Oğuz Sel
“Taklitler, aslını yaşatır.” cümlesi güzeldir ama biraz acımasızdır, biraz da burnu havada bir sözdür bana göre. Bu cümleyi müzik özelinde ele aldığımızda, taklit mefhumunun zaten müziğin en temel olgusu olduğunu göz önüne almak icap edecektir, lâkin müziğin ilk çıkışı insanların doğadaki sesleri taşlarla ve kemiklerle taklit etmesiyle başlamıştı bildiğiniz üzere. Bazı metal grupları için sıklıkla zikredilen, “Şu grup bunun kopyası, bu grup öbürünün kötü bir taklidi, öbür grup ötekinin klonu,” gibi yakıştırmaları genellikle can sıkıcı bulsam da, insanların yaklaşımlarını değiştirmek veya “Hayır hacı, bak valla o kadar da değil, yanlış düşünüyorsunuz,” demek her zaman sonuç vermeyebiliyor.
Adı, Dream Theater ve Fates Warning’le anıla anıla aslında kendinin de güzel ve özel yanlarının olduğu görmezden gelinen; Liquid Tension Experiment, Shadow Gallery, Jordan Rudess, Mullmuzzler ve Sadus gibi grupların yayıncısı olan Magna Carta’dan albümünü çıkarabilen Dali’s Dilemma, 1999 çıkışlı ilk ve tek albümü “Manifesto for Futurism” ile bugünkü konuğumuz.
Yetenekli gençlerin bir araya gelerek kurdukları Dali’s Dilemma, çeşitli progresif rock gruplarının tribute albümlerinde kendine yer bulan, sonrasında da üretkenliklerini belirli bir çizgide olsa da gösterebildikleri bir grup. Sound açısından Dream Theater’ın “Awake” albümüne hayli benzeyen, kimi noktalarında yine aynı grubun “Images and Words” albümüne de yer yer öykünen ancak karbon kopya olmaktan kaçınan grup, enstrüman kullanımı konusunda öyle ciddi virtüözlük şovlarına girişmese de, derdini ifade edebilecek solo ve unison’lardan kaçınmıyor.
Vokal koltuğunda oturan ve aramızdan 2013 yılında ayrılan Matthew Bradley, ses rengiyle şarkıların etkileyiciliğini arttırırken, yüksek notalara çıkabilmesiyle de albümün genel seyrini olumlu manada değiştiriyor. Beri yandan, enstrümanlar ne kadar Dream Theater kokuyorsa, Bradley’in vokal tavrı, Fates Warning’in Ray Alder’lı zamanlarından yana olmayı sürdürüyor albüm boyunca.
Kompozisyon açısından büyük oranda çeşitlilik gösteren ve iç içelik sunan şarkıların birçoğu, dile dolanabilecek melodileri ve rifleri içinde bulunduruyor. Enerjik ve pozitif yönleri bulunan parçaların yanı sıra karanlık tarafı ağır basan eserleri de beraberinde getirerek benim gibi karamsar kişilerin de gönlünü çalan “Manifesto for Futurism” 51 dakikayı aşan süresi içerisinde tansiyonu genellikle yüksek tutsa da, Dream Theater’ın “Wait for Sleep”ine selam çakan “Whispers”ı ve “Andromeda Sunrise” parçasıyla dinleyicisinin biraz soluk almasına fırsat veriyor.
Grubun en büyük talihsizliği, bazı parçaları, göze çok batacak şekilde yapılandırması ve özellikle davulcu arkadaşın maalesef ve ne yazık ki yaratıcılıktan uzak bir tavır içine girerek Mike Portnoy’un kullandığı pattern’lar üzerinden bazı parçalara eşlik etmesi. Zira aynı müzik için başka türde davullar pekâlâ yazılabilirdi, etkilenimin dozu birazcık kaçmış bu noktada.
Belki çok daha başarılı ve özgün eserler verebilecek bir gruptu Dali’s Dilemma. Her ne kadar “yitip gidenler” arasına katılsa da ortaya koyduğu birçok eser, grubun güzel yâd edilmesini sağlayacak, en azından benim tarafta durum bu şekilde. Albümün kritiği vesilesiyle gayet zamansız vefat eden Matthew Bradley’yi bir kez daha anıyorum.
