Bir hayli zaman geçti üzerinden, belki bir sene olmuştur. Scale the Summit’in ilk albümünün bendeki yeri çok ayrı olduğu için birazcık fazlaca gevezelik yaparak albümü kabataslak anlatmıştım. Sonra baktım, albüm anlatımından çok “Hey gidi günler,” kıvamında bir yazı olmuş. Tam da yayınlanmadan bir gün önce Ahmet’e mail atıp “Bunu yayınlamayalım, çok süper bir yazı olmadı,” minvalinde bir şeyler söylemiştim.
Bana hayatımın önemli bir döneminde zihinsel manâda can yoldaşı olan, sayesinde akıl sağlığımı belirli bir oranda koruyabildiğim ve 2007 yılında grubu çok da kimseler bilmezken “Ulan keşke şu çocuklar biraz daha tanınsalar!” dediğim Scale the Summit’in yeni albümünü yazıyor olmaktan kıvanç mı duyuyorum, üzüntü mü bilemiyorum. Çok değişik, karmaşık duygular içindeyim. Sanırım, az önce arz ettiğim keşke ile başlayan dileğim biraz eksik kaldı, “Bozmasalar, tam kadro devam etseler…” gibi bir şeyler daha mırıldansaymışım ne de güzel olurmuş. Albüme geçmeden önce gereksiz magazinsel detaylara çok girmeden, bir şeyler anlatmam lâzım.
19 Mayıs 2017 tarihi itibariyle çıkan “In A World of Fear” grubun 10 seneden sonra çıkardığı ikinci el emeği göz nûru plakçılık eseri. Öte yandan grubun kemik kadrosundan geriye maalesef ve ne yazık ki sadece Chris Letchford kaldı. Sitenin haber bölümünü takip ediyorsanız ayrılıklarla ilgili detayları okumuşsunuzdur. Bunun yanında, yeni albüm, grubun geçmişinde hiç olmadığı şekilde birçok ünlü sanatçının konuk olarak geldiği, kimi zaman solo çaldığı kimi zaman riflere destek attığı bir yapım.
Scale the Summit’i ne kadar tanıyorsunuz, daha önce dinlediniz mi bilmiyorum ancak 2007’de keşfettiğim ve keşfettiğime çok ama çok mutlu olduğum bir gruptu kendisi. Dinlediğinizde genellikle zihninizi dinlendiren ve rahatlatan, bazı parçalarda da düşüncelere daldıran müziklere hayat veriyordu Scale the Summit. “Monument” ile başladıkları yolculuk, kendi tanımlamalarına göre çok da süper değildi şarkı yazımı konusundaki acemiliklerinden ötürü ama bu albüm, benim gruba bağlanmama yetmişti de artmıştı bile. 2009’da Prosthetic’le anlaşan ve ilk albümle kıyaslanmayacak derinlikteki “Carving Desert Canyons” ile adını daha çok duyuran grup, sevenin olduğu kadar nefret edeninin de hâlâ eksilmediği Mike Portnoy ve Dream Theater sayesinde tanınırlığını arttırdı.
İlham kaynağı olarak gördükleri iki gruptan biri olan Dream Theater’dan destek almaları ve bir diğeri olan Cynic ile turlamaya başlamaları, grubun çalışmalarını hızlandırmasını sağladı belki de ve bana göre kalite bakımından henüz aşamadıkları “Collective” ile bombayı patlattılar. Genellikle karamsar bir tablo çizen ve halet-i ruhiyeniz uygunsa, hüngür hüngür ağlayabileceğiniz parçaları da içinde bulunduran “Collective” orijinal kadronun da son albümleri oldu. Sonrasında çıkan “The Migration” değişimin ilk işaretlerini veriyordu bir bakıma, alışılmışın dışında şarkılar, nispeten yorucu bir albüm deneyimi, yenilik adına atılan adımlar “Yoksa?” sorularını da beraberinde getirdi benim açımdan. Ama her şeye rağmen Scale the Summit, Scale the Summit’ti, değişim olabilirdi ama ne kadar olabilirdi ki? Eh, bunu sordum ya, o değişimi bizzat görecektim işte; öyle de oldu ve “V” albümü çıkageldi karşımıza. Albümün davullarını çalan ve tek albümlük katılım sağlayan J.C. Bryant ile ortaya çıkan “V” birkaç eser haricinde vuruculuktan uzak, bence ruhsuz, Scale the Summit’i yansıtmayan ve hatta ona yakışmayan bir eserdi. Grup içinde bir şeylerin ters gittiğinin de işareti niteliğindeydi sanki albüm. Gerisini zaten biliyorsunuz, bugüne gelene kadar gruptan geriye pek kimse kalmadı ve yeni sanatçılarla çalışmaya başlayan Chris Letchford, “In A World of Fear”ı çıkardı.
