# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
DREAM THEATER – The Astonishing [ORTAK İNCELEME]
| 16.02.2016

Her şey konsept için.

Nazım Kemal ÜRE

Uzun zamandır beni bu kadar düşündüren ve hakkında söyleyecek bu kadar fazla şeyin olduğu bir albüm çıkmamıştı. Hali hazırda büyük bir DREAM THEATER fanı olduğum için zaten grup hakkında sayfalarca yazabilirim, ama “The Astonishing”in beni bu kadar şaşırtacağını ve bu kadar uzun bir yazı yazmama sebep olacağını hiç tahmin etmezdim. Albümle ilgili hem olumlu, hem de olumsuz söylenecek çok şey var, o yüzden hemen başlayayım.

Önce albümle ilgili biraz arka plan vereyim. Grup geçen yıl Ekim ayında resmi web sitesine “Seçimini yap!” tadında bir mesaj koyup ziyaretçilerden Grand Northern Empire ve Ravenskill Rebel Militia adında iki gruptan birini seçmesini istedi. Ardından ziyaretçiler hangi grubu seçtiyse onlarla ilgili e-mailler almaya başladılar. E-mail’lerin içeriğinden yeni albümün bu iki grup arasındaki savaşı konu alan distopya temalı bir konsept albüm olacağı tahmin ediliyordu. Kasım ayında grup bu dedikoduları doğrulamakla kalmadı, albümün rock opera formatında hazırlandığını, 2 saati aşkın müzik içeren 2 CD’den oluştuğu ve 2016 yılında çıkacağı turnede sadece bu albümü baştan sona çalacaklarını duyurdu. Ardından hayranlar tam anlamıyla çılgına döndü; çünkü içten içe herkes yıllardır gruptan “Scenes From a Memory” gibi bir konsept albüm yapmasını diliyordu. Sonunda hayaller gerçek mi oluyordu?

Maalesef “The Astonishing”, beklentisi bu yönde olanları hayal kırıklığına uğratacak. Hadi onu geçtim, albümün trailer’ını dinleyip bombastik, fantastik ve epik bir senfonik prog metal albümü dinleyeceğinizi bekliyorsanız, yine hayal kırıklığına uğrayacaksınız. Albümün çok büyük bir bölümü balad formunda! Gitar ve klavye soloları minimuma indirgenmiş. Albümü domine eden enstrümanlar piyano ve akustik gitar… Bu yüzden albümü ilk birkaç dinleyişimde büyük şaşkınlık ve hayal kırıklığı yaşadım. Gerçekten ilk dinleyişlerde albüm 2 saatlik kocaman ve sıkıcı bir balad gibi geliyor. Dahası, şarkılar ilk dinleyişte o kadar çok birbirine benziyor ve albüm o kadar vokal dolu ki, şarkıları ayırmakta güçlük çekiyor ve bir süre sonra LaBrie’nin sesinden yorulmaya başlıyorsunuz.

Fakat eninde sonunda albümü yeterince dinledikten sonra melodiler kafanızda oturmaya başlıyor ve DREAM THEATER’ın (daha doğrusu Petrucci’nin) bu albümde ne yapmaya çalıştığını anlamaya, “The Astonishing”in sihirli dünyasını özümsemeye ve albümden zevk almaya başlıyorsunuz. İtiraf edeyim ki, benim için içine girmesi en zor DREAM THEATER albümü bu oldu. Albümün 2 küsür saatlik süresi de buna etken, ama asıl zorluk albümün eski DREAM THEATER albümleri gibi gitar odaklı değil, vokal ve hikâye odaklı bir albüm olması. DREAM THEATER deyince aklına kompleks şarkı yapıları ve son vites virtüözite gelenlerdenseniz, bu albümün DREAM THEATER tarafından yapıldığına inanmakta bile zorlanabilirsiniz.

Peki Petrucci bu albümde ne yapmak istemiş? Amaç kesinlikle “Scenes From a Memory” gibi müziğin ön planda olup hikâyenin destekleyici rolde olduğu bir albüm yapmak değil, tam tersine konsepti ve hikâyeyi yüceltmek, bunun için de müziği yardımcı olarak kullanmak olmuş. Albüm tamamen bir Broadway müzikali, daha doğrusu bir Disney filmi gibi kurgulanmış. Evet, yanlış duymadınız, Lion King ve Alaaddin gibi Disney filmlerinden bahsediyorum. Zaten Petrucci’nin bu tarz filmlere ilgisi olduğu kızıyla yaptığı akustik Let It Go (Frozen filminden bir parça) cover’ından anlaşılıyordu. Bu albümü yaparken Petrucci müziğini DREAM THEATER’ın yaptığı bir Disney filmi/Broadway müzikali hayal etmiş ve bunu Rudess ile beraber notalara dökmüş. Bu yüzden sözler ve hikâye ilk önce yazılıp, müzik sonradan bunun üzerine oturtulmuş. Eski DREAM THEATER albümlerinde ise bunun tam tersi olurdu, yani bütün albüm önce enstrümantal halde yazılıp sonra şarkı sözleri eklenirdi. Bu da albümün neden bu kadar farklı tınladığını kısmen açıklıyor.Yani grup bu sefer “her şey konsept için” anlayışını benimsemiş.

Peki grup bu konsepti kurmada ne kadar başarılı olmuş diye incelersek, ortaya inanılmaz bir emek konduğunu görebiliyorsunuz. http://www.dreamtheater.net/theastonishing sitesinde ana karakterlerin portreleri ve hikâyenin geçtiği yerlerin haritasını ve resimlerini inceleyebiliyorsunuz. Dahası, http://www.dreamtheater.net/theastonishingtracks adresine giderseniz her şarkının anlattığı olayları detaylı şekilde okuyabiliyorsunuz. Yani Petrucci herhangi bir hikâye yazmanın ötesinde, köklü bir tarihi, mekânları ve karakterleri olan bir Dünya yaratmak istemiş, müzik dışı görsel ve yazısal ögelere harcanan çabada bunu hissedebiliyorsunuz.