Not: Tesadüflere inanmayan birisi olarak, kritiği albümün 18 yıl sonrasında ve tam da çıkış günü olan 18 Mayıs’ta tamamlamış olmamı hayretle karşılıyorum ve bunun bir sebebi olduğunu düşünüyorum. Günün birinde öğrenirim umarım.
Yazı biraz grubu yüzeysel ele aldığından bazı konular havada kalmış. Grubun klavyecisi Matt Guillory 1990′lı yıllarda oldukça iyi işler çıkarmıştı ve birçok proje grubunda da gözükmüştü. Prog Metal dünyasının sayılı isimlerinden birisidir. Albümün teknik yönden yetersizliğine katılamayacağım. Albümü çıktığı ay almıştım ve senelerdir dinler döndürür dururum. Miracles In Yesteryear bestesinin kompozisyonlarını çoğu prog grubu becerememiştir. ordaki bas partisyonları hiç mi kulağınızı eğlendirmez şapka çıkarttırmaz. Ya albüme giriş? böyle zeka dolu bir intro olabilir mi? ya despite the waves’in girişi? ya living in fear? bu albüm bir prog metal klasiğidir kim ne derse desin. özellikle davulcuya inanılmaz negatif sözler söylenmiş ki buradaki zil oyunları o ataklar hiç mi kulağınız almadı hiç mi dinlemedi? jeremy colson’ı canlı izlemiş biri olarak diyorum ki hayret verici bir kompozisyon dehasıdır. zaten steve vai ile çalışmışlığı da bunu gösteriyor. yani burada bu albüm kritiğinde albümün notuna okur notuna bakıp üzülüyorum. böyle bir müzikal sanat eserine biraz daha dikkat edelim. basit bir şey değildir bu. 9,5/10
30.05.2017
@bahadır, Merhaba. The Sarcophagus yazıma da yüzeysel demiştiniz, keza bunda da aynı ifadeyi kullanmışsınız. İstikrarlı tutumunuz için teşekkür ediyorum.
Kritik içerisinde grubun teknik yönden yetersizliğine dair bir cümle göremiyorum ben, hatta “Yetenekli gençler” diye başlayan paragrafım bile var. Yalnızca ciddi virtüözlük şovuna giriştiklerini düşünmüyorum. Kıyaslamaya kalkarsak ağızları açık bırakacak nice albüm var keza. Şarkıları tek tek ele alarak kritik yazmayı uzun zaman önce bıraktığım için bahsettiğiniz şarkılardaki detayları işitmeme rağmen uzun uzadıya anlatma gereği görmedim. “Kompozisyon açısından büyük oranda çeşitlilik gösteren ve iç içelik sunan şarkıların birçoğu, dile dolanabilecek melodileri ve rifleri içinde bulunduruyor.” gibi bir cümlem de var ki, sanırım şarkı kompozisyonlarına bir övgü olarak değerlendirilebilir.
Jeremy Colson’ı canlı izlemişken, keşke bu albümdeki davul pattern’larında neden daha yaratıcı olamadığını ve Dream Theater etkilenimini doğrudan kullandığını sorsaydınız kendisine. Zira benim davul konusundaki tek şikayetim bu ve bu şikayetim, maalesef albümün puanını doğrudan etkiledi. Ayrıca bu arkadaşın Steve Vai ile çalışmış olması, bu albümde kullandığı davulların mükemmel ya da benzersiz olduğuna kanıt mıdır? Bunun cevabını da, bu satırları okuyan tarafsız gözler versin.
İşin tatsız yanı ne biliyor musunuz? Değil Türkiye’de, dünyada bile bu albümün toplasanız 5 tane derli toplu kritiği yokken, yeni nesiller bu grubun ve albümün varlığından haberdar olsunlar diye kritik hazırlıyorum ve karşılığında “Hiç mi kulağınız almadı” sorusuna muhatap oluyorum. Kulağımın neyi ne kadar alıp almadığını bilmiyorum ancak bazı okurların ya ön yargılarından ya da açıkça art niyetlerinden ötürü kadirşinaslık yapmadıklarını tahmin edebiliyorum.
Beklentilerinize yine yanıt verebilen bir kritik ve puanlama olamadığı için kusuruma bakmayın, bundan sonra daha dikkatli olacağım muhakkak.
