Görkem Tekiner
Yalan yok, Lääz Rockit’le ne zaman tanıştığımı hatırlayamıyorum ancak grubun adını ilk gördüğümde “o ne lan” tepkimi gizleyememiştim. Bay Area’dan 80’ler boyunca çıkan gruplar arasındaki en enteresan isim seçimi Lääz Rockit’e ait ve bu hâlâ daha geçerli, evet. Tabi isim seçimi ne denli sansasyonel olsa da hatta bu oldukça iyi bir müzikalite ile desteklense de şu an bakıldığında kara talihini kıramamış pek çok gruptan biri olarak düşünülebilir Lääz Rockit.
Tabi bu durumun dönemin şartlarıyla da yakından ilgisi var. 2016 yılını bitirmek üzere olduğumuz bugünlerde bile hatırı sayılır bir kitle tarafından inatla her gün, her dakika dinlenmekte olan albümlerin çoğunun ilgili dönemden çıktığı düşünülürse ne denli bir rekabet ortamı olduğu anlaşılabilir bir grup için. Bir “Master Of Puppets“ın, bir “Reign in Blood“ın, bir “Rust In Peace“in, bir “Bonded By Blood”ın, vb. pek çok albümün arasından sıyrılıp sesini duyurmak zor olsa gerek yani.
Hoş, böyle trajik bir durumdan bahsedermiş gibi anlatıyorum bunu tabi ama Lääz Rockit aktif olduğu yıllarda o kadar da kötü bir durumda değilmiş elbet. En azından Japonya’da bir konser albümü kaydedebilecek kadar büyümüşler. Fakat hak ettikleri değeri göremedikleri gibi, ne yazık ki zaman içerisinde unutulmuşlar. Yukarıda örnek olarak sunduğum albümleri bir durup düşünen çoğu insanın aklına bir de “Nothing$ $acred” adı gelmiyor maalesef. Bu kritiğin herhangi bir kritik olmak dışındaki bir diğer amacı da bu unutulmuşluğu bir nebze olsun gidermek diyelim ve konuya girelim.
Grubun 80’lerin ortasından 90’ların başına değin süren birinci kariyer döneminin son albümü Nothing$ $acred (grubun bir reunion olayı ve beraberinde çıkardığı bir albümde var 2008’de Left For Dead adında ve kâğıt üzerinde hala daha devam ediyorlar). 1991 yılında çıkmış bu albümü dinlediğinizde ilk fark edeceğiniz şey 80’lerin hızlı Thrash Metal üslubunu henüz o dönemde yeni yeni ortaya çıkan Groove sosuyla muhteşem şekilde harmanlamış olması olacaktır. Grup önceki albümlerinde bu tarz bir harmandan ziyade doğrudan Speed/Thrash Metal hatta ilk iki albümde neredeyse Power Metal dolaylarında dolaştığı için bu albümün grup için de farklı bir deneyim olduğu tahmin edilebilir oluyor. Ve tabi bu durum, bu albümü standart bir “Old School Thrash Metal” albümünden az da olsa farklı bir yere koyuyor.
Öte yandan bu groove harmanı meselesi çok şaşırtıcı değil tabi. En azından şu gün için. Çünkü grup bu albümü kaydetmeden önce davulcusunu, bas gitaristini ve gitaristlerinden birini değiştirerek bu kaydı yapıyor ve söz konusu üyelerin her biri müzik hayatlarına sonrasında “Skinlab”, “Ill Niño”, “M.O.D.”, “Pro-Pain” gibi gruplarla devam ediyorlar. Tabi bu isimler grubun müziği için direkt bir referans olabilecek yapıda değiller. Sadece konuya hâkimiyet kazandırma amacı güdüyorlar şu anda.
Albüme geldiğimizde ise içinde 10 şarkı barındırdığını ve bu şarkıların birinin bir Power Ballad, birinin ise enstrümantal bir şarkı olduğu görülüyor. Ortalama 42 dakika uzunluğunda olan albümde Power Ballad’ı saymazsak tüm bu sürede temponun belli bir seviye altına düştüğünü görebilmek de mümkün değil. Daha ilk şarkı olan “In The Name Of The Father And The Gun…”dan dinleyiciyi vuran albüm, şarkıdaki oryantal denilebilecek ana gitar rifi, uzun uzun ve karşılıklı çalınan soloları, akılda yer eden nakaratı ve Michael Coons’un doğrudan ciğerden gelen efsanevi vokal performansıyla size değişik bir şey dinlemekte olduğunuzu hemen fark ettiriyor.
İkinci şarkı olan “Into The Asylum” ile vites artırarak devam eden albüm diğer yandan albümün belki de en tiyatral performansını sunuyor. Öyle ki bu şarkıyı dinlerken pek çoğu zaman tüylerim diken diken olur. Michael Coons sözleri öyle içten söylemekte ki burada tarif etmeye çalışmam dahi yersiz olur. Aaron Jellum –ki kendisi oldukça underrated bir Thrash Metal gitaristidir- ve Scott Sargeant’ın ard arda gelen soloları sözlerdeki tüm öfkeyi ve karmaşayı notalara dökerken Dave Chavarri davulunda Scott Dominguez ise bas gitarında ilk etapta çok göze batmayan fakat biraz kulak kesildiğinizde etkilenmemenizin olanaksız olduğu kusursuz bir iş yapmaktalar. Pek eşine rastlayamayacağınız, kendi halinde bir başyapıttır bu şarkı ve belki de albümün en önemli şarkısıdır, en azından bana göre.