Kısaca hikâyeden de bahsedelim. Albüm 2285 yılında, Dünyanın Orta Çağ’ı andıran bir yönetim yapısına döndüğü bir zamanda geçiyor. Bir tarafta İmparator Nafaryus tarafından yönetilen, lüks ve şaşaa içinde yaşayan Great Northen Empire, diğer tarafta ise komutan Aryhs’in emrinde fakir ama yürekli insanlardan oluşan Ravenskill Rebel Militia var. Hikâyeyi ilginç kılan öge ise gelecekte müzik yapmanın yasaklanmış olması. Dünyadaki tek müzik, devasa insansız hava araçları Noise Machine’ler (NOMAC’ler) tarafından üretiliyor, onların da tek yaptıkları yapay zekâ destekli kakafonik elektronik sesler çıkarmak. Arhys’in kardeşi Gabriel yıllardır görülmemiş bir yeteneğe sahip; çok güzel şarkı söyleyip gitar çalabiliyor. Bu da yıllardır NOMAC’lerin gürültülü seslerinden başka müzik dinlememiş insanları derinden etkileyip gelecek için yeniden umut yeşermesine sebep oluyor. Arhys bu rüzgârı arkasına alıp Gabriel’ı seçilmiş kişi ilan ediyor ve Great Northern Empire’ı devirmek için bir harekat başlatıyor. Gabriel hakkında dedikoduları duyan Nafaryus sonunda “kimmiş bu genç bir bakalım” diyor ve ailesiyle beraber sarayından atlayıp Ravenskill’e geliyor. Devamını spoiler olmasın diye yazmıyorum.

Senaryoda başka öyküleri andıran ögeler olsa da (mesela akıllara ister istemez RUSH’ın “2112″ albümü geliyor), genel olarak kurgusu ve finali gayet güzel yazılmış, takip etmesi keyifli bir hikâye. Özellikle yukarıda link’ini verdiğim şarkı açıklamalarını okursanız senaryodan daha fazla keyif alıyorsunuz. Hikâyenin işleyişi ise olaylardan çok karakterlerin aralarındaki ilişkilere ve kendi iç sesleriyle yaptıkları diyaloglara dayanıyor. Zaten neden albümde bu kadar fazla balad olduğunu o zaman anlıyorsunuz. Şarkıların büyük bir bölümü karakterlerin kendi iç hesaplaşmalarını, heyecanlarını ve düşüncelerini anlatıyor, böyle olunca da arka plan müziği olarak baladların kullanılması çok mantıklı. Aynı Disney filmlerinde karakterlerin kendi kendilerine söyledikleri şarkılar gibi. Daha yüksek tempolu şarkılar sadece hikâyede kilit bir olayın olduğu noktalarda devreye giriyor.Şarkı sözlerinde ise genelde şiirsel bir hava ve romantik bir sembolizm var. Ben özellikle “Song bird stops to listen when he sings” ve “I treasure you more than diamonds in my crown” dizelerini sevdim.

DİKKAT HİKÂYE İLE İLGİLİ SPOILER

Hikâyenin en sevdiğim kısmı finalde Arhys’i öldüren ve Faythe’i ağır yaralayan Daryus’un Gabriel’ın çığlığı ile sağır olması oldu. Yıllardır elektronik gürültü dinledikten sonra müziğin geri geldiği, her tarafın olağanüstü şarkılarla dolduğu bir dünyada sağır olmak… Bundan büyük bir ceza düşünemiyorum. Yalnız bu detay şarkı sözlerinden çok iyi anlaşılmıyor, yukarıdaki link’ten şarkı bilgilerini okumanız lazım.
Senaryo ile ilgili bende hayal kırıklığı yaratan iki nokta var. Birincisi, NOMAC’lerin yeterince kullanılmamış olması. Hikâyeden NOMAC’leri çıkarırsanız olay örgüsünde hiçbir şey değişmiyor. Oysa ki gayet enteresan bir öge olan NOMAC’ler senaryoya daha iyi entegre edilebilirdi diye düşünüyorum. İkinci hayal kırıklığı ise hikâyede Empire ve Ravenskill arasında gerçek bir muharebe yaşanmıyor olması. Sadece Arhys ve Daryus’un kılıç düellosu var. Bence burada grup epik bir savaş şarkısı yapma fırsatını geri tepmiş.

SPOILER BİTTİ

Müziğe geri dönersek, albümden en çok hoşuma giden şeylerden biri aynı gerçek bir müzikalde olduğu gibi karakterlerin belli başlı müzik tarzları ile özdeşleştirilmesi oldu. Örneğin Labrie Arhys’i canlandırırken arkada daha çok militarist tınılar çalıyor. Gabriel ve prenses Faythe’in müzikleri yumuşak ve dingin. Lord Nafaryus’un müzikleri tango, caz ve swing gibi eski müzik formlarını hatırlatıyor. Prens Daryus şarkı söylerken ise genelde 7 telli gitardan çalınan sert müzikler ona eşlik ediyor.

Albümle ilgili mutlaka bahsedilmesi gereken bir nokta da grubun enstrümantal olarak dışarıdan en fazla yardım aldığı albüm olması. Albümde gruba geçmişte Muse, Michael Jackson ve Adele gibi isimlerle çalışmış David Campbell orkestra ve koro aranjmanlarında yardım etmiş. Özellikle yaylıların tek başına ilerlediği bölümlerde inanılmaz bir sound yakalanmış. Koro da bazı kilit noktalarda şarkıları bambaşka yerlere taşımış. Örneğin Dystopian Overture’un girişi ve Gift Of Music’teki “My brother Gabriel is all the hope we need” kısımları gibi. Ayrıca albümde gayda gibi DREAM THEATER albümlerinde daha önce rastlamadığımız enstrümanlar da var.