30.05.2017
@Ouz, Portnoy “pattern”leri neredeymiş ben de merak ettim. Detaylı ve örnekleyerek açıklayabilir misiniz? Bence gayet kompozisyonlara oturan ve iyi davullar var. Portnoy gibi rahatsız ve çoğu kişiye yaratıcı gelse de takıntılı bir beynin ürünü olduğu belli olan irite edici partisyonlara rastlayamadım ben şahsen. Bir de bu Dream Theater’a benzeme olayının davullardan çok genel kompozisyon yapısından kaynaklandığını düşünüyorum. Rahatsız edici bir benzerlik algılamıyorum, ama eser miktarın biraz üzerinde bir alaka var bence de; ana bestecilerden biri Colson’sa bir haklılık payınız olabilir, ama değilse davullar Dream Theater’dan uzaklaştırmış bile benzerliği bence.
30.05.2017
@Riddlaeon, Merhaba. Eğer aşağıda belirttiğim parçalara aşina değilseniz, parçaların bulundukları albümleri en az iki üç defa dinlemenizi öneririm.
Within a Stare 1:15’den itibaren başlayan bölüm, DT – Metropolis Part 1 1:40’dan itibaren başlayan bölüm.
Miracles In Yesteryear 5:24, DT – A Change of Seasons 3:20 tamamen aynı değil ancak hayli benzer. Öte yandan şarkının nakarat kısmı Fates Warning’in Face the Fear parçasına hayli benziyor.
Despite the Waves 0:40 DT – Erotomania tamamen aynı değil, ancak yapısal açıdan benzer. Aynı şarkı, 2:59’dan itibaren, DT – Under a Glass Moon 6:10. Aynı şarkının 3:38’de başlayan solosu da Metropolis Part 1’in 4:42’de başlayan solosuyla neredeyse aynı, belirtmeden edemedim. Ayrıca, parça ardı ardına seri snare vuruşlarıyla bitiyor Under a Glass Moon’daki gibi ve Wait for Sleep’e gönderme kıvamındaki Whispers başlıyor, Under a Glass Moon’dan sonra başlayan Wait for Sleep gibi…
This Time Around 1:00, DT – Metropolis Part 1 1:18’deki tempoya yapısal açıdan benzer. DT’deki aksak ritim, biliyorsunuz.
Hills of Memory 0:15, DT – Pull Me Under 0:15.
Living in Fear 5:21’den itibaren başlayan ve uzunca süren kısım, DT – Metropolis Part 1 7:23’ten itibaren başlayan ve uzunca süren kısım.
Living in Fear başta olmak üzere hem rif hem tempo açısından benzer çok kısım var albümde, bazıları benim Portnoy’la özdeşleştirdiğim davul kalıpları. Kalıp meselesine neden bu kadar takılmış durumdayım, çünkü ortaya konan müzik türü progresif metal. Eğer bir black ve death grubundan bahsediyor olsaydık “Ya şu blast beat de aynı bilmem kimin kalıbı” demezdim, zira o türlerde zaten belirli kalıplar üzerinden ilerleniyor, şarkının trafiğine göre ekstra bir şeyler ekleniyor. Progresifin kimliği bu tür yoğun “etkilenimleri” kaldırmaz diye düşünüyorum. Ki bu, sadece Dream Theater benzetmelerim, ortada ciddi bir Fates Warning öykünmesi de var gerek kompozisyon gerekse davul kullanımı açısından. Dikkatli dinleyiciler zaten bu kısımları hafif tebessümlerle fark edeceklerdir.
Yukarıda saydıklarım benim doğrudan kulağıma batan noktalar. Bir ses mühendisi veya davulcu değilim, fakat bir müzik için nasıl alternatif tempolar üretilebileceği hakkında fikir yürütebilecek kadar müzik bilgim var. Colson, rif ve melodi yazımında ne kadar etkiliydi bilemiyorum, merak da etmiyorum fakat kullandığı tempolar, ya açık açık birilerine selam çakması ya da onlara öykünmesinin göstergesi.
Nitekim dediğim gibi, progresif metal gibi görece açık uçlu bir türde üretilebilecek öyle ilginç tempolar olabilir ki, ne Mark Zönder’e saygı duruşunu gerektirir ne de Mike Portnoy’a selam çakmayı.
