1980′ler, hem Mercyful Fate hem de solo kariyeri itibariyle King Diamond için başarıdan başarıya koştuğu yıllar olmuştu. Doksanları “The Eye” gibi benzersiz bir başyapıtla selamlasa da, plak şirketi Roadrunner Records gruba olan ilgisini yitiriyor ve albümün promosyonunu yapmıyordu. Böylece King Diamond, “The Eye” albümünün turuna çıkamıyordu. Albümün çıkışının iki ay sonrasında, eski bir konser kaydı piyasaya sürülüyordu: “In Concert 1987-Abigail”. 1992 yılındaysa, sırf kontratın dolmasına yönelik iki tane toplama albüm sürüyordu piyasaya Roadrunner. “A Dangerous Meeting”, zamanında Hades Records tarafından ülkemizde de kaset formatında çıkan, Mercyful Fate ve King Diamond ortak toplamasıydı. “Return Of The Vampire” ise Mercyful Fate’in eski demolarından oluşturulmuştu. Roadrunner, adeta Mercyful Fate ile King Diamond tabutlarının üzerine son çivileri çakıp, sonsuzluğa uğurlamıştı.
Tüm bu gelişmelerin sonucunda Roadrunner Records ile bütün bağlarını kopartan King Diamond, bir başka dev Metal Blade ile anlaşma sağlamıştı. Tam da bu esnada, Shermann ile Denner’ın yeni parçalar üzerinde çalıştıkları kulağına çalınan King, bir gün yolunu Kopenhag’a düşürdüğünde soluğu Shermann’ın yanında aldı. King bu ziyaret esnasında kendisine dinletilen bir parçadan feci etkilendi ve akabinde Shermann’a Mercyful Fate’i yeniden kurmayı teklif etti. Böyle bir şeye dünden razı olan gitar ikilisi, bu teklifi ikiletmeden kabul ettiler. Teklif götürülen diğer isim bas gitarist Timi Hansen olumlu yanıt verirken, müziği bırakan davulcu Kim Ruzz haricinde Mercyful Fate orijinal kadrosuyla toplanmış oluyordu. Hemen çalışmalarına başlanan albüm, 22 Haziran 1993 tarihinde müzik marketlerin raflarında boy gösteriyor, aynı sene ülkemizde kaset formatında basılıyordu.
Tıpkı Ozzy Osbourne gibi, King Diamond’ı da kariyeri boyunca birbirinden özel gitaristleri bulup, onlarla çalışma içgüdüsünden dolayı hep takdir etmişimdir. Lâkin King Diamond çok eşsiz bir vokalist olmasının yanında, karizma yüklü bir frontman idi. Bu yükün altında ezilmeden çalabilmek ve geniş ses aralıklarında volta atabilen sıradışı vokal için müzikal zemin hazırlayabilmek, öyle her babayiğit gitaristin harcı değildi. King çok şanslıydı çünkü bu pozisyon için, beste yapabilme kabiliyetine de sahip -özellikle Shermann- iki gitaristi birden yanı başında buluvermişti henüz kariyerinin başında. Shermann ve Denner taşıdıkları meziyetlerle, bir denge sağlayıp grubu “King Diamond ve diğerleri” algısından kurtarıyor ve Mercyful Fate’i daha ilk elden gerçek bir grup hissiyatına kavuşturuyorlardı. Danimarka gibi o yıllar düşünüldüğünde, heavy metalin kalbine hiç de yakın olmayan bir ülkeden yetişen iki cevval gitarist, klasik heavy metal için bile hayli erken bir zaman olan 1983′te çıkıp, İngilizler’e çift solo gitar nasıl çalınır dersini veriyorlardı. Enstrümanını penasız çalarak koşulsuz saygımı kazanan, son derece baskın stili ve güçlü sahne duruşuyla sıradışı bir bas gitarist olan Timi Hansen, müthiş varlığıyla grubuna ekstra bir itici güç katıyordu. İşte böylesine sağlam temeller üzerine oturmuş Mercyful Fate anında dikkat çekip, kısa süre içinde bir efsaneye dönüvermişti, bileğinin hakkıyla hem de…