İyi müzik yapan bir grubun lideri olunması, o grubun geri kalan üyelerinin değişmesine karşın yine aynı grubun iyi müzik yapmayı sürdüremeyeceğinin en iyi göstergelerinden birisi Chris Letchford. “Giden gider, ben ekmeğime bakarım!” demediğini düşünmek istesem de, yanına aldığı ünlü sanatçılarla ve onların attıkları sololarla yeni bir albüm işine girişmek ne kadar doğruydu acaba? Paldır küldür yazmaya başladığımın ve hafiften kızgın olduğumun farkındayım, nedenini hemen izah edeyim; arkada grubun son albümü çalıyor ve ben bu herifleri 10 senedir dikkatle takip ediyorum. “Eee, ne var bunda?” diyor olabilirsiniz ancak tatsız çok fazla detay var albümle ilgili ve bunları işittikçe sinir katsayım giderek artıyor.
Albümün ilk tadımlıkları ortaya çıktığında şikâyet ettiğim bir şey vardı: Davulun kick tonları. Bu türe pek de gittiğini düşünmediğim tonlara dair şikâyetim, albümün geri kalanını işittikten sonra “Amma da basit şeylere takılmışım,” dedirtti bana. Üzülerek ifade etmeliyim ki grubun en başarısız albümüyle karşı karşıyayız. Çok sevmediğim ve Scale the Summit’e bir virüs gibi bulaşan Djent meselesinden fazlaca etkilenen albümde, ciddiye alınacak bir tane bile rif yok. Bunu çok açık söylüyorum, bir tane bile. Eğer enstrümantal müzik yapıyorum diye yola çıkan bir birey veya grupsanız, dinleyicinin etkileneceği rif ve melodiler yazmak zorundasınızdır. Albümü dinlemeye başladıysanız “Rastgele notalara bastım, anlamlı armoniler oluşturdum, araya da birkaç tane arpej sıkıştırıp djent geçişleriyle süsleyip sonuna da soloyu attırdım, oh ne güzel oldu, zaten soloyu da Jeff Loomis attı!” kafasıyla hazırlanan 10 adet şarkıyla karşılaşacaksınız. Bahse konu bölümdeki Jeff Loomis kişisini çıkarın Per Nilsson’ı ekleyin ancak değişen pek bir şey duymamanız muhtemel. Scale the Summit’in imzası hâline gelen melodilerin, enteresan geçişlerin, duygu değişimlerinin, umut vadeden soloların, yağmurlu geçen bir zaman diliminin ardından hissedilen toprak kokusu kıvamındaki riflerin bu albümde zerresi bile yok, samimi söylüyorum.