Albüm aslında şarkı şarkı ayıklanmadan bir bütünmüş gibi incelenmeyi hak ediyor, fakat ister istemez bazı parçalar diğerlerinden daha fazla öne çıkıyor. Bence açık ara en keyifli şarkılar Nafaryus’un başrolde olduğu “Lord Nafaryus” ve “Three Days”. Grup burada QUEEN’in 70’lerdeki hâli gibi progresif ve teatral bir hava yakalamış. LaBrie’nin vokal kullanımı da hafiften Mercury’yi andırıyor. Dystopian Overture uzun süredir grubun yazdığı en iyi enstrümantal şarkı, albümdeki tekrar eden ana melodileri çok güzel birbirine bağlamış. Tekrar eden melodiler derken, bir konsept albümden beklendiği üzere albümün her tarafının bunlarla dolu olduğunu belirtmek lazım. Hangi şarkının hangi şarkıya melodi olarak referans verdiğini bulmaca gibi çözmek epey eğlenceli.

Öne çıkan şarkılara geri dönelim. Albüm çıkmadan yayınlanan Gift of Music ve Moment of Betrayal izole şekilde dinlemek yerine albümün içinde dinlendiğinde çok daha etkili olmuş. İlk CD’de diğer akılda kalanlar, A Savior In The Square’ın en başında yaratılan atmosfer ve ardından zekice When Your Times Has Come’a bağlanışı, A Life Left Behind’ın nefessiz bırakan introsu ve A New Beginning’in en sonunda Mangini ve Myung’un leziz groove’unun üstüne atılan Petrucci solosu. Bu uzun ve dumanlı solo Petrucci’nin kariyerindeki top 10 sololardan biri olabilir. İkinci CD ilkine göre bence daha sönük kalmış. Heaven’s Cove’da yaratılan büyülü atmosfer ve Path That Divides’daki hızlı geçişler dışında aklıma kazınan fazla yer olmadı. Bir de Our New World var, şarkının girişindeki gitar rifi sizi göğe fırlatıyor ve ardından grubun yazdığı en müthiş nakaratlardan biri geliyor. Bu şarkının konserlerde seyirciler tarafından boğazlar patlarcasına söyleneceğini tahmin ediyorum.

Şarkılarla ilgili genel eleştirim, her ne kadar sonradan buna alışsam da yumuşak/sert şarkı oranının fazla yüksek olması. Buna bir de şarkıların açılışlarının birbirini fazlaca andırması eklenince (34 şarkıdan en az 10 tanesi yumuşak piyano vuruşlarıyla başlıyor), özellikle ilk dinleyişlerde albüm çok sığ ve düz geliyor. Bu tamamen benim kişisel görüşüm, ama albüm istediği kadar Broadway havası yakalamak istesin, ben yine de sert ve yumuşak şarkılar arasında daha dengeli bir yaklaşım olmasını isterdim. Zaten bu tamamen DREAM THEATER’ın uzmanlık alanı olan bir şey; daha önce aynı albüme Fatal Tragedy – Finally Free, ya da Test That Stumped Them All – Solitary Shell gibi mükemmel sert-yumuşak şarkı çiftlerini yerleştirebilmiş bir gruptan bahsediyoruz. “The Astonishing”de ise kaliteli sert bir şarkının eksikliği çok hissediliyor.

Hadi sert şarkı olmamasını konsepti göz önüne alarak es geçelim, yine de bence bir albümün efsane olabilmesi için ne olursa olsun en az 2-3 tane “ağır top” denen ve dinleyiciyi başka boyutlara gönderen parçaya sahip olması lazım. Örneğin “The Astonishing”e benzer yapıda olan konsept albümlere bakalım. SAVATAGE’ın rock operalarından “Streets” albümü Believe gibi insanı duygusal olarak mahveden bir şarkıyla bitiyor, PINK FLOYD’un “The Wall” albümünde Comfortably Numb gibi klasikleşmiş bir eser var, MARILLION’un “Brave” albümünde Living The Big Lie gibi müthiş bir açılış şarkısı var. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler, örnekler çoğaltılabilir. Maalesef “The Astonishing”te bu tarz “büyük” şarkıların eksikliği çok hissediliyor. Bu yüzden “The Astonishing”in çok iyi bir albüm olduğunu kabul etsem de, onu kutsal üçlü olarak gördüğüm “Images and Words“, “Scenes From A Memory” ve “Six Degrees of Inner Turbulence” albümleri arasına koyamayacağım gibi gözüküyor.

Kişisel performanslara geçelim. Albümün yıldızı doğal olarak LaBrie. Sözlerin müzikten önce gelmesi en çok ona yaramış ve her yeri müthiş vokal melodileriyle doldurmuş. Daha gençken kaydettiği ve sesinin form olarak zirvede olduğu “Images and Words” – “Awake” dönemini bir kenara bırakırsak, bence kariyerinin en iyi performansını burada sergilemiş. Fakat albüm çıkmadan önce baya reklamı yapılan 7 farklı karakteri farklı ses tonları ile canlandırma olayı tamamen bir fiyasko. Neredeyse bütün karakterleri birbirine yakın tonlarda seslendirmiş LaBrie, şarkı sözlerine bakmadığınız sürece karakterleri ayırmanız çok zor. Tek istisna Lord Nafaryus. LaBrie onu gerçekten oldukça teatral şekilde, yaşlı ve acımasız bir diktatör olarak seslendirmiş. Zaten Nafaryus’un başrolde olduğu şarkıların bu kadar keyifli olmasının bir sebebi de bu.

Petrucci büyük bir fedakârlık yaparak kendini olabildiğince geri plana çekmiş. Albümde gitarlar çoğu zaman destekçi enstrüman rolünde. Toplasanız 2 saatlik albümde 5 ya da 6 tane gitar solosu var. Elektro gitarın yanı sıra akustik gitar da hiç olmadığı kadar bol kullanılmış. Rudess de benzer şekilde kendini dizginlemiş, klavye sololarının sayısı gitar sololarından bile az. Onun yerine bol bol akustik piyano çalmış. Dedim ya “her şey konsept için” mantığı benimsenmiş diye, düşünün artık kendi enstrümanlarının en büyük soloistlerinden olarak bilinen adamlar bile sırf hikâyeyi dozunda anlatmak için kendilerine dur demesini bilmişler.