Naçizane benim, Mercyful Fate’in ustalıkla ördüğü ses duvarına çarpıp kalın kafamın da etkisiyle hiç birşey anlamamam, 1992 yılında görüp havada kaptığım Mercyful Fate-King Diamond ortak toplamasının kasetini aldığım zamana tekabül eder. O ana kadar “Them” ve “The Eye” albümleri ile “Thrash The Wall” adlı toplama albümde yer alan Sleepless Nights, ulaşabildiğim King Diamond ürünleriydi. King Diamond’ın diğer albümlerine ulaşmak için yanıp tutuşuyordum, lâkin o zamanlar internet yoktu ve ben Unkapanı’ndan çıkan albümlerle yetinmek zorundaydım. Albümü alıp incelediğimde, kasetin a yüzünde Mercyful Fate adında bir grubun olduğunu görmüştüm, bilmez etmezdim. B yüzündeyse kaseti alış sebebim King Diamond parçalarından sadece 3 tanesini biliyordum ve tamı tamına 6 tane yeni parça, açlığımı biraz olsun dindirmek için emrime amadeydiler. Kasedin A yüzünü de dinlemiştim elbette ama Mercyful Fate pek yavan gelmişti. Biraz Come To The Sabbath’ın girişi eh işteydi, gerisi ı-ıh! Zaten bütün ilgim, dinlemediğim yeni King Diamond parçaları üzerinde yoğunlaşmıştı ve ilaç gibi gelmişlerdi. Bu ruh hâli içinde, Mercyful Fate’in yeni albümüyle geri dönüş haberine hiç heyecanlanmamıştım. Bereket o sıralar okuduğum bir yazının sayesinde, askere gitmeme 1 ay bile kalmamışken, ilk defa bulunduğum İstanbul-Bakırköy’de saf saf dolanırken gözüme çarpan müzik mağazasına girmem ve “In The Shadows” kasedini görüp beynimden vurulmuşa dönmem bir olmuştu. Mağazadan çıkarken elimde iki kaset -diğeri hiç unutmam Dio’nun “Strange Highways” albümüydü-, suratımdaysa muhtelemen manasız bir sırıtış vardı. Albümden Egypt, The Shadows ve Is That You, Melissa? isimli şarkılar, ilk anda müthiş bir etki yaparak, bu sefer o ses duvarını aşmamı sağlıyorlardı. Azimliydim, albümün tamamını keşfetmek için gerekli ilhamı almıştım lakin bunu yapabilmek için 18 ay beklemem gerekecekti. Çünkü önce vatan geliyordu ne de olsa…
Elemanların olanca karizmalarıyla kamera önüne geçtikleri nefis bir klibi olan Egypt, kesinlikle dinlediğim en iyi açılış parçalarından. “In The Shadows”a kulak verildiğinde; Egypt, The Shadows, Thirteen Invitations, Legend Of The Headless Rider ve Is That You,Melissa?’nın albümün lokomotifi görevini üstlenen hit parçalar olduğu işitilebilir. Buradaki ilginç bir istatistiği paylaşayım. Yukarıda saydığım Legend Of The Headless Rider haricindeki parçaların ortak noktaları, King Diamond imzası taşıyan besteler olması. “In The Shadows”un 9 yeni parçadan oluştuğunu düşünürsek, 4 parçanın oldukça yüksek bir orana denk geldiğini görürüz. King Diamond vokalist ve söz yazarlığının yanında, bestecilikte de son derece yüksek standartlara ulaşarak, kariyerindeki en verimli dönemlerini yaşıyordu. Bunda da en önemli etken, kendi sesini keşfetmeden önceki gruplarda gitar çalmasıydı muhakkak.
