Ahmet Saraçoğlu
DREAM THEATER’ın metal içerisindeki öneminden, benim grupla olan ilişkimden falan bahsetmeden direkt olarak konseri yazmak istediğim bir yazı olacak. Tabii doğrudan sahneye çıkışlarından başlamayacağım; konserin öncesini ve sonrasını da biraz anlatıp, dışarıdan görünmeyen kısımlarından da bahsedeceğim. En baştan söylemeliyim ki, gerçekten de harika bir konserdi; Eren Başbuğ’un konserin bitişiyle birlikte ifade ettiği üzere, “Köpek gibi çaldılar”.
Şimdi konserin birkaç gün öncesine, konserin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair tedirginliklerin olduğu 8 Ekim gecesine gidelim.
ABD’nin Türkiye’den yapılan vize başvurularını süresiz durdurmasının akabinde, o sırada Mumbai’de bulunan DREAM THEATER elemanlarının İstanbul’a gelişiyle ilgili bir sıkıntı yoktu. Grup elemanlarının bu taraflara gelme konusunda genel olarak sıkıntılı ve tedirgin olduklarını elbet biliyorduk, ancak bir anda ortaya çıkan bu diplomatik sorun grubun ülkemize gelişini etkilemeyecekti. Ta ki Türkiye’nin de karşılık olarak ABD vatandaşlarının Türkiye’ye girişi konusundaki yaptırım açıklamasına kadar…
Buna göre, ABD vatandaşlarının Türkiye’ye e-vize başvurusu yapması ve sınırda vize uygulaması da süresiz şekilde durdurulmuştu. Peki DREAM THEATER üyeleri ve ekibin geri kalanı Türkiye’ye giriş için e-vizelerini önceden almışlar mıydı? Ya almadılarsa ve buraya geldiklerinde ülkeye giremezlerse? Neredeyse tüm biletleri satılan bu konserin bir anda, durup dururken böyle tehlikeye girmiş olması akıl alır şey değildi. 8 Ekim gecesi, hatta gece yarısı, organizasyonla yaptığım stres dolu telefon görüşmeleri, organizasyonun çeşitli kanallardan durumu öğrenme çabaları, Whatsapp mesajlaşmaları, meşgule düşen telefonlar, şunlar bunlar derken, 9 Ekim sabahı grup Hindistan’dan yola çıktı. Üstelik Türkiye vizelerini henüz almadıkları haberi eşliğinde.
Gergin bekleyişin bitmesi için o gün saat 22.00’ye kadar gelecek ABD vatandaşlarının ülkeye sorunsuz gireceği haberi bile yeterli olmadı. Gerçekten de sıkıntılı saatlerin ardından, grup yasak saati olan 22.00’den 3 saat önce, 19.00 civarı İstanbul’a indi ve neyse ki sınır vizelerini aldı. Herkes rahat bir nefes almıştı. Vera Müzik’ten Ece Yörük ve Onur Şişman bu konser için gerçekten büyük emek sarf etmişti ve konserin 1 gün kala iptali herkes için gerçek bir yıkım olacaktı. Bu nedenle de herkes derin bir oh çekti.
Konser günü, 1,5 yıldan uzun süredir Pasifagresif’e büyük emek veren değerli arkadaşım Oğuz Sel ile birlikte Volkswagen Arena’nın yolunu tuttuk. Kapıların açılmasına 2 saat vardı ve dışarıda hatırı sayılır miktarda insan birikmişti. 18.30 gibi girdiğimiz mêkanda, sahne önünün en ortasına, davulu karşımıza alacak şekilde konuşlandık ve 2 saatlik bekleyişimize başladık. Bu sırada birtakım tanıdıklarla selamlaşmayı, çeşitli Pasifagresif takipçileriyle tanışıp muhabbet etmeyi ihmal etmedik.
Saatler 20.30 olduğunda, dışarıda sırada bekleyen Nazım Kemal Üre’den daha dışarıda bir dolu insan olduğu haberini alınca konserin 20-30 dakika geç başlayacağını düşünmüştüm. Lakin hiç de öyle olmadı ve grup tam saatinde, 20.30’da sahneye çıktı ve bu turnenin setlist’ini aynen çalacağını belli edercesine The Dark Eternal Night ile konsere başladı.