Myung ve Mangini ise bu albümde daha çok konuk müzisyen gibi takılmışlar. Ama bu doğal bir seçim; Petrucci ve Rudess’in arka planda kaldığı bir albümde onların da geride takılması çok normal. Arada parladıkları yerler var, mesela Mangini’nin Three Days’te yaptığı davul oyunları şahane. Benzer şekilde A Moment of Betrayal’da Myung uzun süredir yapmadığı bir harekete girişip şahane bir unison çalmış. Yumuşak şarkılarda da lezzet katan ufak bas süslemeleri var. Ama genel olarak albümde öyle akıl alan bir davul-bas performansı yok, zaten albümün yapısı da buna uygun değil.

Prodüksiyondan da bahsedip yavaş yavaş yazıyı toparlayalım. Önceki albüme kıyasla miksaj ve mastering konusunda hem ilerlemeler hem de yerinde sayan olumsuzluklar var. Bence mastering konusunda büyük bir gelişme var. Bir önceki albüm ölümüne kompreslenmiş, dinamiklerden yoksun ve çok yüksek sesli bir sound’a sahipti. Bu yüzden albümü dinlemek uzun vadede dinleyiciyi yoruyordu. Bu albümde ise çok daha nefes alan bir mastering var. Şarkılar kulağa çok daha dinamik geliyor. Yerinde sayan olumsuz nokta ise davul sound’u. Maalesef aynen bir önceki albümdeki gibi davul kulağa ruhsuz bir makine gibi geliyor. Özellikle yumuşak şarkılarda bu mekanik ton çok sırıtıyor. Mangini açısından bu duruma çok üzülüyorum. Canlı videolarını izlerseniz adamın aslında ne kadar geniş bir dinamik yelpazede çaldığını çok net duyabiliyorsunuz. Fakat miksajdan sorumlu Chycki, adama o kadar kompresli ve dinamiksiz bir davul tonu çekiyor ki, Mangini’nin Portnoy’a kıyasla ruhsuz ve gereksiz teknik bir davulcu olduğu yanılmacası ortaya çıkıyor. Umarım gelecek albümlerde bu sorun düzelir.

Sonuç olarak, bu albümün DREAM THEATER hakkındaki iki önemli önyargıyı sonunda kıracağına inanıyorum. Birincisi, “DT formülasyona bağlamış, hep aynı albümleri çıkartıyor” ön yargısı. Herhalde hiçbir formül grubun bu kadar melodik ve teknik şovdan uzak bir albüm çıkaracağını ön göremezdi, o yüzden “DT artık şaşırtmıyor” diyenleri ben fazla ciddiye alamıyorum. İkincisi ise “DT tamamen teknik şov grubu, hiç duygu yok” önyargısı. Buyurun işte karşınızda 34 şarkılık bir çift albüm, içindeki şarkıların çok büyük kısmı balad ve toplamda 4-5 tane gitar ve klavye solosu var. Alın size teknik şov grubu.

“The Astonshing” bence dinleyicileri keskin şekilde ikiye bölecek. Kimi albümü sıkıcı ve bayık bulacak, kimi ise grubun son dönemlerde çıkarttığı en heyecan verici ve keyifli çalışma olduğunu söyleyecek. Ben ortalarda bir yerdeyim. Albümü yeterince zaman tanıdıktan sonra çok sevdim, ama dediğim gibi yanarlı dönerli sert prog bölümlerinin ve nokta atışı yapacak büyük bestelerin eksikliği hissediliyor ve albümdeki olmuşluk hissi iki CD’nin tamamına yayılamıyor. Yine de, 30 seneyi devirmiş bir grubun risk alması, bu kadar büyük bir projeye girişmesi ve sırf konsepti ön plana çıkarmak için kendilerini teknik olarak dizginlemesi bana inanılmaz etkileyici geliyor. Belki “The Astonishing” benim için efsane DREAM THEATER albümleri arasında yer almayacak, fakat bu albümle birlikte Petrucci ve Rudess’e olan saygım kat be kat arttı. Bu yenilikçi ve risk almaya açık ruhun sonraki albümlere de yansıyacağını umut ediyorum.

Eren BAŞBUĞ

Uyarı: aşağıdaki konuşma gerçekte yaşanmamıştır ve tamamıyla benim hayal ürünümdür, albümün ilk yazım döneminde böyle bir konuşma geçtiğini tahmin ediyorum.

John ve Jordan Dream Theater’ın geleceği ve müzik endüstrisinin genel durumu hakkında konuşmaktadırlar:

JR: Bir sonraki albüm için bir planın var mı?
JP: İnsanlar artık müzik dinlemeye ne fırsat bulabiliyor ne de vakit ayırıyor Jordan… (içinden: Bunu sözlere yazmalıyım.) Son albümde beklenenin aksine kısa şarkı formları denedik biliyorsun, yine de memnun edemedik.
JR: Bu zamansızlık içerisinde insanlara sunacağımız bir sonraki albüm ne olmalı sence?
JP: İki saatten daha uzun bir albüm yapmalıyız- beter olsunlar, oturup dinlesinler! Hoh hah!
JR: Fakat John… Tam tamına iki saat albümü nasıl doldururuz? Yarısını enstrümantal yapsak dünya ikiye bölünür, bu sefer gerçekten parmaklarımız kopabilir.
JP: Yavaştan alırız J, sakin piyanolarla başlarız… Yıllardır içimizde kalan baladları, melodileri, armonileri çalarız.
JR: 4/4 yani?
JP: 4/4… O yüzden ikimiz kapanıp bestelemeliyiz bu albümü, tehlikeye girmemek için.
JR: Pekii konusu ne olacak? “Scenes”e Part III mü yazacağız?
JP: Hayır, aklımda bambaşka bir konsept var. Son albümlerdeki orkestra elementlerini alacağız, Broadway müzikallerini alacağız ve tabii ki Dream Theater’ı biz yapan her şeyi alacağız, ve bir hikâye anlatacağız. İnsanların müzik dinlemediği, gürültü makinelerinin çalıştığı bir gelecekte geçen, tabii ki entrikalar içeren bir yönetim altında hayatta kalmaya çalışan isyankâr bir grup içerisindeki sesi gür karnı tok alnı açık kahramanımız, sesiyle hem kralın kızını alacak hem de dünyayı kurtaracak.
JR: Yok artık. İstanbul konseri sırasında çok mu rakı içtin sen? Biraz Yeşilçam, biraz Romeo & Juliet, biraz distopya…
JP: Sen onu bunu geç, aldım yedi telliyi giriyoruz Si minörden haydi bakalım… (Dystopian Overture denemeleri başlar.)