Samimiyetle belirtmeliyim ki, albüme sırf yer dolsun diye konulmuş bir tane parça yok. Tabii ki bütün parçaların aynı seviyede, hit parçalar olması beklenemez ama şundan emin olun ki, “In The Shadows”un başarı eşiği çok üst seviyede. Shermann imzalı The Bell Witch, yine aynı tornadan çıkan The Old Oak, Denner’ın ellerinden öpmüş A Gruesome Time; yukarıda bahsettiğim parçalardan hiç de aşağı değiller. Hani denir ya ‘kılı kırk yararcasına’ diye, işte bestelerde aynı sabır ve titizlik hissediliyor. Bütün parçalar eski bir Mercyful Fate geleneği üzere; devamlı değişen bir dolu rif ve melodinin cömertce harcandığı, temponun bir alçalıp bir yükseldiği, bu arada tansiyonun alttan alta yükseldiği, beri yandan adeta eteklerindeki taşları yavaşça dökercesine müthiş hayal güçlerinin ürünü müzikal zenginlikleri dinleyiciyle anbean paylaşmaları amacıyla tasarlanmışlar. Parçaların hızlandığı kısımlar o kadar lezzetli ki, insanda arabayla yokuş aşağı hızla inerken hissedilen heyecanın benzerini yaşatıyor. Hani ecnebilerin groove dedikleri o şeyden.
Albümdeki en özel anlardan biri, enstrümantal Room Of Golden Air’in başındaki Denner’ın çaldığı kısacık akustik gitar solosu. O kadar doyumsuz ki, keşke akustik gitar solosu daha fazla kullanılsaymış dedirtiyor. Bana kalırsa albümdeki en iyi gitar solosu, Denner’ın ustalığını konuşturduğu, Is That You, Melissa?’nın final solosu. Yani bir insan evladı bir gitar solosuna nasıl bu kadar duygu yükleyebilir, akıl alır cinsten değil. Michael Denner en favori gitaristlerimden biri, sanırım ben de kendisinin yalakasıyım. Daha ilk dinlememde, hey burada değişik olan şey ne dediğim ve anında kaset kitapçığına sarılmamı sağlayan parça Return Of The Vampire…1993 oldu. Değişik olan şey, davul koltuğunda oturan bizim metalikacı Lars Ulrich imiş meğer. Lars eski bir Mercyful Fate klasiğini, yine Mercyful Fate elemanlarıyla yeniden aranje etmekle kalmayıp, davulun başına geçip kendine has tarzını da katarak bir güzel çalmış. Lars hepsini çok fena gaza getirmiş, adamlar kendilerinden geçip kendi parçalarını öyle bir kavırlamışlar ki, açıkcası albüme bundan daha iyi bir kapanış olamazdı doğrusu. Lars çok puştsun, çok serserisin ama aferin sana…
Aslında King’in vokallerinden, gitar ikilisinin maharetlerinden ya da Timi’nin gümbür gümbür baslarından uzun uzadıya bahsetmek isterdim ama adamlar zaten kendilerinden bekleneni fazlasıyla vermişler, ne desem boş. Benim asıl dikkatimi çeken, gruba sadece kayıtlarda yardımcı olan misafir davulcu Morten Nielsen’in sıradışı performansı oldu. Morten, böylesine usta müzisyenlerin yükünü omuzlayacak davulları yine aynı ustalıkla çalarak, diğerlerinin üzerinde maharetlerini rahatça sergileyebileceği müzikal zemini oluşturmayı başarmış.
Albümün prodüksiyonu ne ilk iki albümdeki gibi nostaljik, ne de doksanlardaki bazı gruplarınki gibi aşırı cilalı duruyor. Klasik bir heavy metal grubuna yakışan tonlamalarla, zamanına uyan bir prodüksiyon yapılmış.