Setlist’i aşağıda vereceğim için her bir şarkıdan tek tek bahsetmeyeceğim elbet. İlk sette 2000 sonrası albümlerden 6 adet şarkının yanı sıra, eskilerden bir adet Hell’s Kitchen ve bir de Jaco Pastorius cover’ı olan Portrait of Tracy çalındı. 1 saat süren bu setlist’te grup gayet iyi bir performans sergiledi. Burada bahsedilmesi gereken konu, elbette ki James LaBrie’nin performansıydı. Grubun LaBrie’nin daha rahat söylemesi, hatta daha ağır ifadeyle “söyleyebilmesi” için bir ton düşük olarak çaldığı şarkılar, ister istemez olduklarından daha sert hâle geldiler. Başta bir an için “höt?” dedirten bu durum, zamanla alışıldık bir hâl aldı ve kulağa batmadı. LaBrie bence genel olarak yeterli bir performans sundu. Elbette eskiyle kıyaslanamaz, ancak genel olarak sırıtmadı ve tat kaçırmadı.
Bu setin ardından grup 15-20 dakika bir ara verdi ve salonu dolduran Happy New Year 1992 radyo kaydı eşliğinde Pull Me Under’ın klasikleşmiş notaları duyuldu. Bundan sonraki 1 saati aşan süre, gerçekten de progresif metal tarihi adına tanıklık edilmesi gereken anlardı. “Images and Words” ile progresif metal tarihinin en önemli albümünü yaratan DREAM THEATER’da, gitarist John Petrucci başta olmak üzere, tüm grup şarkıları inanılmaz bir kusursuzlukla çalıyor, sanki albüm kaydedercesine tertemiz, bir an bile aksamayan performanslar sunuyorlardı. LaBrie’nin bu set boyunca ilk sete oranla daha fazla zorlandığını gördük. Bunun sebebi tabii ki de “Images & Words” döneminde kendisinin çok daha güçlü vokal yapabiliyor ve pek çok dik, yüksek ve zorlu notalara bulaşıyor olmasıydı. Pek çok çığlığı, haykırışı bir oktav aşağıdan söyleyerek, çeşitli yorumlarla yuvarlayarak bu zor şarkıların altından da kendini şaşırmadan çıkmayı başardı. Başardı diyorum, ama gönül isterdi ki şarkılara kimlik katan o efsane vokal yorumlarını bugün de yapabilseydi. Başarısı sadece o bölümleri oldukları gibi söyleyip madara olmamasından kaynaklanıyor; yoksa pek çok bölümde, en düz ifadeyle kolaya kaçtı.
Learning to Live’in ardından gelen aranın sonrasından da 25 dakikalık süresiyle A Change of Seasons başladı. Yine mükemmel, yine efsane bir performanstı. Seyirci katılımı 2,5 saattir olduğu gibi bu şarkıda da üst düzeydi. James LaBrie konserin bir yerinde İstanbul seyircisinin bu turnenin en iyi seyircisi olduğunu ve bunda samimi olduğunu ifade etti. Elbette ki herkes “her yerde aynı şeyi söylüyorsun” diye düşünse de, konserin ardından duyduklarım LaBrie’nin bu düşüncesini destekler nitelikteydi. O kısma da az sonra geleceğim.
Böylelikle 3 saat 10 dakika süren DREAM THEATER gecesi sona erdi. Ciddi anlamda etkileyici, üst düzey müzisyenlik ve profesyonellikle dolu bir geceydi. Grup her ne kadar -bence- 2000 sonrasında 2000 öncesini aratsa da, DREAM THEATER metal dünyasının en büyük geyiklerinden bir kısmına konu olsa da, adamlara saygı duymamak cidden elde değil. Kendi enstrümanlarında böylesine ustalaşmış olmaları, bu denli karmaşık bir müziği bu kadar devasa kitlelerin seveceği şekilde evriltebilmeleri ve bir türün tartışmasız en büyük grubu olmaları, gerçekten de büyük saygıyı hak ediyor.
Pek çokları için burada biten gece, kimileri için henüz bitmemişti. Zira ACHROMA RISING’den grup arkadaşım pek sevgili Eren Başbuğ sağ olsun, ben de dâhil bir kısım insan için aftershow kartları ayarlanmıştı. Konserin ardından bir müddet bekledikten, insanlarla sohbet ettikten sonra, bu kartlar eşliğinde yukarı çıktık ve bize ayrılan odada beklemeye başladık. Birkaç dakika sonra Jordan Rudess yanımıza geldi ve 10 dakika kadar sohbet ettik, fotoğraf çekildik, imzalar aldık. Doğal olarak epey yorgun olan Rudess, İstanbul seyircisinin gerçekten de turnenin en iyi, en coşkulu seyircisi olduğunu tekrarladı. Biz de bunun üzerine kendisini kulise, kalem almaya gönderdik ve elimizdekileri Rudess’in getirdiği bu kalemle imzalattık. Sağ olsun, gerçekten de pamuk gibi bir insan kendisi.
