“Sen Şampiyonlar Ligi’nde bir maça çık, ben de alacağım Grammy’yi.”
Yeni röportajımızdan herkese merhaba. Konuğumuz, her biri ülkemizin önemli gruplarından bazılarında çalmış müzisyenler tarafından kurulan ve Türkiye’de benzeri çok fazla olmayan bir tarzı itinayla yapan doom’n'roll grubu SÜLFÜR ENSEMBLE.
İlk EP’si “I (4 Songs About Dystopia, Satan, Ghouls & Marilyn Monroe)“yu Nisan ayında çıkaran grubun gitaristi Levent Ersoy (eski-UÇK GRIND), davulcusu Emre Şahin (eski-RADICAL NOISE), basçısı Burak Özgüney (eski-NITRO) ve vokalisti Erdem Çapar (eski-ANTISILENCE, eski-NITRO) ile oturduk ve ortaya da baya eğlenceli bir sohbet çıktı.
Röportaj: Ahmet Saraçoğlu
***
Selam arkadaşlar, SÜLFÜR ENSEMBLE’ın kuruluşunu ve neler yaptığınızı biraz anlatır mısınız?
Levent: SÜLFÜR ENSEMBLE yaklaşık 3 yıl önce kuruldu. Emre (Şahin) pek bir şey yapmıyordu o sıralar, ben UÇK GRIND’la bir şeyler yapıyordum. Muhabbet ederken, aynı müzik tarzını sevdiğimizi anladık ve grubu kurmaya karar verdik. Önce Burak’ı aldık bas gitara.
Erdem: Baslar duyulmuyo ya tabii…
(gülüşmeler)
Burak: Hatta beni gruba aldığınız gün Erdem bendeydi.
Erdem: Nasıl ya?
Burak: Evet, sana söylemedik.
(gülüşmeler)
Levent: Sonra Ulaş’ı aldık ama o bizim yüzümüzden İstanbul’u terk etti, ardından da Erdem geldi vokale.
Peki Erdem, senin katılımın nasıl oldu?
Erdem: Provaya gelsene dediler, iyi dedim geldim, sonra bir daha bir daha çağırdılar.
Birçok grupta çalmış ve bir süredir sahnelerden uzak biri olarak “ne kasıcam yea” diye düşündüğün oldu mu yoksa baya hemen gaza geldin mi?
Erdem: Tam tersi oldu, nasılsa her şey hazır, uğraşacağım bir şey yok diye düşündüm. Çünkü yeni grup kurup grubun birbirine uyum sağlama süreci ve beste yapmaya başlama aşaması falan artık bana eziyet geldiği için, hazır grup var, beleşe konuyoruz deyip girdim.
Levent: Şimdiyse o süreçten zevk alıyor, yeni yaratma sürecinden falan keyif alıyor.
Erdem: Evet, çünkü her şey oturmuş grupta.
Zaten aslına bakarsanız şarkı yazımı kısmı çoğu grup için en rahat olan bölüm. Daha ziyade grup işleri, konser ayarlamaları, promosyon gibi şeyler can sıkıcı geliyor.
Erdem: Aslında o kadar da uğraşmıyoruz, oluruna bırakmış durumdayız.
Levent: Oltayı salladık bekliyoruz gibi bir durum var.
Burak: Yoğun iş hayatlarının elverdiği ölçüde bir şeyler yapıyoruz.
EP’nin canlı kaydedilmesinin ışığında, asıl amacınızın konser vermek ve bunu canlı çalmak olduğu ortada.
Levent: Şöyle düşündük; konserde çalamayacağımız şeyi kaydetmeyelim dedik. Ufak tefek yamalar, süslemeler yaptık tabii ama asıl amaç konserde çalınacak şarkılardı ve bu sayede de bu çiğ sound ortaya çıktı.
Erdem: Bizim kayıttan sonra ben de şuna dikkat etmeye başladım; kanal kayıt tabii önemli, temiz bir şey ortaya çıkıyor ama onu layıkıyla yapabilmek için hakikaten iyi müzisyen olman gerekiyor. Birçok grubun kanal kayıt albümünü dinlerken keyif almıyorum, çünkü öncelikle birbirlerinden çok uzak, soğuk bir sound’da çalıyorlar ve iyi olmuyor. Belki canlı, hatta metronomsuz çalsalar daha iyi bir şeyler çıkacak ortaya.