01.06.2017
@Ouz, İlk iki örneğinize baktıktan sonra ilgimi kaybettim, bunun için uzun açıklama istediğim için üzgünüm. Within a Stare – Metropolis Part I’deki ritmi neandertalların bile ilk bulan olduğunu sanmam. Miracles in Yesteryear – A Change of Seasons’ı ise birbirine benzetirsek, müzik dünyası “biz hepimiz taklitçiymişiz” diye falan ağlar herhalde.
01.06.2017
@Riddlaeon, Bu süper yanıt için gerçekten teşekkürler.
“Detaylı ve örnekleyerek açıklayabilir misiniz?” demiştiniz ancak yanıtınızdan sonra ben de 45 dakikamı ayırıp bu kıyaslamaları yazıya döktüğüm için üzüldüm. Yine de ilgisini kaybetmeyecek olan ve arzu eden herkes, kıyaslamalara bakıp objektif şekilde değerlendirmesini yapabilir. Ben iddialarımı kendimce delillendirdiğim için müsterihim.
Bahsettiğiniz ilk parçadaki durumu neandertallere bağlamadan önce, 1992 yılı öncesinde çıkan bir rock veya metal albümünden dakika-saniyeli bir örnek verebilmenizi beklerdim; sağlık olsun. Bahse konu grup Dali’s Dilemma ve Dream Theater ikilisi olmasaydı da Nightwish, Once albümünün genelinde Bach’ın Brandenburg Konçertosu’ndan bir bölümü alıp sağını solunu bükerek kullansaydı yine konuyu neandertallere bağlar mıydınız, merak ediyorum.
02.06.2017
@Ouz, Üzgünüm derken, özür dilerim’e yakın bir manada kullanmıştım; ilgimi kaybetmemle birlikte zamanım da pek yoktu açıkçası. 45 dakikanız için teşekkürler.
Biliyorsunuz bir argümanın etkili biçimde sunulması için girişinin ve sonuçlandırılmasının en vurucu ve iddialı kısımlar olması gerekiyor. “Tık-tak-tık-tak” diye bir davul “pattern”i Portnoy’un icat ettiği bir şey değildir herhalde. Bunun için dakikalı-saniyeli örnek gerekiyor mu cidden? İkinci benzetmenizdeki kurulabilecek alaka ise çok zorlama. Portnoy etkisi hiç yoktur ve eminim demedim, ama bunlar zayıf ve gülünç örnekler.
Yazınızın sonundaki Nightwish örneğine gelirsek, eğer grup bunu inkar ediyorsa ve bariz bir “araklama” varsa eleştiririm elbet. Lakin bazen de denk gelir, müzik uçsuz bucaksız olan bir derya değil, bazen tesadüfen benzerlikler olabilir, bazen kötü niyetli olmadan bilinç altından bildiği bir şeye benzer bir şeyler üretebilir müzisyenler. Bunların hangisinin olduğunu ayırt etmek güç. Bana göre, mesela ortalığa “thrash” grubu olarak çıkıyorsanız, belli bir birikim ve tecrübeniz varsa ve iyi müzik yaptığınızı iddia ediyorsanız, Megadeth – Rust in Peace’den bir şeyler araklarsanız tabii ki eleştirilebilirsiniz. Ama atıyorum daha az bilinen bir albümle bir benzeşim varsa, bundan esinlenmediğinizi iddia edebilirsiniz ve tesadüf diyebilirsiniz; inanan inanır, inanmayan inanmaz. Konuyu buradan Dream Theater’a bağlarsak, Portnoy ve Dream Theater elbette ki progresif metalin en bilinen isimleri. Bunlardan doğrudan bir “pattern” alırsanız, ya da bunlara öykünerek müzik yaparsanız bunun bir affı olmaz. Neticeye gelirsem, verdiğiniz iki örnekte bunu göremedim. Diğerlerinde daha gerçekçi şeyler varsa diye zamanım olduğunda bir bakabilirim.
On Thorns I Lay’in Crystal Tears’ını yazmayı planladığım için bugün Metal Archive’a bir bakındım, kadro ne durumda vesaire diye. Albümün çıkış tarihine de göz attım, ne göreyim? Albümün çıkış tarihi 18 Mayıs 1999. Bu ne şimdi? Tüyler diken, içim bir hoş oldu. Bu tarihin bir olayı olmalı ama ne?