Gecenin sonunda yine bir miktar muhabbet ettikten sonra evlerimize dağıldık. Organizasyon ciddi anlamda süper bir işe imza attı. Seyirci harikaydı; her şarkıya eşlik ettiler, progresif müziğe alışık kulaklar olarak şarkılardaki alkışla tempo tutma bölümlerinde ritim kaçırmadılar, yeri gelince aksak ritimler üstüne bile ritme uyan alkışlarla destek verdiler. Konser bittiğinde herkesin yüzü gülüyordu ve herkes progresif metal tarihinin belki de en önemli albümünü baştan sonra canlı izlemiş olmaktan dolayı mutluydu.
Oğuz Sel
Bir süre önce yazdığım Kuaför Cengiz kritiğinin başlarında, İstanbul’u henüz görmediğimden dem vurmuştum ki, Dream Theater’ın 1990’lar ağırlıklı özel setlist’li konserini izlemek üzere, şeytanın bacağını kırarak İstanbul’a hayatımda ilk defa adım attım. Günün birinde İstanbul’a geleceğimi biliyordum ama yazının üstünden bu kadar kısa süre geçmesinin ardından bunu yaşayacağımı hiç hesaba katmamıştım.
Hızlıca konser kısmına doğru geçeyim ve müsaade ederseniz itiraf gibi bir itirafta bulunayım; hayatımda izlediğim ilk canlı metal performansı, geçen hafta cumartesi günü Dorock Bar’da gerçekleştirilen başarılı United ve Razor performansları oldu. Yaşadığım şehirde böyle metal olaylarının “m”si yapılmıyor maalesef. Benim de işim ve şehir dışına kolay kolay çık-a-mayışım nedeniyle metal aktivitelerinde bulunmam pek mümkün olmuyor. Her şeyin bir ilki varmış ama sanırım bu konuda kendimi şanslı sayabilirim zira benim için birçok konuda ilk olan Dream Theater, konser deneyimim konusunda da sırasını, kozmik güçler yardımıyla kimseye kaptırmadı ve canlı izlediğim ilk büyük metal grubu oldu.
Ahmet konsere dair detaylardan ziyâdesiyle bahsetti, ben naçizane deneyimlerimi kısaca arz edeyim dilerseniz. Öncelikle müzikal açıdan aşağı yukarı aynı kafada olan bu kadar çok insanı bir arada görmenin verdiği his çok başka. Ahmet’in de dediği gibi aksak ritimli şarkılarda bile insanların parçalara sorunsuz eşlik etmeleri, LaBrie’nin vokallerine destek atmaları, melodilere -benim de yaptığım gibi- bağırarak katılmaları gerçekten süper bir şey. Yani uzaktan bakıldığında “Şekil yapmak için gelmişler,” diyebileceğiniz kuru bir kalabalık yoktu, ciddi ciddi grubun hastası olan binlerce insanla aynı havayı soluduk o gece. Bunun yanında, şarkılara kimileri kafa sallayarak kimileri ise alkışlarıyla eşlik etti. Ancak benim dikkatimi çeken bazı seyirciler vardı ki onlar âdeta bedenen oradaydılar ama ruhen resmen başka bir boyuta geçmişlerdi. Belli ki grupla ciddi bir gönül bağları vardı onların ve hem vücut dilleri hem de şarkılar karşısındaki tutumları bunun en önemli göstergesiydi.
Dikkatimi çeken bir diğer nokta da üzerinde Dream Theater tişörtü olan 9-10 yaşlarında genç bir arkadaşımızın babasıyla konsere gelmesi ve yaşı nereden baksanız 50’lere yaklaşmış abilerin özellikle “Images and Words” albümünden parçalar çalınırken kilit noktalarda şarkılara sektirmeden eşlik etmeleriydi. Sanırım Dream Theater’ın olayı bu, belirli bir yaş kitlesine değil de iyi müziğe duyarlı kulaklara (Portnoy’un dediği gibi Educated Ear mı yazsam bilemedim) sahip küçük büyük herkes tarafından benimsenmeleri ve cidden çok sevilmeleri.