Hele ki sizinki gibi bir türde bu daha da önemli, çünkü bireysel performansların öne çok çıkmadığı bir tür yapıyorsunuz, bu yüzden de o grup içi kimyayı yansıtan organik sound çok önemli.
Levent: Canlı kayıt da o enerjiyi yaratıyor zaten.
Erdem: Kayıt sonrası fazla da oynamadık. İlk çıkan şey bizim istediğimiz gibi oldu.
Burak: Kayıt öncesinde pedallar, sound’lar konusunda epey araştırma yaptık, denedik falan ama sonuçta herkes birer pedalla işi hallettik.
SÜLFÜR ENSEMBLE’ın yeni şarkılarında da aynı anlayış mı olacak?
Levent: E tabii. Amfi sıcaklığının peşindeyiz aslında. Pedallar, prosesörler elbet var, ama biz bunlara çok bulaşmadan, olabildiğince çiğ ve dijital yan etkilerden uzak tutmaya çalışacağız.
Stoner, sludge gibi şeyleri çok seven bir arkadaşımın “tüm stoner şarkıları güzeldir” diye bir lafı var. Aslına bakınca evet, sludge’ın, stoner’ın genel anlayışını seviyorsan bir şarkıyı kötü bulman için o şarkının başka bir sorununun olması lazım gibi sanki. Bu açıdan sizin şarkı yazımınız nasıl geçti merak ediyorum.
Burak: Bu müziği yapmak için öncesinde baya çalıştık aslında, çünkü daha önce hiçbirimiz bu tür müzik yapmamıştık. Mesela 10 saatlik bir kapanmamız var; o süreçte baya bir şey ortaya çıktı, ameliyat eder gibi her şeyi detaylıca düşündük, bir yere varmayanları attık falan. İlk çıkan şarkı Karaçor’du. Sözleri henüz yoktu. O zaman Erdem grupta değildi, son hâli Erdem’le düzenlendi ve şarkının 8,5 dakika olduğunu hiçbirimiz fark etmedik mesela. Kendi kendine aktı şarkı.
Levent: Şu da önemliydi, rifleri yazıp sonra stüdyoya geldiğimizde çok iyi bir frekansta buluştuk. Bu büyük avantaj oldu. Herkes şarkının nereye gidip gitmeyeceği konusunda fikir sahibiydi.
Erdem: Herkes bir diğerini yönlendirebilecek kafadaydı. Vokali şöyle yap, davulda şunu dene, bas zaten duyulmuyo.
Burak: Bas duyulmuyor abi, öyle bir sıkıntım var benim.
(gülüşmeler)
Burak: Bir de eski gruplarda şarkılarımız genelde kısaydı, NITRO’da falan 3-3,5 dakikada kazıyıp geçerdik ama burada bir acelemiz yok, rahatız, o yüzden de şarkıları uzun uzadıya düzenleyebiliyoruz, içimize sinene kadar uğraşıyoruz.
Sözlerle ilgili olarak bir şey soracağım, ikinci şarkı Plea şeytanla ilgili bir şarkı. Sözleri yazarken, “Türkiye’de yaşıyoruz, ona göre yazalım” gibi bir düşünceniz oldu mu?
Erdem: Çok düşünmedim aslında. Şarkıdaki hikâye, son yıllarda mitolojideki Prometheus’un semavi dinlerdeki şeytanla aynı şey olduğuna yönelik görüşlerden çıktı. Çünkü bakınca, bu kitapların hiçbirinde, şeytanın insana secde etmemek dışında herhangi bir suçu yok. Şeytan hep yoldan çıkaran birisi olarak gösteriliyor ama onun şahsen yaptığı kötü bir şeylerden bahsedilmiyor. Şarkı da bunun üzerine kurulu.
(Burada Emre geldi.)
Türkiye’de metal sektöründeki sorunlardan biri de grupların çalacak yer konusundaki sıkıntıları. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Erdem: Bunun asıl sebebi, çalacak yer olmamasından ziyade mekânların para kazanmak istemesi. Türk grupların, hatta yabancı grupların da, konserleri dolup taşsa, iyi seyirci getirse mekân sorunu olmaz. Doksanlarda mekân azdı ama konser verecek yer bir şekilde bulunuyordu.
Emre: Şimdi de var, seyirci gelse her yer mekân zaten.
Levent: Olay mekândan ziyade seyircisizlik aslında.
Erdem: Yunanistan’da PLANET OF ZEUS ve VILLAGERS OF IOANNINA CITY 2500 kişilik yerde konser veriyor, sold out oluyor. Bunların ikisi de Yunan grup.