“In The Shadows”, tüm zamanların en iyi geri dönüş albümlerinden, yakıtı ise tutku ve sammiyet. 9 sene sonra sadece beraber müzik yapmayı özledikleri için geri dönen 4 devasa adamdan, tam anlamıyla gitarların hüküm sürdüğü muazzam bir klasik heavy metal albümü. Keşke 17 sene sonra ikinci kış uykularından uyanıp geri dönseler, ne güzel olur değil mi?
Kadro King Diamond: Vokal
Hank Shermann: Gitar
Michael Denner: Gitar
Timi Hansen: Bas
Morten Nielsen: Davul
Konuk:
Lars Ulrich: Davul (10)
Johnny Marshall: Harpsichord (9)
Şarkılar 1- Egypt
2- The Bell Witch
3- The Old Oak
4 - Shadows
5- A Gruesome Time
6 - Thirteen Invitations
7 - Room Of Golden Air
8 - Legend Of The Headless Rider
9 - Is That You, Melissa?
10- Return Of The Vampire... 1993 (Bonus)
Murat hocam ellerine sağlık, geçmiş yıllarla ve grupla ilgili detay bilgiler yine muhteşem. Ama albümle ilgili görüşlerine maalesef bu defa katılamıyorum.
Bu adamların aralarındaki soğukluk sanki o dönem çok da giderilememiş de “MF albümü yapalım da gerisi gelir işte,” tadında takılmışlar gibi geliyor bana. İlk iki albümdeki o hırçın ve ele avuca sığmayan rif ve vokal deliliklerinden bu albümde bence eser yok. Sanki üstlerindeki korkutucu şeytan kostümünü köşeye koyup “Şeytanın Avukatı”ndaki şeytanın kılığına bürünmek istemişler gibi bir halleri var.
Albüm bir defa fazla efendi, fazla sakin; King’in vokalleri yırtıcılıktan ve korkutuculuktan çok uzak. Hele hele Don’t Break The Oath’taki “Desecration of Souls” ve “Night of Unborn”da King’in bizlere yaşattığı o okült ve sinsi havayı solumak mümkün değil. Öte yandan “Is That You Melissa?” benim için tam bir hayal kırıklığı. İlk iki MF albümü yazısını yazdığım için sıra bu albüme gelmişti, yazmamak için topu taca atıyordum kendi çapımda, zira yazıda grubu fena dövecektim. :)
Albüm için benden bir 6 puan çalıştı, benim için 10′luk albüm Melissa’dır. :)
Tekrar eline sağlık. Daha nice yazılarını görebilmek ümidiyle.
@Ouz, Öncelikle yorumun için, çok teşekkür ederim. Albüme senin 6, benim 10 puan vermem gayet normal. Çünkü sen de bilirsin ki, ilk göz ağrısı denen çok kuvvetli bir ruh hali var. Sen grubu seksenlerdeki o haliyle tanıyıp benimsemişsin, ben de taa 1993′teki haliyle. Bir de albümü ”fazla efendi, fazla sakin” olarak nitelemişsin. Haklı olabilirsin ama ben de o durumu ”tecrübe” olarak nitelemekte bir sakınca görmüyorum şahsen. Bana kalırsa ”In The Shadows”, ustalıkla kotarılmış bir müzik eseri. Sana naçizane tavsiyem, albüme bir de bu açıdan bakarak dinlemen. Zaten klasik heavy metal sözkonusu olduğunda, böyle albümlerin artık kolay kolay gelmeyeceğini çok iyi biliyoruz ve bu klasiklerin değerini iyi bilmeliyiz. Son olarak kendine iyi bak diyorum,nice yorumlarda görüşmek üzere.
Tarihe not düşmüş bir albüm, bir metal klasiği bence. Müzikal çeşitlilik, enstrüman hakimiyeti ve de en önemlisi King’in vokaliyle birlikte şarkıların verdiği haz tarif edilemez. “Old Oak” ve “Bell Witch”in geçişleri ve deneyselliği, “Egypt”in mistisizmi, “Shadows”un karanlığı, “Thirteen Invitations”ın gazı, “Is that you Melissa?”nın duygusallığı tarif edilemez. “Room of Golden Air” ise karanlıklığı ve melodisiyle, enstrümantel bir şarkı olmasına rağmen çok etkileyici. Eline sağlık abi.