Yaşlarını başlarını almış ve enstrümanlarıyla bütünleşmiş olan grup üyelerinden uzun uzun bahsetmeyeceğim, zaten hepiniz onlara dair hemen her şeyi fazlasıyla biliyorsunuz. Babalar çıktılar, işitebildiğim kadarıyla hatalı nota basmadan, ritim kaçırmadan çaldılar ve sahneden ayrıldılar. Tabii onlarca defa izlediğim Live in Tokyo 1993 konserlerindeki gibi bir LaBrie işitmek isterdim ama zaman geçiyor, insanlar sahip oldukları yetenekleri ömürlerinin sonuna kadar muhafaza edemeyebiliyorlar. Yine de çekirdek kadroyu bir aradayken izleyebilmek, benim klavye konusuna eğilmemi sağlayan Jordan Paşa’yı canlı kanlı görebilmek (ve imzasını alabilmek, öhöm) hayatımın en önemli olaylarından oldu. Unutmadan Mangini, konser esnasındaki sempatik hareketleriyle benden ekstra puan aldı, tahminimce o da şeker gibi bir insan.
İstanbul’da bulunduğum süre içerisinde Ahmet’e “Ya keşke Eren de gelseydi, hem tanışırdık hem muhabbet ederdik,” demiştim. Konserin sonunda Ahmet’in sürprizi Eren Başbuğ oldu ve hem Eren’le hem de Nazım Kemal Üre’yle bir araya gelip sohbet ettik. Bu da tam anlamıyla konser sonrası bonusu oldu benim için. Peşin peşin söyleyeyim, Eren’in videolarından ve yazıp çizdiklerinden mütevazı bir kişiliğinin olduğunu tahmin ediyordum, yakından da değişen bir şey yok. Çok kibar ve hâzâ beyefendi bir genç. Nazım Kemal’le de sanki daha önce tanışıyormuşum gibi keyifli bir sohbet gerçekleştirdim ve keza o da nazik, sevecen ve metal konusunda bir hayli dolu bir adam. Keşke zamanı durdurma yeteneğim olsaydı, daha fazla sohbet edebilseydik her ikisiyle de.
İstanbul’da bulunduğum zaman dilimi içerisinde evinin kapılarını bana açan ve değerli zamanlarını, tarihî ve turistik mekânları görmem için feda eden, işlerini zaman zaman askıya alıp iyi zaman geçirmem için programlarını değiştiren Ahmet’e ve Güzide’ye tekrar sonsuz şükranlarımı sunarım. Tüm samimiyetimle söylüyorum, gerçekten çok iyi insanlarsınız arkadaşlar, sağ olun var olun.
Setlist:
Act I
The Dark Eternal Night
The Bigger Picture
Hell’s Kitchen
The Gift of Music
Our New World
Portrait of Tracy (Jaco Pastorius cover’ı)
As I Am (araya “Enter Sandman” sıkıştırmalı)
Breaking All Illusions
Act II
Pull Me Under
Another Day
Take the Time (+ Petrucci solosu)
Surrounded
Metropolis Pt. 1: The Miracle and the Sleeper (+ Mangini solosu)
Under a Glass Moon
Wait for Sleep (+ Rudess introsu)
Learning to Live
Bis:
A Change of Seasons: I The Crimson Sunrise
A Change of Seasons: II Innocence
A Change of Seasons: III Carpe Diem
A Change of Seasons: IV The Darkest of Winters
A Change of Seasons: V Another World
A Change of Seasons: VI The Inevitable Summer
A Change of Seasons: VII The Crimson Sunset
Konser cidden çok iyiydi, zaten yazıda yeterince bahsi geçmiş.
Ayrıca Ahmet ve Oğuz abiye de kapılar açılmadan önceki sırada zaman ayırdıkları ve hoş sohbetleri için teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız iyi ki PA var.
Ahmet,benim kaçırabileceğim şeyleri yakalamış mı? diye merak ettim.Hakikaten yaşadığım en muhteşem konserdi herhalde. yazı için emeğine sağlık.
not;Fane of Gnosis
19.10.2017
@Özkan, sağ olasın. Fane of Gnosis’i seviyoruz. :)
https://youtu.be/DIMboY2jqb4
bundan sonraki konserler için bir bilginiz varmıdır?
24.12.2018
@Solitude, hepsiyle ilgili haberimiz var, zamanı geldikçe duyuracağız.