Emre: Yerli metale talep olsun da, 5000 kişilik yeri 6 ayda inşa ederler.
Bir de böyle bir durum olunca, gruplar konser veremeyince, vize mize derken yurt dışına çıkamayınca, sanki bir sürü grup Facebook’ta paylaşmalık müzik yapıyor gibi oluyor.
Erdem: Şöyle bir bakınca bir sürü dezavantaj var. Bir kere bu müziği yapmak ucuz değil. Türkiye’de herkes o kadar çok para kazanmıyor. Yunanistan krizde diyoruz ama Yunanistan’da asgari ücret yine bizden daha fazla. Bulgaristan’da bizim kadar para kazanmıyorlar belki ama adamın aldığı maaşın o ülkede kullanılabileceği potansiyel de ona göre. Burada gruplar ağırlıklı olarak büyük şehirlerden çıkıyor; adam işe gidiyor, işten sonra 1 saatte eve gidiyor, sabah erken kalkıp tekrar işe gidiyor. Bu adamlar ne zaman prova yapacaklar, ne yayınlayacaklar, başka şehre konsere nasıl gideceksin, benzin pahalı, herkes araba alamıyor, başka yerlerde çalmaya gidemiyor. Çok fazla şey var, bu yüzden de artık sorgulamıyorum bu tarz durumları.
Emre: Dediğin süper doğru, altına imzamı atarım, ama hepsini kapsayan daha büyük bir eksiklik var. Herhalde o 68 kuşağı, Deniz Gezmiş’ler falan son tutkulu jenerasyondu. Türkiye’de tutku bitmiş. Sadece müziği bırakın; Fenerbahçe, Galatasaray bile bugün küme düşse, iki maç kötü oynasa, maça giden yok. Türkiye’de insanlar tutkusunu kaybetmiş. Bizden daha kötü durumda ülkeler var; Uruguay, Arjantin falan, bizden güçlü metal sahnesi var, yerli grubun konseri için iki saat yol gelen var, dolduruyor adamlar. En basit örneği bizim doksanlarda yaşadıklarımız. Büyük ihtimalle hepimiz öğrenciydik ve hiçbirimizin parası yoktu, Türkiye şu andakinden daha bok bir yerdi. Ama insanlar çok daha fazla emek verip konserlere geliyordu. İşten çıkıp konsere geliyordu. Asıl büyük darbeyi vuran, önce Kenan Evren’in ardından da Turgut Özal’ın yaratmak istediği gençlik; tutkusuz bir gençlik. Çünkü tutkulu insan politik olarak da tutkulu olur.
Erdem: Başına iş açar yani.
Emre: Yaşamdaki tutkun olunca zaten maçtır, müziktir, bu tarz şeylere de sorgulamadan tutkunu yansıtabiliyorsun. Büyük ihtimalle bizim de tutkularımız azalıyor ama… Yok ya dur kendimi yalanlıyorum, tutku azalsa kırk yaşında bu sıcakta müzik mi yapılır amına koyim, deli sikse sokağa çıkmam normalde.
(gülüşmeler)
Böyle olunca da metal herkes için dev boyutlarda bir hobiye dönüşüyor, çabalayıp çabalayıp karşılığını bulamamak da çoğu kişiyi, grubu vazgeçirtiyor.
Erdem: Aslında karşılığını bulamamaktan ziyade şu var. “Aaa metal, eskiden dinlerdik.” Bu yaklaşım herkeste var ve deliriyorum buna. O eskiden dinlediğini niye şimdi dinlemiyorsun? Mesela ben 1987′de dinlediğim şarkıyı şu an dinlediğimde, 1987 yılında ne yaptığımı falan hatırlıyorum, hoşuma gidiyor, oturduğum evi, evin bahçesini hatırlıyorum. Bu insanlarda bu yok işte ve çok acayip. “Çocuktuk dinledik” gibi bakıyorlar.
Levent: Eskiden dinliyordum muhabbetine ben de takılıyorum. Ben bugün ortaokulda dinlediğim albümü dinlediğimde sözlerini ezbere bildiğimi fark ediyorum.