Dream Theater iki saatten fazla süren yeni albümü “The Astonishing” ile Mike Portnoy’un ayrılmasından beri ilk defa gerçek anlamda şaşkınlığa yol açacak bir adım attı.

“A Dramatic Turn of Events” (2011) ve “Dream Theater” (2013), müzikal anlamda grubun milenyumun ilk on yılını belirleyen yapımcısını kaybetmenin iç sarsıntısı ile bizleri pek de şaşırtmayan, daha çok özünü (2000’ler itibarıyla olan) tekrar keşfettiği müzikler ortaya sunduktan sonra DT’nin nereye doğru yol alacağı büyük bir merak konusu oldu. Hele ki grubun ismini taşıyan bir albümden sonra ne olabilir ki… Diye düşünüp dururken, her seferinde albüm-promosyon-tur-tatil tekrarını çekinmeden sosyal medyada duyuran DT elemanları derin bir sessizliğe büründü. Mike Mangini’den stüdyoda olmadığına dair haberler, Jordan’ın John Petrucci ile stüdyo dışı buluşmalarıyla iyice merak uyandırdıktan uzun bir süre sonra, “The Astonishing”in detayları hem uzunluk hem konu hem de yazım süreci olarak herkese büyük bir sürpriz oldu. Önemli bir detay, Dream Theater’ın 30. yılını kutluyor olması ve bu yıl dönümünün cesaretiyle John Petrucci’nin bu denli büyük bir projenin altına girmesi…

Bildiğiniz üzere Dream Theater’ın konsept ve hikâye ile deneyimi oldukça geniş, bu nedenle de “The Astonishing” ile ilgili ilk beklentiler bir hayli yüksek oldu. Şimdiye kadar Dream Theater her zaman müziği ön planda tutarak hikâyeleri anlatmışken, ilk defa hikâyeyi ön plana alıp, müziği de hikâyeyi bir film gibi işlercesine kullanıyor. “Scenes…”, “Six Degrees…” ve “12-Step Suite”te durum tam olarak böyle değildi, sözler ve müzik her ne kadar hikâyeyi barındırsa da, müzik her zaman ön plandaydı. “The Astonishing”in hikâyesi Dream Theater’ın şu ana kadar yarattığı en büyük hikaye olarak yazım sürecini en başından etkiliyor. John Petrucci’nin kaleminden deneyimlediğimiz hikâye, John’un çok fazla kendi isteği dışına çıkmaması ve daha rahat çalışabilmesi adına müzikal olarak sadece Jordan Rudess ve kendisinin bestelerinden oluşuyor. Elbette ki böylesine bir bestecilik fırsatı ayağına kadar gelen Jordan hiç durmamış ve… O da ne? Tahmin edilenin aksine ne ciyuv ciyuv ne biyuv biyuvlar duyuyoruz. Son solo albümlerindeki gibi sade ve duygusal piyano partileriyle Jordan, bütün albüme ismini işlemiş. John Myung ve Mike Mangini bu anlamda albümün bestelenmesinde yoklar ve elbette ki albümde etkilerini (ya da etkisizliklerini demek daha doğru olur) duyabiliyoruz. Birkaç spesifik nokta hariç, bas ve davullar olduğu gibi müziği takip ediyor, sadece destekliyorlar. Vokallere ve James LaBrie’ye gelirsek, hikâyedeki sekiz farklı karakteri tek başına sırtlanan James ışıl ışıl ışıldıyor bütün albümde, Ayreon’da karakter canlandırmasında ne kadar başarılı olduğunu gördükten sonra, “The Astonishing” James’in bütün yeteneklerini ortaya koyması için harika bir fırsat olmuş; hikâye nedeniyle vokaller fazlasıyla ön planda ve tehlikeli. Bütün bu durumu şakayla karışık özetlersek, “The Astonishing”, sanki James LaBrie’nin yeni solo albümü için John Petrucci ve Jordan Rudess’tan bestelemesini istemesi üzerine, onların hikâyeyi ve müziği yazıp davul ve bas için John Myung’ı ve Mike Mangini’yi çağırdığı bir albüm olmuş.

Bu dev yapıtı sağlıklı değerlendirebilmek için, hikâye ve müziği ayrı ele alıp sonra hikâyenin müziğe ve müziğin hikâyeye ne kadar sağlıklı hizmet ettiğini anlamak daha doğru olur.

Hikaye olarak, yıl 2285, teknolojik olarak belli konularda ilerlenmiş fakat bire bir savaş gibi bazı konularda Orta Çağ’a geri dönüş yapılmış bir dünyada, insanların artık müziğe vakit ayırmadığı/ayıramadığı ve sadece makineler (NOMAC, noise machines) tarafından üretildiği bir dönemde, kötü duruşlu bir krallık ve ona karşı isyankâr olan bir grup ile o grupta sesi gür olan bir ana karakter ve kardeşi, kralın kızı, aralarındaki aşk, birliktelik, entrika, ölüm ve ihanet gibi konular ile John Petrucci, günümüzde hayli sık karşılaştığımız gelecek distopyasının kendi versiyonunu sunuyor. Hikâye her ne kadar detaylı ve boylu boyuna işlense de, özünde ne kadar ilgi çekici olduğu tartışılabilir. Biraz yeşilçam, biraz Romeo & Juliet, biraz teknoloji. Albümun konusu kişisel olarak çok beni baştan çıkartmasa da, bu çapta yapılan bir proje için biraz da temkinli gidildiği izlenimi bırakıyor. Peki bu hikâye müzikal olarak nasıl işleniyor ve müziğin kendi ayakları üzerinde duruşu nasıl dengelenmiş?