Albüme katkı olsun diye klavye eklenmiş, eklenmez olaymış; gitmişler en iğrenç synth tonlarından birini seçmişler ve birçok parçada kullanmışlar, sürekli “bızır bızır cızır cızır” yapıp duruyor. “Hayırdır birader, davul kick’ini pop gibi yaptın da genel havayı da teknoya mı çevirmeye niyetlisin?” diyesim geldi bunu akıl eden zekâ kübü her kimse, gerçi ben tahmin ediyorum da neyse. Albümün son parçasında Dream Theater’ın “Awake”indeki “The Mirror” parçasına gönderme olduğu her hâlinden belli olan klavye tonu ve kısmen kullanımıyla kafa karışıklığının zirvesinde olduğunu gösteren Scale the Summit ve elbette Chris Letchford, kadrodan ayrılan müzisyenlerin yokluğunu bir şekilde doldurmak istiyor albüm boyunca, müzikal anlamda git gel yaşıyor mütemadiyen. Dağınık kompozisyon mu istersiniz, alâkasız geçişler mi, ana temaya saçma bağlanışlar mı? O zaman size harikulâde bir haberim var, bunların hepsi “In A World of Fear”da mevcut. Artık işin kompetanı oldukları için prodüksiyon kısmında pek fire vermemişler ancak genel gidişat zayıf olunca, sound’u ve mix işlemini süper-mega yapsan ne olacak ki, değil mi? İlk albümün sound’u iğrençti ama öyle şarkılar vardı ki bambaşka boyutlara ışınlanıyordunuz, neyse…
Şu satırları yazarken bile size belli etmemeye çalışsam da arka arkaya sinkaflı küfürler sıralıyorum. Eğer grubun ölümüne bir fanıysanız, zaten bu satırları okumadan önce albümü defalarca dinlemişsinizdir ancak size tavsiyem, grupla ilgili bir fikriniz yoksa gidin ilk üç albümü devirin, yetmezse dördüncüye de şöyle bir bakın ve beşinciye biraz şans verin ama kesinlikle bu albüme bulaşmayın. Ya tutamıyorum kendimi; yapacağın işi sikeyim Chris Letchford! Bir daha Scale the Summit ismiyle albüm çıkarma!
@circleperspective, Haha, tatlı bir adam olduğumu da nereden çıkardın ya? Black metalci, brutal death metalci pisliğin tekiyim ben bir kere. :)
Bu kadar bağ kurduğum bir grup olmasa sövmez, sadece eleştirirdim ama günün birinde, öncekine nazaran daha light versiyonunu hazırlayacağım “Monuments” kritiğinde (tabii benden önce yazan olmazsa) anlatacağım üzere, bu grup sayesinde acayip zor zamanlara direndim. Bende hakikaten yeri ayrı. Derdim, kızgınlığım buna aslında; bu albüm anılarıma hakaret gibi.
Umarım günün birinde bir sürpriz yaparlar da eski kadroyla toparlanıp eski günlerdeki gibi güzel müzik yaparlar. Zor ama…
Dipnot: 1′ci arkadaşlar, gün sizin gününüz. Abanın 1′lere. :)
Oğuz Sel gibi tatlı bir adamı bile sövdürtüler ise çok büyük yanlışlarda olmalılar.
23.05.2017
@circleperspective, Haha, tatlı bir adam olduğumu da nereden çıkardın ya? Black metalci, brutal death metalci pisliğin tekiyim ben bir kere. :)
Bu kadar bağ kurduğum bir grup olmasa sövmez, sadece eleştirirdim ama günün birinde, öncekine nazaran daha light versiyonunu hazırlayacağım “Monuments” kritiğinde (tabii benden önce yazan olmazsa) anlatacağım üzere, bu grup sayesinde acayip zor zamanlara direndim. Bende hakikaten yeri ayrı. Derdim, kızgınlığım buna aslında; bu albüm anılarıma hakaret gibi.
Umarım günün birinde bir sürpriz yaparlar da eski kadroyla toparlanıp eski günlerdeki gibi güzel müzik yaparlar. Zor ama…
Dipnot: 1′ci arkadaşlar, gün sizin gününüz. Abanın 1′lere. :)
24.05.2017
@Ouz, ”Dipnot: 1′ci arkadaşlar, gün sizin gününüz. Abanın 1′lere. :)” buralardan çıkarıyorum işte hep tatlı adam imajını. :D