Ş. Yıldırım
“Uyumaksızın uyku
sonra gene uyumak,
uyumadan.”
Richard Brautigan
Ormana giren başlıklı kızlara kurtların tecavüz ettiği, pamuk prenseslerin hap komasına girip hakkın rahmetine doğru kanat çırptığı, Hansel ve Gratel’in ormanın derinliklerinde kafayı bulduğu, Bremen Mızıkacıları’nın tarz değiştirip endüstriyel metal yapmasının da bir sakıncası olmadığını ve zamanın zaten buna doğru evrildiğini düşündüren (ya da kendi kendime bunu düşünmek istediğim) ”ilk” LINDEMANN albümünden selamlar.
Albümden, klibi çekilip sunulan atıştırmalık ”Praise Abort” ile Lindemann bir kez daha (Rammstein albümlerinde de olduğu gibi) albümün en zayıf halkalarından birini sunarak sıkı bir albüm beklememiz gerektiğini bize telkin etmişti. Şarkının ”Hayatımdan nefret ediyorum, karımdan nefret ediyorum ve nefret etmekten de nefret ediyorum,” tarzı sözlerle bezeli ergenimsi ve aslında var olan öfkesini barındırmaması gibi unsurlar bende (Rammstein durumunu bildiğimden dolayı) belli bir heyecan uyandırmıştı.
Nitekim yanılmadım. Ağzı burnu yamultmak için birleşen ikili bütün müzikal kaygılardan uzakta, hiç denemediklerini denemeye çalışarak, müzikte devrim yapacağız diye triplere girmeden safkan bir endüstriyel metal albümüyle kulaklardaki yerini aldı.
Uzun girizgâhtan sonra az önce iddiasının var olduğunu ettiğim unsurları biraz kanıtlamam gerekiyordur sanırım. Aslında buna pek de ihtiyaç yok. Kişisel meselelerin kanıtlanabilirliği yoktur çünkü. Onlardan ancak bahsedebiliriz.
Kulaklığı ya da müzik setini açtığımızda çalan şeyle aramızdaki kişisel ilişkinin kanıtlanabilirliği veya bunun anlatılmaya çalışılması ancak karşıdakini albümü dinlemeye ikna edebilir.
Daha fazla ukalalık yapmadan meselenin içine doğru ilerlemeye başlayalım. Albüm çok açık bir şekilde; capcanlı, temiz kaydı ve gümbür gümbür besteleri ile eski heyecanların nelere dönüştüklerini işleme amacı güdüyor ve amacını başarıyla neticeye ulaştırıyor. Romantizmsiz aşkı, çirkine sevgiyi, para için yok etmeyi, en önemlisi milenyum düzeninde duygunun hayatın öteki unsurları altında nasıl acımasızca ezildiğini anlatıyor ve bunlardan bahsederken de elbette hiçbir şeyden çekinmiyor. Travestisinden sosyopatına, sapığından katiline her türlü karşı kültür figürü albümdeki yerini buluyor, bulduğu yerine de cuk diye oturuyor.
“Bana hasta de, bana ucube de,” diyor Lindemann. ”Ama bunu seviyorum. Hakaret etmen beni güçlendiriyor. Ne kadar kötüyse o kadar iyi, ne kadar dışarıdaysa o kadar iyi. Kabul etmediğiniz ne varsa, bakmaya çekindiğiniz ne varsa, ahlâkınızı siken kimler ve neler varsa hepsini istiyorum. Hastalıktan, uyuşturucudan, delilikten uzak düşünceleri reddediyorum. Bu duygularla hayatıma devam ediyorum ve bunlarla var oluyorum, bunlarla yaşıyorum. Geçmişi yiyorum ve kemiklerini geleceğe fırlatıyorum. Görüyorsunuz, zaman değişiyor, ve zamanı öldürüyorum; insanlar değişiyor, ve insanları öldürüyorum. Bir rüyayım. Sen uyandığında ben ölüyorum. Geçmişin masalları artık fazlasıyla monoton ve bütün şarkılar artık sadece ”noise”. Hayat uykumu kaçırıyor, uyumaksızın uyuyorum,” diye sesleniyor. (Seslenmiyor aslında, ben uydurdum.)
İşlenen konuların ötesinde kulağınıza, az önce de bahsettiğim gibi gümbür gümbür çöken Tagtgren besteleri, albümün havasını ikiye üçe katlıyor, vereceği duyguları sözlerini okumasanız veya anlamasanız dahi anlamanızı sağlıyor. Bana göre müzikte bunu yapmak, özellikle endüstriyel metal gibi bir işte, bunu tam olarak hissettirmek büyük büyük bir başarı. Tagtgren bu işin altından, işi bizzat yaşayarak aşıyor. Şarkıların yaşadığını hissediyorsunuz ve bu da endüstriyel metal sevmeseniz dahi albümü sevebilme ve yaşayabilme ihtimalinizi ortaya çıkarıyor.
Ancak kulağınız İngilizceye yatkınsa Till Lindemann’ın İngilizcesinden nefret edersiniz. Özellikle Praise Abort ve Fat parçalarında bunu oldukça hissettim ancak Fat’in albümün bombalarından biri olması bunu bir parça kabul edilebilir kıldı diyebilirim.
Albümle aynı adı taşıyan ”Skills in Pills”, ”Ladyboy” ve ”Cowboy” özellikle parlıyor. Ancak dediğim gibi üzerinde ruh taşıyan her albümde olduğu gibi bu albümü de kulağı ve beyniyle dinleyip, seven herkes kendilerine göre farklı favoriler bulabilir.
Bütün bu kaostan, öfkeden, saldırganlıktan, vurdu kırdılardan, küfürlerden, inlemelerden, hırstan çıldıran çığlıklardan, siyahı beyaza katan, yağmuru güneşe gömen, pofuduk göğüslere kafayı yaslayıp korkunç uykulara dalma isteği ”uyandıran”, nefret kusan, coşturan ve uzun bir aranın ardından Till Lindemann’ı duymanın verdiği mutluluktan sonra albümün size kazandırdığı şey ise William S. Burroughs tarafından kulaklarınıza üflensin:
“Denizanası gibi bir şey kazandınız Misteeer!”
Çerezlik albüm olmuş, Fish On keyboards sound’u epey başarılı Lindemann’ kanımca fazla kasmamış yan proje diye. Yinede konser performansını görsek mikemmel olur.
Bu sitedde Rammstein ve Till Lindemann fanboyluğumu bilen biliyor zaten o tarafa değinmeyeceğim de, bu Peter Tagtgren’e Hypocrisy ve Death Metal ile pek alakam olmamasına rağmen acayip saygı duyuyorum. Tam bir müzik adamı. Keşke bu porjeden ayrılmasaydı. Ne diyelim yolu açık olsun.