Bir konsept albümü, hele ki konsept ön plandayken eleştirmek ve grubun bütün diskografisiyle karşılaştırmak kolay bir iş değil. Bir albüme ya da müziğe hikaye vermek, hikayenin doğru aktarımı için alınabilecek bütün kararları geçerli kılıyor, iki saatten daha uzun olan bu albümün çoğunun 4/4 gitmesi gibi mesela. Dream Theater karmaşık ritm yapılarıyla bilinirken, albümün büyük bir kısmının 4/4 balad olarak gitmesi, hikâyenin bunu gerektirmesi ile kolayca açıklanabilir. Ben kişisel olarak bu durumda doğru bir karar verilmiş olduğuna kanaat getiriyorum, hikâyeyi kötü işlemek uğruna karmaşık Dream Theater müziği dinlemeyi tercih etmezdim. Müzikal olarak en şaşırtıcı detaylardan birisi, albümdeki soloların azlığı ve inanmayacaksınız evet ama gitarların arka plana alınmış olması, piyanoların haylice bolluğu ve ön planda olması, ve tabii kişisel favorim – bütün albümün üzerinde canlı orkestra ve koro kaydı olması [Türkçesi: yıllardır DT’nin kanına girerek yaptığım sinsi planlarımın gerçekleşmesi :)]… Dream Theater kataloğunu göz önünde bulundurduğumuzda, John Petrucci’nin olgunlaştığını, hayatının bir sonraki bölümüne geçtiğini ve o bölümü bu önümüzdeki Kasım altmış yaşını doldurarak tamamlayacak Jordan’ın ona nasıl yol gösterdiğini hissedebiliyoruz. Sanki ikisi de, yıllardır Dream Theater’a gelen “çok ruhsuzlar, bili bili vıy vıy anca nota çalıyorlar, DT bitmiş, bu müzik mi” gibi yorumlara “madem öyle, alın size saf tertemiz müzik” şeklinde bir cevap vermek istemişler gibi.

Böylesine büyük bir projeden öğrenilecek derslere gelirsek: takdir edilir ki günümüzün inanılmaz düşük dikkat seviyesinin aşırı hızlı içeriklerle tatmin edilerek daha da aşağıya çekildiği bugünlerde iki saatten daha fazla süren bir albümü tek oturuşta dinlemek kolay olmuyor, hele ki içinden tek tek parça çıkarıp dinlemenin basit olmadığı, tamamı bir bütün olarak değerlendirilen bir albümde. Diğer yandan, bu kadar fazla olayı ve karakteri tek tek ele alan bir albümde, prodüksiyonu renkli tutmamak, örneğin: “Images and Words” döneminden bildiğimiz levye ile çalınıyormuş gibi duyulan snare tonunun bütün baladlarda aynı kalması, davulların haylice trigger’lanmış olması parçaların ruhunu engelliyor, özellikle en sakin anlarda davul ve gitar prodüksiyonun büyüklüğü, küçük bir kıza yapılmış yetişkin makyajı gibi kalıyor. Beste olarak, Dream Theater’ın bildiğimiz formülünün dışına çıkmasının etkilerini hissediyoruz, fikirler çok çabuk harcanıyor, bir daha geri gelmiyor ve fikirlerin bağlantıları zayıf. Bazen de tam tersine bir fikir çok fazla tekrarlanıyor ve sıkıcılaşabiliyor, A Life Left Behind’ın nakaratı gibi mesela. İki perdenin açılış parçaları Dystopian Overture ve 2285 Entr’acte her ne kadar albümdeki çoğu temayı bir araya getirse de, albümü en başından sonuna kadar değerlendirdiğimizdeki tematik kopukluğu, zaten hayli uzun olan sürenin geçmesine yardımcı olmuyor, dağılabiliyor ve temaların akılda kalıcılığı zorlaşıyor. Bu anlamda The Gift of Music albümdeki en bütün ve tahminen ilk bestelenmiş olan parça, grubun bilindik formunu takip ediyor sonunun başka bir yere bağlanması hariç. Mesela Ravenskill’in açılışındaki tüyleri diken diken eden büyüleyici atmosfer oradaki birkaç dakika parlaması hariç geri dönmüyor, 70’lerin başına özellikle YES’e bir tribute gibi açılan A Life Left Behind’daki fikir ve hava bir daha geri dönmüyor, Three Days’in sonunda bir anda 1940-50′ler New York Swing’e merhaba deyip kaçarken A New Beginning’in sonundaki Michael Jackson hissinde olan groove bir daha dönmüyor. Bütünlük açısından ve fikirlerin yeterince geliştirilip geliştirilmemiş olması açısından sorgulanabilecek noktalar.

Bütün bu eleştirinin üzerine albümdeki sevilen yerleri yazmak ve betimlemek, “The Astonishing”in kitabını yazmak gibi olur; dinleyip deneyimlemek en iyisi. Ama kısaca kişisel favorilerim Jordan’ın bütün piyano partisyonları, Ravenskill’in açılışı, The Gift of Music, A Savior in the Square, Three Days, Act of Faythe, Our New World ve elbette ki James LaBrie’nin olağanüstü performansı.

Beş yılda “Black Clouds and Silver Linings”den “The Astonishing”e, nereden nereye… Dream Theater’ın hangi role bürünürse bürünsün belli bir kalite standardını her zaman tutturması bizi şaşırtmasa da, neredeyse iki buçuk saatlik bu rock-operasının kataloglarına yeni bir müzikal boyut kazandırması, bundan sonra neler yapabileceklerine dair soru işaretleri ve heyecan yaratıyor. Albümün dünyasının içine gerçek anlamıyla Dream Theater tura çıkıp hepsini bir kerede operadaymışız gibi izlediğimizde girebileceğimizi düşünüyorum. James LaBrie’ye vokal performansı için 10/10, John Petrucci’ye hikâye ve konsept olarak 7/10, Jordan ile birlikte beste olarak 8/10, Mike Mangini’nin davul partileri ve davul prodüksiyonuna 7/10, John Myung’ın sessizce ona verilen partileri çalmasını notlandıramıyorum- David Campbell’in koro aranjman ve orkestrasyonlarına 9/10 veriyorum.

