bitenleri duyabiliyor, içinde bulunduğum bu daracık mekânı inceleyebiliyorum. Hatta… Bir saniye, şurada bir etiket var:
Yükseklik: 140 cm
En: 80 cm
Boy: 240 cm
Dış Yüzey Kaplaması: 304 kalite paslanmaz krom nikel
İç Yüzey Kaplaması: Paslanmaz krom nikel sac
Etiketteki veriler böyle devam ediyor.
Şey, sanırım morgdayım. Okuduğum bu özelliklerden anladığım kadarıyla da bir morg ünitesi içindeyim. Üşüme ve korku gibi bir şey hissetmiyorum. Sanki yüzyıllardır buradayım, sanki okuyup okumadığınızı bilmediğim, açıkçası şu saatten sonra çok da önemli olmayan o 9 günü ve o 9 günü berbat geçirmeme neden olanları yaşamamış gibiyim.
Şu an dert edindiğim tek konu, ehliyetimdeki organ bağışı kısımlarının hiçbirini işaretlememiş olmam. Gözlerim mükemmel değildi, korneayı almasalar da olurdu dolayısıyla. Birkaç sene önce kalbimi kontrol ettirmiştim, fazla kiloma rağmen kalp ve kalp kapağında hiçbir sorun yoktu. Eh, Yeşilay’ın 50 numaralı kurucusunun kim olduğunu öğrendikten sonra, Yeşilay’ı desteklemeyi bırakmış olsam da içki ve sigarayla işim yoktu. Yani… Yanisi muhtemelen ciğerlerim sağlamdı. Sağlıklı yaşam muhabbetlerine kafayı taktığım için lıkır lıkır su içerdim, böbrekler de tamam. Kilolu olmamdan mütevellit pankreasın durumunu bilmiyorum. Kısacası bir yığın iç organı, ihtiyaç sahiplerine bağışlayamamış olmak, beni yattığım yerde huzursuz ediyordu; arkamdan birilerinin “Huzur içinde yatsın,” demelerini işitmeme rağmen. Nasıl mı duyuyorum? Sonra anlatırım.
İçeriden sakin olunmasına dair yatıştırıcı cümleler ve ağlama sesleri geliyor. Ölen birilerinin akrabaları ve onlara eşlik eden görevliler olmalılar. Şüphesiz çok ilginç bir deneyim bu; en azından bu cenahtan bakınca. Bundan 7 sene önce, ben de bir morgdaydım ama canlı olarak. Müptelası olduğum korku filmlerindeki morglu, ölülü sahnelerdeki gibi hissetmemiştim ama. Daha önce başınıza geldi mi bilmiyorum fakat vefat eden bir akrabanızı gömmediğiniz sürece üzerinizde bir ağırlık olurmuş. Hüzün, üzüntü, keder gibi bir şey değil bu ağırlık; tarif edemediğim bir iç sıkıntısı. Terk-i diyar eyleyen yakınınızın bedeni toprağa verilmediği her saniye, ağzı daha da daralan bir mengeneye yerleştirilen kalbinizin yaşatacağı bir ağırlık adeta.
Ağlama sesleri kesildi. Belli belirsiz bir cızırtı duyuyorum. İçeride yalnızca tek bir canlı olduğunu hissediyorum. Ne diyor ya bu adam?!
“Soslu kopmuş ayak rostosu”
“Haşlanmış embriyo ile servis edilen kızarmış anal kist”
“Kusana kadar ye”
Zaten böylesine bir kaderin, beni ölünce de rahat bırakmayacağını tahmin etmeliydim. Yaşarken çektiklerim yetmezmiş gibi bir de koskoca ülkede manyak bir morg görevlisinin eline düştüm anlaşılan. Hep haberlerde okurdum, izlerdim ölmüş insanlara tecavüz edenleri ancak bu adam düpedüz ruh hastası olmalı.
Tangır tungur sesler duyuyorum, içinde bulunduğum morg ünitesinin iki katlı olduğu belli. Üstteki cesedi teşhis etmek üzere birileri geldi yine. Ve yine haykırışlar, ağlamalar…
Aynı ruh hastası adam şimdi de kremasyonla ilgili bir şeyler anlatmaya başladı. Dinlemek, duymak istemediğim cümleler söylüyor. Bir süre önce Türkiye’de kremasyon hizmeti veren bir yerler var mı diyerek araştırma yapmıştım ve Sivaslı girişimcilerin ülkedeki ilk krematoryum için üretim yapmaya başladıklarını okumuştum. Ama ne alâkası var morg görevlisinin krematoryumla?