Yine Ege’de gevşeyen büzük kaslarımdan dolayı yeni okuyabildim Murat Abi’nin bu yazısını. Ellerine sağlık Abi!
Mercyful Fate konusunda inanılmaz dengesiz bir adamım. Melissa ya da Time gibi albümleri çok severim. Ancak bu albüm ya da Don’t break The Oath gibi albümlere elimi sürmek kısmet olmadı. Poser’lık böyle bi şey olsa gerek :))
Bir de haddim olmayarak ekleme yapayım. Anlatır hep, ama unutmuş sanırım yazmayı: Murat Abi’nin Egypt şarksı için gazino kapattırmışlığı vardır :))
@Bende Saklı Kalsın, Ah Alper, başıma iş açtın şimdi. Gazino hadisesini unutmuş değildim lakin yazının bütünlüğü içinde de bir yere oturtamadığımdan es geçmiştim. Madem konu açıldı, anlatayım o zaman. Gazino; akşamları ve haftasonları nöbet görevi de bulunmayan er ve erbaşın, uyukladığı, muhabbet ettiği, televizyon seyrettiği, masa tenisi oynadığı, mektup yazıp okuduğu, uzun eşek oynadığı ya da manasızca kudurup güreş tutmak suretiyle boş vaktini geçirdiği büyük dinlenme odalarına askeriyede verilen addır.
1994, yirmi günlük izinim dışında askerlik görevimden dolayı bitkisel hayata girdiğim bir yıldı. 1994′ün sonlarına doğru ben de üst tertip bir çavuş olarak, ilk başlardaki sıkıntılı zamanları yavaşça geride bırakmaktaydım. Tabii en büyük sıkıntım müzik dinleyememekti. İşte tam o sıralar bölüğe İbrahim Peynir isminde, sivilde profesyonel olarak futbolculuk yapan bir arkadaş gelmişti. Biz kendisine İbrahim Payniır(Pioneer) diye hitap ederdik. İbrahim ne nöbet tutar, ne de eğitime katılırdı. Sadece sabahları eğitim alanına gelip, sabah sporuna iştirak ederdi o kadar. Bu ayrıcalıklı durumuna rağmen, son derece alçakgönüllü tavırlarıyla herkesin takdirini kazanmayı bilmişti kısa zamanda. Devamlı bölük binalarının orada kaldığından, bölük gazinosunun sorumluluğu verilmişti kendisine. Yanına verilen acemi erlerle birlikte, gazinonun temizlik ve düzenini sağlardı, tek sorumluluğu buydu. Akşamları herkes gittikten sonra, gazinoyu kapatma işi de onundu. Gazinonun anahtarları da ondaydı çünkü.