(8+8)/2=8/10
Albümün okur notu: 12345678910 (6.23/10, Toplam oy: 83)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
2016
Şirket
Roadrunner
Kadro
James LaBrie: Vokal
John Petrucci: Gitar, prodüksiyon, hikâye
Jordan Rudess: Klavye
John Myung: Bas
Mike Mangini: Davul
Şarkılar
CD I
01. Descent of the NOMACS
02. Dystopian Overture
03. The Gift of Music
04. The Answer
05. A Better Life
06. Lord Nafaryus
07. A Savior in the Square
08. When Your Time Has Come
09. Act of Faythe
10. Three Days
11. The Hovering Sojourn
12. Brother, Can You Hear Me?
13. A Life Left Behind
14. Ravenskill
15. Chosen
16. A Tempting Offer
17. Digital Discord
18. The X Aspect
19. A New Beginning
20. The Road to Revolution

CD II
01. 2285 Entr’acte
02. Moment of Betrayal
03. Heaven’s Cove
04. Begin Again
05. The Path That Divides
06. Machine Chatter
07. The Walking Shadow
08. My Last Farewell
09. Losing Faythe
10. Whispers in the Wind
11. Hymn of a Thousand Voices
12. Our New World
13. Power Down
14. Astonishing
  Yorum alanı

“DREAM THEATER – The Astonishing [ORTAK İNCELEME]” yazısına 15 yorum var

  1. Konstopya says:

    Hocam çok uzun yazmışsın eline sağlık da dinledikçe alışır tezi genelde bi şekilde bu tarz gruplarda illaki olan şey.Ben Petrucci’yi çok geride buldum, bana göre gitarın tanrısı kendisi dolayısıyla bol bol sololar riffler melodiler duymak istiyor insan.Albüm hakkında net kritiğimi henüz yapmıycam.Albüm çok uzun ve henüz 5-6 kere dinleyebildim.Bakalım senin gibi ben de olumlu şeyler aktarabilirim umarım

  2. Emre Koçak says:

    Dream Theater’ın zayıf noktalarından biri vokalli müzik yapıp, vokali sonradan müziğin üstüne oturtmaya çalışmasıydı. Bu albümde hikayeye müzik yazılmasıyla LaBrie’den düzgün performans görmüş olduk sonunda. Şarkı yazımı konusunda dört dörtlük bir albüm.

    Ses prodüksiyonuyla uğraşıp, bu konuda doktora yapan bir insan olarak albümün prodüksiyonu bence ders olarak okutulmalı – zayıf kalan noktalara dikkat çekmek için:

    1. Enstrüman dinamiği ve performansa etkisi: Mike Mangini davulların sample olmadığını iddia etse de Facebook yoluyla, bence davullar hem beat detective’le grid’e oturtulmuş, hem de sample kullanılmış. Albümü en az 10 defa dinledim ve kit’in hiçbir elementinin vuruş hızı değişik değil, tom’lar parçalardan bağımsız olarak hem aynı ton ve dinamikte duyuluyor. Snare zaten baştan sona hiç değişmiyor. Zillerin davul prodüksiyonu içindeki ve müziğe göre olan balansı zaten bir acayip.

    Mike Mangini’nin Avustralya klinik turnesi sırasında üniversiteme gelmesi sebebiyle canlı ses prodüksiyonunu yapma imkanım olmuştu. İlk elden Mike Mangini’nin davul sesinin albümdeki davul sesiyle hiç alakası olmadığını söyleyebilirim.

    Kendi grubunda çalan müzisyenler, albümlerine prodüktör olarak katkıda bulunduklarında sonuç ya iyi ya da kötü oluyor. Miks dengesinden dolayı gitarlar David Campbell’ın yaylı ve orkestral aranjmanlarını gölgeliyor albümün çoğunluğunda. Ki zaten gitarlar da davul gibi aşırı kompresli olduğundan performans iyi olsa da yumuşak ve sert kısımları dinamikler açısından ayırt etmek mümkün değil.

    John Myung’u pek duymadım ben birkaç yer harici. O yüzden onun dinamiklerinden bahsedemiyorum.

    2. Miks dengesi: Orkestra kayıtları yapıp orkestrayı gitarın altına gömmek bence pek mantıklı bir hareket değil, aynı olay Breaking the Fourth Wall DVD’sinde de var. Eren Başbuğ’un aranjmanlarını müzisyenlerin el kol hareketi olarak izledik nerdeyse. Petrucci, büyük bir Rush hayranı olarak bence Rush’ın prodüksiyonunu taklit etmeye çalışıyor ama Rush bir trio olduğundan dinamiği tamamen farklı Dream Theater’la kıyaslandığında.

    Trigger davullar ve dinamik yoksunluğu prodüksiyon konusunda bence albümün çok iyi bir demo’ymuş gibi duyulmasına sebep oluyor.

  3. border66 says:

    Öncelikle bu albümü beğenmediğimi söylemek isterim.İki yazıyı da dikkatle okudum ancak gelecek nesillere gerek konsept gerekse ‘gift of music’anlamında hiçbirşey bırakamayacak olan bu albümü bir daha dinleyeceğimi sanmıyorum.Yalnız beni şaşırtan Eren Başbuğ’un yazısı oldu. Grupla hatırı sayılır vakit geçiren,mesai yapan Eren oldukça objektif bir eleştiriye imza atmış,takdir ettim helal olsun.Labrie’nin iyi yazılmamış,vasat vokalleri haricinde yazının büyük kısmına katılıyorum.