Emre: Bir de zaten eskiden dinlediğin şeyi şimdi dinlemiyor oluşun o müziği değil, seni dandik yapar. Aslında insanların metal dinlemeyi bırakmasında çok büyük bir sorun yok, ama-
Burak: Dinlemeyi bırakmasında sorun yok ama şu var, müziği, eğlenmeyi hayatından tamamen çıkardığında, işte böyle Türkiye oluyorsun. Sadece biz değil, popçularda da benzer şeyler var. Onlar da kitleye ulaşamıyor, AVM’de çıkıp konser veriyor herifler.
Erdem: ANTISILENCE zamanında şöyle bir şey olmuştu. Bankada çalışıyordum müşteri hizmetlerinde. Başka departmanda çalışan biri vardı ve herif bana kıl oluyordu. Biz “Suffer Hits”in albüm kayıtlarını bitirdik falan, orada çalışan başka bir metalci elemanla bunu konuşuyoruz, muhabbet ediyoruz. Bu geldi, “Haa albüm malbüm, e noolcak Grammy alacak mısınız?” falan yaptı. Küçümsedi herif. Bu da her hafta halı sahada maça gidiyordu, ben de “Sen Şampiyonlar Ligi’nde bir maça çık, ben de alacağım Grammy’yi” dedim. Yani adamla aynı şeyi yapıyoruz aslında ama o kendisininkini çok normal gördüğü için benimkini küçümsüyor.
ANTISILENCE demişken, siz doksanlarda ANTISILENCE’la, RADICAL NOISE’la müzik yapan ve doksanlarda ülkemize gelen grupların yarattığı heyecanı tatmış insanlar olarak, bugün konsere gittiğinizde konseri durduğu yerden elindeki küçük telefon ekranından takip eden dinleyicileri görünce ne hissediyorsunuz?
Emre: Bence büyük eğlence kaçırıyorlar.
Burak: Tabii ben de sevmiyorum, ama kaçınılmaz bir şey gibi geliyor.
Emre: Tamam sen yaparsın da 19 yaşındaki adam elinde telefonla…
Burak: Ama o senden daha fazla mobilize olmuş durumda. Hayat şu anda bu 5 inç telefonun içinde yaşanıyor.
Emre: Ama bak, siz hiç şey gördünüz mü? O çektiği şeylere kendisi bakan bir insan gördünüz mü? Hiç kimse bakmıyor. Olay sadece “orada vardım” demek.
Burak: Evet ve şu var, bir konserin açılışını şu kadarcık ekranın içinden görüyor olmak cidden çok saçma bir şey.
Emre: Böyle konularda konuşunca biraz yaşlanma emaresi gibi oluyor, hep yeni yapılan şeyleri kötülemek de istemiyorum ama olay şu; ben tadını biliyorum, keşke onlar da tadabilse.
Erdem: Kesinlikle.
AT THE GATES konserinde en öndeydim, dibimde telefonla çeken adam vardı. Yahu elini uzatsan Tompa’nın ayakkabısına dokunacaksın, cücük kadar ekrandan çekmeye çalışıyorsun. Zaten o kayıt direkt çöp olacak belli.
Erdem: Korkunç bir ses olacak o kayıtta.
Levent: Sadece metal konserleri de değil olay. Eğlenememe sorunumuz var. Seksenleri hatırla, lise çayları olurdu. Breakdance gösterileri falan, herkes eğleniyordu. İyi veya kötü, herkes eğleniyordu. Şimdi bir kafeye git, herkes somurtuyor abi.
Emre: Kafeyi bırak, diskoya gitsen somurtan adam görürsün.
Levent: Seksenlerin o ameleliği bile, diyoruz ya “seksenler ne garip, saçlar acayip, saçma sapan danslar” falan. Abi insanlar eğleniyordu, bu kadar basit. O lise çaylarını görmeniz lazım.
Erdem: Baya kopuyorduk cidden.
Emre: Ama o zaman Türkiye’nin de başka olduğu yıllar. Dünya da başkaydı.
Erdem: Ama ben bugün yurt dışına metal festivaline gidince daha çok eğleniyorum gerçekten. Burayla ilgili bir sorun da var şu an.
Burak: Ben mesela, hiç bilmediğim grupların olduğu bir festivalde, arkadaşlarım orada, açık hava, nefis içki içeceğim, acayip eğleneceğim diye gitmiştim. Sahnede kimin olduğu önemli değil. Bir müzik var, canlı olarak bizim için çalınıyor.
Emre: Hele bir de sahnedeki şey hoşuma giderse canıma minnet.