Artık müziksizlikten iyice bunaldığım bir anda, artık nereden estiyse canım feci halde Rock Market izlemek çekmişti. Kafamın içinde bir şimşek çakmıştı birden, neden olmasındı ki? Nasılsa gazinoda televizyon vardı. Hemen İbrahim’e gidip durumu anlattığımda aramızda kalması kaydıyla kabul etmişti. Geç saatte gidip anahtarı almıştım. Ne kör cesaretmiş şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü habire dolanan nöbetçi subayların ciplerinin farlarını gördüğümde hemen televizyonu kapatıyordum. Üstelik gazinonun bitişiğinde geçici yatakhane olarak kullanılan yerde kalan en az 100 tane acemi asker de cabasıydı. Yakalansaydım kimseye derdimi anlatamazdım, bir arkadaşım nöbette radyo dinlerken yakalanmıştı da bir hafta geç terhis cezası almıştı. Terhis olduğumuz gün, koca adam arkamızdan küçük bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamıştı. Yakalansaydım bana ne ceza verirlerdi, düşünmek bile istemiyorum doğrusu. Ama gene de kalbim çarpa çarpa Yusuf Yusuf nidaları eşliğinde, kısık sesle de olsa Rock Market’i izlemeyi sürdürdüm. Sondan bir önceki grup Pantera idi, şarkı sormayın hatırlamıyorum çünkü. Ve son klip dönmeye başladığında, dolunay görmüş kurt gibi bütün tüylerim kazık gibi olmuştu. Bu heyecanın benzerini Rock Market’in ilk hali olan Dönence’yi ilk keşfettiğimde yaşamış olabilirim ancak. Evet dönen klip Mercyful Fate’in Egypt şarkısına aitti. Bulunduğum ortamın üzerimde yarattığı baskı ve klibin içerdiği atmosfer düşünüldüğünde, küçük bir korku filminden farkı kalmamıştı benim için. Ama ne karizmatikti King ve tayfası. Program bittiğinde ben de bitmiştim adeta. Hemen televizyonu kapatıp, gazinoyu kilitleyip doğru yatağıma gitmiştim. Ama bu kadar adrenalinden sonra uyumam hiç de kolay olmamıştı. Ertesi sabah gazinonun anahtarını İbrahim’e verirken, bir daha böyle bir şeye kalkışmamaya karar vermiştim. Zaten Egypt klibinin hatırası, terhis olana kadar yetmişti bana.
Sırf Murat Bey’ in şu güzel hazırladığı, eski toprak tarzında gerçekten güzel duygularla yazdığı krtik için Mercyful Fate dinlemeye başladım. Sırayla tüm diskografiyi dinliyorum, teşekkürler.
@circleperspective, Samimi yorumunuz için çok teşekkür ederim. Yazımdaki samimi ruh halini fark etmiş olmanız, beni çok mutlu etti. Yazımdan ilham alarak Mercyful Fate dinleyecek olmanız da, bu kritik yazma faaliyetimi daha da anlamlı bir hale getirdi. Dinledikten sonra, bu albüm hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek isterim doğrusu. Eğer dinlemediyseniz, King Diamond’ı da dinlemenizi özellikle tavsiye ederim. Hoşçakalın, görüşmek üzere.
Murat hocam ellerine sağlık, geçmiş yıllarla ve grupla ilgili detay bilgiler yine muhteşem. Ama albümle ilgili görüşlerine maalesef bu defa katılamıyorum.
Bu adamların aralarındaki soğukluk sanki o dönem çok da giderilememiş de “MF albümü yapalım da gerisi gelir işte,” tadında takılmışlar gibi geliyor bana. İlk iki albümdeki o hırçın ve ele avuca sığmayan rif ve vokal deliliklerinden bu albümde bence eser yok. Sanki üstlerindeki korkutucu şeytan kostümünü köşeye koyup “Şeytanın Avukatı”ndaki şeytanın kılığına bürünmek istemişler gibi bir halleri var.
Albüm bir defa fazla efendi, fazla sakin; King’in vokalleri yırtıcılıktan ve korkutuculuktan çok uzak. Hele hele Don’t Break The Oath’taki “Desecration of Souls” ve “Night of Unborn”da King’in bizlere yaşattığı o okült ve sinsi havayı solumak mümkün değil. Öte yandan “Is That You Melissa?” benim için tam bir hayal kırıklığı. İlk iki MF albümü yazısını yazdığım için sıra bu albüme gelmişti, yazmamak için topu taca atıyordum kendi çapımda, zira yazıda grubu fena dövecektim. :)
Albüm için benden bir 6 puan çalıştı, benim için 10′luk albüm Melissa’dır. :)
Tekrar eline sağlık. Daha nice yazılarını görebilmek ümidiyle.