  4. Ufuk Kaya says:

    Yoğunluktan ötürü albümün içine girebilmek çok zorlayıcı olmuş, ki bundan kritikte de bahsedilmiş. Daha çok, daha dikkatli dinlemek lâzım.

    Albümle ilgili yorumlarımı geçecek olursam, bir konu çok sinir bozucu: İnsanların, albümü tek dinleyişte veya albümdeki birkaç parçayı dinleyip bırakarak notlandırması. E sen tek dinlemede, tek dinleme olduğu için bütün bir yoğunluğu kapsayamayan bir dikkat(sizlik)le albüm hakkında karar verebildiysen “off sikko albüm ya”, “ruhsuzlar ruh için kasıp batırmış” tipi yorumlarını nasıl güvenilir bulayım?

    Bu yorum tipleri daha gider aslında böyle. Herkese iyi dinlemeler.

  5. burock1988 says:

    Bana göre albüm çok başarılı. Scenes from a memory’den beri yaptıkları en iyi albüm. Dystopian Overture şu ana kadar yaptıkları en iyi albüm girişi olmuş. Gerek anlattığı hikayeyle gerek bestelerle albüm klasik olmuş.

  6. Serkan Akcan says:

    Müzik olarak çok zayıf, anlamak için çok detaylı. Hızlı tüketimin hakim olduğu dünyada beyhude bir çalışma. İki tur dinledim, üçüncüyü dinlemeye gücüm ve zamanım yok.

  7. Ratatap says:

    Portnoyun davullari olmadan benim icin dream theater malesef eski tadindan cok uzak

  8. zombikids says:

    Mangini metal davulcusundan çok şov davulcusu bance.

  9. obi256 says:

    dream theaterın uslubunun yada tarzının diyeyim, kendine has özelliğinden birisi zaten şarkıyı defalarca dinleyip melodiyi kafada oturtmak. a change of seasons olsun metropolis part 2 nin çoğu şarkısı vs. örneğin ytse jam i defalarca dinleyip her enstrümandan hem aynı hem ayrı ayrı farklı haz almadık mı? biz progresifçi dedeler olark 85 küsür yaşımızda bak ne rifflerime rifflerime parçalar yazıp yorumlayabiliyoruz hala tadında saçma bir albüm olmuş. hele ki mike portnoydan sonra gözle görülür kulakla duyulur tenle hissedilir bi dibe vurmanın son halkası.resmen haz vermiyor dream theater.. 10 yıldır dinlediğim ne kadar sıvazlasalarda hala en favori grubum dediğim tek grup dt olduğundan daha ağır eleştirilere de hakkımız olur umarım. emeğe saygılar ustam

  10. Aycan says:

    İki gündür albümü dinliyorum müzikal anlamda zor bir albüm ama oldukça başarılı bence olgunluk dönemine giren grup çıtayı dahada yükseltiyor.albümde benimde eleştirilerim tekdüze bas ve davul çalımı acaba bu bilerekmi planlandı yoksa bu kadar sıradan müzisyenler değiller..

  11. thingol says:

    Önceki albümlerden aşırı farklı.Güzel kendine has bir albüm ama efsane değil.ben şahsen efsane olmasını istiyor ve bekliyordum.yine de son yıllara baktığımızda iyi albüm yapabilmiş olması bile yeterdi aslında.
    Asıl üzüntüm şu:bu grup hep devrimler yarattı hem kendi düzleminde hem de bu müziğe bakış açısında ve yeni albümün iki noktaya da bir katkısı yok gibi.

  12. Analog Paralysis says:

    Sırf Dream Theater albümü olduğu için övgü dolu sözler sarfetmeye çalışmak ya da beğenmek için kendini zorlamak yersiz. Basbayağı kötü bir albüm bu.

    Yıl sonunda bazı listelerde kendine yer bulacak, bazıları başyapıt diyecek, bazıları yerden yere vuracak.. Kim ne derse desin gelecek yıl bu albümü açıp dinleyeceklerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek.

    Albümlere hakkı neyse onu vermeye çalışan RYM kullanıcıları, The Astonishing’i 2.72′ye kadar geriletmiş durumda. Yıl sonuna kadar 2.5′in altına düşmesi tek temennim.

    Müzik, elbette göreceli, zevkler renkler vs.. Ama kötüyse de kötü demeyi bilmeli. “Ben bu grupla büyüdüm, nasıl kıyarım” kafası da bi yere kadar.

    Sikth

    @Analog Paralysis, Bu yorumu yapmamak için kendimi henüz albümü az dinlemekle , süre ve içeriğindeki farklı yapı itibariyle hazmetmemiş olmakla teselli ediyordum fakat yok be adamım”Basbayağı kötü bir albüm” fikrin dışında düşüncelerine bütünüyle katılıyorum.
    Kaldı ki kendimi baya bir zorlamış ve kesintisiz bir şekilde albüme özel bir dinleme seanslarında bulunduğumu da yadsıyamam.
    Tabi James’in vokallerinin hakkını yiyemem çünkü vokalleri çok beğenen taraftayım fakat gerek bu albümü bir Dream Theater albümü yapmayacak kadar ”özelliksiz! drum&bass” durumu gerekse de dinlemelik albüm olma özelliğini aşacak kalıcılıkta bir durumun da olmamasından ötürü dediğin üzre bir yıl sonra bu albümü açıp da ilgiyle dinleyecek kişi olacağımı zannetmiyorum.
    Bir önceki iki albümlerini çok beğenmiş biri olarak beğeni yönüyle bu albüm için aynı düşüncelere sahip değilim.

    Kritikteki yazarlarımızın da emeğine sağlık ortak incelemeye alınmış olması çok hoş ve siteye yakışan işlerden kessinlikle.

  13. Yarguc says:

    Haci DT’nin kanina girdim orkestra olsun diye dedin de, seni niye sutladilar madem bu albumden?

  14. Cryosleep says:

    Bu albümün 8′i hak etmediğini düşünüyorum. Sadece DT’nin değil, progresif metal tarihinin en zayıf albümlerinden biri.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.