Burak: Evet, bir tane de iyi bir grup yakalarsam tamamdır. Bütün gece çimlerin üstünde oturup çok eğlenmiştim. Adamlar gelmiş beni eğlendirmek için sahnedeler, ben de eğlenmek için oradayım… İnsanlarda bu yok. “Her hafta MEGADETH geliyor…” Abi o değil olay. Çık bir eğlen. Bir rahatla. Dinlemene gerek yok.
Şarkılar ne kadar kusursuz çalınıyor bakmaya gitmiyorsun ki.
Burak: Aynen. Yoksa bu millet eğlenmiyor diye bir şey yok abi. Doksan sekiz yılında Parkorman’da J&B Dance and Techno festivali olmuştu, 24 saat kesintisiz, APHEX TWIN, ADAM F falan gelmişti. Abi var ya, ne polis böyle bir şey görmüş kimseye karışabiliyor, ne millet böyle bir şey görmüş, nasıl bir eğlence vardı 24 saat. İnanılmaz bir eğlence olmuştu. Dönem dönem ilerleye ilerleye, insanlar mutsuzlaştı. Ben her şeyi buna bağlıyorum.
Yavaştan kapatalım, bu yıl içinde dinlediğiniz en beğendiğiniz albümler neler?
Levent: Ben son 3-4 ay öncesine kadar sadece BLACK SABBATH dinliyordum, neyse ondan kurtuldum, neredeyse takıntı derecesindeydi. Şu sıralar en çok PAGAN ALTAR. Bir de ROYAL THUNDER hoşuma gitti.
Burak: Ben Kadıköylü DIABOLIZER’ın yeni albümüne baya dağıldım. Bir de THE LAST SHADOW PUPPETS, son albüm çok iyi.
Erdem: Ben son dönemde en çok GHOST BATH’in albümünü çok sevdim. Avustralyalı MAMMOTH MAMMOTH var, onlar baya iyi. OATHBREAKER’ın yeni albümünü büyük merakla bekliyorum.
Emre: Çok fazla şey dinliyorum, isim veremiyorum valla.
O zaman son olarak da metale heves eden gençlerimize ne önerirsiniz?
Emre: Tutkulu olsunlar.
Erdem: Evet tutkulu olsunlar, sevsinler, geçici bir heves değil yani. Bizi dinlesinler, konserlere gelsinler.
Burak: Bir de müzik arkeolojisine sarsınlar. İnsinler dibine kadar.
Erdem: Evet, geçen de onu konuştuk. Türkiye’de, müzik yapanlar bile çok fazla müzik dinlemiyorlar. Ben bildiğim pek çok grubu, sevdiğim grupların röportajlarından öğrenmişimdir. Mesela “bu ara şunun albümünü sevdim” demişlerdir, o şekilde öğrenmişimdir. Yerli gruplardan bunu çok az alabiliyoruz. Bizden büyük olsun, küçük olsun. Bir grubun gelip bana METALLICA’yı, IRON MAIDEN’ı anlatmaması gerekiyor artık. PRAYING MANTIS anlatsın mesela en azından.
Levent: Burak’ın dediği müzik arkeolojisi çok doğru bir tanım bence. Metal kültürü, metal müziği inanılmaz bir şey. Geçenlerde Spotify’da tesadüfen KING DIAMOND – “Them”i gördüm. “Vay be, çocukken dinliyordum tekrar bakayım” falan dedim. Abi inanılmaz. Bir saat sürdü yol, yol boyunca sanki bir hikâyeye girip çıkıyorum; “grandma” geliyor falan… Ve aynen şunu dedim: iyi ki metal var ya.
Erdem: Evet.
Levent: Ya inanılmaz bir şey bu.
Erdem: Kesinlikle.
Levent: Gençlerin bunu-
Burak: Nasıl sevmezler-
(gülüşmeler)
Erdem: Hep onu düşünüyorum, bu müzik nasıl sevilmez gerçekten.
kıyak röp. olmuş, ağzına sağlık ahmet. bu adamlar hem çok kafa hemde tecrübeli adamlar, yer aldıkları her projeye kulak vermeye çalışırım (radical noise & antisilence albümleri esane albümlerdir benim için :)
kıyak röp. olmuş, ağzına sağlık ahmet. bu adamlar hem çok kafa hemde tecrübeli adamlar, yer aldıkları her projeye kulak vermeye çalışırım (radical noise & antisilence albümleri esane albümlerdir benim için :)
Ne güzel röportaj olmuş ya. Daha okuyasım vardı, “Yavaştan kapatalım”ı görünce “AAAAOOO….” dedim içimden. :)