Zaman geçmek bilmiyor, bu bilinç hâlinin ne kadar süreceği konusunda da bir fikrim yok. Şimdi ufak ufak, yattığım yerde nasıl bilinçli olabildiğimi kısaca izah etmeye çalışayım. Balkonun köşesinde panjurlu bir alan vardı, evdeki ıvır zıvırları koymak amacıyla kullanıyordum orayı. Zaman içerisinde panjurun mekanizması arızalandı, önemsemediğim için uzun süre açık kalan o küçücük alana kuşlar yuva yapıp yavrulamışlar. Depoladığım eşyalardan birine ihtiyacım olunca mecburen bozuk mekanizmayı yaptırdım; ne göreyim: Karşımda minnacık iki kuş ve anneleri. Hayvancıkları ürkütmeden eşyaları boşaltıp, onların daha rahat edecekleri bir mekâna dönüştürdüm depoyu. Yazın sıcağında susuz kalmasınlar diye su, anneleri belki dışarıdan zar zor yemek bulur diye yiyebilecekleri bir şeyler de koydum yanlarına. Yavrulardan biri öldü, diğeri yaşadı. Annesi onu beslemek için ara ara geliyordu ama yavrunun karnının aç olduğunu tahmin ediyordum. Yiyebileceği karışımlar hazırlayıp önüne bıraktım, kısa süre sonra yemeye başladı ufaklık. Yavru, gün geçtikçe büyüdü, kanatları gelişti ve o meşhur tabirdeki gibi “yuvadan uçtu”. İşte bu satırların size ulaşmasını sağlayan gelişme, bu vesileyle ortaya çıktı.
Yavruların bende yarattığı farkındalıkla hayvancıklar aç kalmasınlar diye düzenli olarak yem vermeye başladım onlara. Güvercinler, kumrular, serçeler ve. Ve kuzgunlar. Ağaçların katledilmesiyle artık şehirleri doldurmaya başlayan kuş popülasyonuna kuzgunlar da katılmıştı bir süre önce. Dilimizde, karga ve kuzgunlarla ilgili pek de hoş olmayan sözlerin bulunmasını takmıyordum, hayatlarını idame ettirmek durumunda olan canlılardı neticede. Diğer minik dostlara olduğu gibi onlara da yiyecek vermeye başladım. Artık başka kuşların yumurtalarını kaçırmak ya da kendilerinden küçük kuşlara saldırmak zorunda kalmıyorlardı.
Edgar Allan Poe’nun Howard Philips Lovecraft ile yazışmalarının olduğunu öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım. Bilgisayar oyunlarıyla ilgili olduğum için her ikisinin de müthiş ilham kaynağı olduğunu biliyordum oyunlara. Lovecraft’ı biraz okumuştum ama Poe hakkında bir fikrim olmamıştı, “The Raven” şiirini dehşet içinde okuyana kadar. Etkileyici olmasına etkileyiciydi ancak bu şiir bana başka bilgilerin kapılarını aralamıştı. Kuzgunların kültürel tasvirlerine dair sayfalarca yazı vardı internette fakat benim ilgimi asıl çeken, kuzgunların ölülerle canlılar arasında bir arabuluculuk yapıyor olmalarıydı. İlk okuduğumda bana anlamsız gelen bu durumun gerçekliğini idrak etmek içinse canlılık denen olgudan uzaklaşmam yeterli oldu. Yaşamıyor olmama rağmen çevremdekileri görüp, işitip, hissedebiliyorum; aynı zamanda düşüncelerimi ve ifadelerimi, önceden kullandığım dijital ekipmanlara aktarabiliyorum. Bu, karınlarını doyurmayı başardığım kuzgunların bana ufak bir hediyesiymiş, öyle söylüyorlar.
Morg çalışanının metalci olduğunu ve aslında ruh hastası bir sapık değil de Haemorrhage’in “We Are the Gore” albümünden parçaların sözlerini Türkçeye çevirmeye çalıştığını öğrendim. Bu, benim rahat bir nefes almamı sağladı, yani lafın gelişi. Camel’ın diskografisinin internetten çektiğim zamanı anımsıyorum. Yeni indirdiğim 320 Kbps’lik diskografide “Rain Dances” albümüne gelmiştim. Parçalar su gibi akarken sıra “Elke” şarkısına gelmişti ve eserin yarısından itibaren ucube bir şarkı başlamıştı. Haemorrhage’in 2011 çıkışlı albümünden “Fomite Fetish”in nakarat kısmıydı. Hem grubu hem de şarkıyı çok sevmeme karşın çok kızmıştım, berbat bir şakaydı bu. Neyse, aklıma geldi ve anlatayım dedim. Az ama öz albüm yapan bir ekip Haemorrhage. Her albümün her şarkısı hit olmasa da illaki dilinize dolanan işleri oluyordu. Milli Piyango bileti satıcısının Kazı Kazan için söylediği gibi, “Boş yok”tu diskografilerinde. Dünyadayken dinlediğim ve kaleme alamadığım “We Are the Gore” da esaslıydı. Prodüksiyonuyla, şarkı kurgusuyla, bayağı kaliteli bir işti.
Şimdi çoğuna korkutucu gelen morgda yatarken, benimle aşağı yukarı aynı müzik zevkine sahip “canlı” birinin daha olması, huzur verici. Kendisiyle iletişime geçebilir miyim bilmiyorum ama bir denemekte sakınca yok sanırım. Üç, iki, bir…
Oğuz gerçekten eline sağlık. Bir önceki Harakiri yazısıyla bunu bağlaman harika oldu. Üstelik de iki albümün tamamen tesadüf olarak bu tür bir seri oluşturabilecek tarzlarda (kederli bunalımlı post black, ardından goregrind) şekilde denk gelmesi de süper oldu. Harbiden eline sağlık.
Eline sağlık, ben de gerçekten beğendim.
album basından sonuna cok guzel, hani arası yok. her sarkı basladıgında aha simdi de bu diyorum. yine de medical maniacs ve we are the gore da net cıldırıyorum. dolu dolmusun koltuksuz orta kalabalıgına girip pogo yapmak istiyorum.
.