Albümün kapağına bakıldığında eleştirel bir lirikal anlayışın var olduğunu söylemek mümkün olabiliyorken, genel olarak bireylerin toplum kaynaklı sorunlarının anlatıldığı sözler ihtiva eden albüm hem lirikal hem müzikal anlamda “Into The Asylum” gibi bir örneği istisna sayarsak, anlatmak istediğini doğrudan anlatmaya çalışıyor. Bunun belki de en anlaşılır örneği olan dördüncü şarkı “Too Far Gone”. İlk 10 saniyeden nasıl bir fırtınanın yaklaştığını hissettiren şarkı, henüz canlı dinleyemediğime üzüldüğüm şarkıların baş sıralarında geliyor.
Çıkışının üzerinden 25 yıl geçmiş bir albümü “klasik” olarak tanımlamanın zor olmadığı gerçeği bir yana, albümde gerçekten filler bir şarkı bulmakta zorlanılıyor. Albümün power baladı “Nobody’s Child” benim için böylesi güçlü bir albümdeki en sevimsiz şarkı olarak göze çarpıyorken boş ya da gereksiz olarak tanımlayabilmem olanaksız. Müzikteki yaratıcılık beklentisinin (dinleyicinin doygunluğu açısından söylüyorum bunu) günümüze göre hayli düşük seviyede kaldığı 90’lı yılları bir kenara bırakarak, bu albüm, bu gün günümüz imkânlarıyla yeniden kaydedilip yayınlansa dahi aynı etkiyi yaratabileceğini düşünüyorum. Özellikle, albüm boyunca duyulabileceği üzere gitarların kullanımında (rifler) zamanın ötesinden izler mevcut. Keza yine albümün muhtelif noktalarında duyabileceğiniz armonik sololar dinleme keyfini oldukça katlıyor. Bu durumun maksimuma çıktığı şarkı olan enstrümantal “Necropolis” böyle bir albüme yapılabilecek en güzel kapanışlardan biri olmasının yanı sıra, müziği dinlerken özellikle gitarlarla ilgilenen dinleyiciler için yüksek dozda keyif içeriyor.
Bu albüm 90 başında değil de birkaç sene öncesinde çıksaydı yahut Lääz Rockit biraz daha şanslı bir grup olsaydı neler olurdu söylemek zor. Nitekim 2008 yılında çıkardıkları geri dönüş albümleri “Left For Dead” muazzam bir dinleme keyfi sunuyor ve grubun her döneminden esintiler içermekte. Bu basit detay bile aslında grubun daha sıkacak pek çok kurşunun olduğunun ancak yanlış zamanda yanlış mekânda olmaktan kaynaklanan durumlar neticesinde bunların cepte kaldığını göstermeye yetiyor da artıyor bile. Sırf bu albüm için dahi söylenebilecek o kadar fazla şey var ki çok dallandırıp budaklandırmadan yazıyı sonlandırıyorum ve albümün gizli cevherlerini keşfetmesi için şansı siz dinleyicilere bırakıyorum.
Lääz Rockit’i kim sever peki? Thrash metal ile bir şekilde içli dışlı olmuş olan ve bu grubu es geçmiş olan herkes mutlaka kulak kabartacaktır zaten fakat bir şekilde Testament ve/veya “Rust In Peace” dönemi Megadeth’ini seviyorsanız kesinlikle bu klasiği kaçırmamalısınız.
bu grubu metal müzik belgesellerinden birinde bi metallica konseri afişinde gördüm gibi aklımda kalmış. doğruymuş. cliff burton’ın metallica ile çıktığı ilk konserdeymiş.
https://metallica.com/tour/9176
09.11.2016
@northern, linkteki yorum harika: “Cliff did a stage dive. Helped him up. He head butted me. Went about his business…”
Grubu sevenlere Annihilation Principle albümünü de öneririm. İncelemeye konu olmuş albümden daha çok sevdiğim bir albümdür.
Şunu da söylemeliyim ki bu albüm güzel bir albüm olsa da 10 puan etmez. Olabilecek en yüksek puan 8.5 olmalı.
Gitar işçilikleri falan on numara da özellikle şarkı trafikleri sıradan ve tahmin edilebilir. Bu yüzden 10 puanı ancak bir başyapıt hak edebilir. Belki de kaşarlanmış bir thrash dinleyicisi olduğumdan trafikler sıradan gelmiştir.
Aslında bu kadar eleştiriyi gözardı edip özet geçersem; klasik Thrash dinleyicisi bu albümü beğenecektir. Baş ucu albümü olmaz ama mutlaka arşive eklenmelik bir albüm. Thrash’i hemen hemen özet geçmiş bir albüm. Kaliteli gitar işçiliği de cabası.