13.09.2016
@Ouz, Öncelikle yorumun için, çok teşekkür ederim. Albüme senin 6, benim 10 puan vermem gayet normal. Çünkü sen de bilirsin ki, ilk göz ağrısı denen çok kuvvetli bir ruh hali var. Sen grubu seksenlerdeki o haliyle tanıyıp benimsemişsin, ben de taa 1993′teki haliyle. Bir de albümü ”fazla efendi, fazla sakin” olarak nitelemişsin. Haklı olabilirsin ama ben de o durumu ”tecrübe” olarak nitelemekte bir sakınca görmüyorum şahsen. Bana kalırsa ”In The Shadows”, ustalıkla kotarılmış bir müzik eseri. Sana naçizane tavsiyem, albüme bir de bu açıdan bakarak dinlemen. Zaten klasik heavy metal sözkonusu olduğunda, böyle albümlerin artık kolay kolay gelmeyeceğini çok iyi biliyoruz ve bu klasiklerin değerini iyi bilmeliyiz. Son olarak kendine iyi bak diyorum,nice yorumlarda görüşmek üzere.
Tarihe not düşmüş bir albüm, bir metal klasiği bence. Müzikal çeşitlilik, enstrüman hakimiyeti ve de en önemlisi King’in vokaliyle birlikte şarkıların verdiği haz tarif edilemez. “Old Oak” ve “Bell Witch”in geçişleri ve deneyselliği, “Egypt”in mistisizmi, “Shadows”un karanlığı, “Thirteen Invitations”ın gazı, “Is that you Melissa?”nın duygusallığı tarif edilemez. “Room of Golden Air” ise karanlıklığı ve melodisiyle, enstrümantel bir şarkı olmasına rağmen çok etkileyici. Eline sağlık abi.
21.03.2017
@SERKAN KAYA, Dostum ne de güzel ifade etmişsin bu klasiği kısacık bir paragrafın içinde. Kıskandım doğrusu. Sevgilerimle…
Yine Ege’de gevşeyen büzük kaslarımdan dolayı yeni okuyabildim Murat Abi’nin bu yazısını. Ellerine sağlık Abi!
Mercyful Fate konusunda inanılmaz dengesiz bir adamım. Melissa ya da Time gibi albümleri çok severim. Ancak bu albüm ya da Don’t break The Oath gibi albümlere elimi sürmek kısmet olmadı. Poser’lık böyle bi şey olsa gerek :))
Bir de haddim olmayarak ekleme yapayım. Anlatır hep, ama unutmuş sanırım yazmayı: Murat Abi’nin Egypt şarksı için gazino kapattırmışlığı vardır :))
22.03.2017
@Bende Saklı Kalsın, Ah Alper, başıma iş açtın şimdi. Gazino hadisesini unutmuş değildim lakin yazının bütünlüğü içinde de bir yere oturtamadığımdan es geçmiştim. Madem konu açıldı, anlatayım o zaman. Gazino; akşamları ve haftasonları nöbet görevi de bulunmayan er ve erbaşın, uyukladığı, muhabbet ettiği, televizyon seyrettiği, masa tenisi oynadığı, mektup yazıp okuduğu, uzun eşek oynadığı ya da manasızca kudurup güreş tutmak suretiyle boş vaktini geçirdiği büyük dinlenme odalarına askeriyede verilen addır.
1994, yirmi günlük izinim dışında askerlik görevimden dolayı bitkisel hayata girdiğim bir yıldı. 1994′ün sonlarına doğru ben de üst tertip bir çavuş olarak, ilk başlardaki sıkıntılı zamanları yavaşça geride bırakmaktaydım. Tabii en büyük sıkıntım müzik dinleyememekti. İşte tam o sıralar bölüğe İbrahim Peynir isminde, sivilde profesyonel olarak futbolculuk yapan bir arkadaş gelmişti. Biz kendisine İbrahim Payniır(Pioneer) diye hitap ederdik. İbrahim ne nöbet tutar, ne de eğitime katılırdı. Sadece sabahları eğitim alanına gelip, sabah sporuna iştirak ederdi o kadar. Bu ayrıcalıklı durumuna rağmen, son derece alçakgönüllü tavırlarıyla herkesin takdirini kazanmayı bilmişti kısa zamanda. Devamlı bölük binalarının orada kaldığından, bölük gazinosunun sorumluluğu verilmişti kendisine. Yanına verilen acemi erlerle birlikte, gazinonun temizlik ve düzenini sağlardı, tek sorumluluğu buydu. Akşamları herkes gittikten sonra, gazinoyu kapatma işi de onundu. Gazinonun anahtarları da ondaydı çünkü.
Artık müziksizlikten iyice bunaldığım bir anda, artık nereden estiyse canım feci halde Rock Market izlemek çekmişti. Kafamın içinde bir şimşek çakmıştı birden, neden olmasındı ki? Nasılsa gazinoda televizyon vardı. Hemen İbrahim’e gidip durumu anlattığımda aramızda kalması kaydıyla kabul etmişti. Geç saatte gidip anahtarı almıştım. Ne kör cesaretmiş şimdi daha iyi anlıyorum. Çünkü habire dolanan nöbetçi subayların ciplerinin farlarını gördüğümde hemen televizyonu kapatıyordum. Üstelik gazinonun bitişiğinde geçici yatakhane olarak kullanılan yerde kalan en az 100 tane acemi asker de cabasıydı. Yakalansaydım kimseye derdimi anlatamazdım, bir arkadaşım nöbette radyo dinlerken yakalanmıştı da bir hafta geç terhis cezası almıştı. Terhis olduğumuz gün, koca adam arkamızdan küçük bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlamıştı. Yakalansaydım bana ne ceza verirlerdi, düşünmek bile istemiyorum doğrusu. Ama gene de kalbim çarpa çarpa Yusuf Yusuf nidaları eşliğinde, kısık sesle de olsa Rock Market’i izlemeyi sürdürdüm. Sondan bir önceki grup Pantera idi, şarkı sormayın hatırlamıyorum çünkü. Ve son klip dönmeye başladığında, dolunay görmüş kurt gibi bütün tüylerim kazık gibi olmuştu. Bu heyecanın benzerini Rock Market’in ilk hali olan Dönence’yi ilk keşfettiğimde yaşamış olabilirim ancak. Evet dönen klip Mercyful Fate’in Egypt şarkısına aitti. Bulunduğum ortamın üzerimde yarattığı baskı ve klibin içerdiği atmosfer düşünüldüğünde, küçük bir korku filminden farkı kalmamıştı benim için. Ama ne karizmatikti King ve tayfası. Program bittiğinde ben de bitmiştim adeta. Hemen televizyonu kapatıp, gazinoyu kilitleyip doğru yatağıma gitmiştim. Ama bu kadar adrenalinden sonra uyumam hiç de kolay olmamıştı. Ertesi sabah gazinonun anahtarını İbrahim’e verirken, bir daha böyle bir şeye kalkışmamaya karar vermiştim. Zaten Egypt klibinin hatırası, terhis olana kadar yetmişti bana.
Sırf Murat Bey’ in şu güzel hazırladığı, eski toprak tarzında gerçekten güzel duygularla yazdığı krtik için Mercyful Fate dinlemeye başladım. Sırayla tüm diskografiyi dinliyorum, teşekkürler.
29.03.2017
@circleperspective, Samimi yorumunuz için çok teşekkür ederim. Yazımdaki samimi ruh halini fark etmiş olmanız, beni çok mutlu etti. Yazımdan ilham alarak Mercyful Fate dinleyecek olmanız da, bu kritik yazma faaliyetimi daha da anlamlı bir hale getirdi. Dinledikten sonra, bu albüm hakkındaki görüşlerinizi öğrenmek isterim doğrusu. Eğer dinlemediyseniz, King Diamond’ı da dinlemenizi özellikle tavsiye ederim. Hoşçakalın, görüşmek üzere.