Ömer Kuş
İrlanda’nın gururu, sıradan bir 25T Sarıyer-Taksim yolculuğunu bir anda epik bir serüvene dönüştürme kabiliyetine sahip yegane gruplardan biri olan PRIMORDIAL çok şükür ki yeni albümüyle karşımızda. Bundan önceki albüm Redemption at the Puritan’s Hand 2011 yılında çıkmış ve her PRIMORDIAL albümünde olduğu gibi yine belli bir kalitenin üstünde seyreden bir albümdü. Şahsi favorim (ve eminim birçok kişiye göre de grubun en iyi albümü olan) To the Nameless Dead hala farklı bir yerde dursa da, PRIMORDIAL’ın bu istikrarını takdir etmemek elde değil.
Bu albümü ilk dinleyişim iş yerindeydi. Aslında çalışırken yeni şeyler dinlemeyi pek tercih etmem çünkü işe odaklandığım için müzik daha geri planda kalır. Daha önce çok kez dinlediğim, dikkatimi oraya vermesem bile dinlemekten keyif alabileceğim şeyleri dinlerim. Bu albümü de eve gittikten sonra açıp dinleyecektim ama bekleyemedim ve ilk dinlemeyi işte gerçekleştirdim. Aklıma gelen ilk düşünceler “Yoksa… yoksa bu sefer oldu mu? Acaba PRIMORDIAL gerçekten vasat bir albüm mü yaptı?” şeklindeydi. Gerçekten özellikle albümün ilk yarısında aklımı alan tek bir bölüm bile yoktu. Konu PRIMORDIAL olunca beklentiler çok yüksek oluyor tabii.
“Hmm bu iyiymiş” deyip ismine baktığım ilk şarkı Ghosts of the Charnel House oldu. Ardından da Born to Night ve Wield Lightning to Split the Sun albüme çok iyi bir kapanış yaparak içimi biraz olsun rahatlattılar. Geçen haftasonu ise albümü defalarca (ve tabii ki başka şeylerle uğraşmazken) dinledim ve şu an kendimi cezalandırıyorum. Ben nasıl bir adamım ki PRIMORDIAL gibi bir grubun albümünü dikkatsiz bir şekilde dinleyip bir de üstüne adamlardan şüphe ederim, kötü albüm mü yapmışlar bu sefer derim. Grubun zaten içine girilmesi zor bir müzik yaptığı ortada, Eğer grupla geçmişim olmasaydı belki de bu albüme bir daha şans vermeyebilirdim. Neyse uzun lafın kısası, siz siz olun PRIMORDIAL’ı müziğe konsantre olmadan dinlemeyin. Özellikle de ilk dinleyişiniz olacaksa.
Bu hafta sonu seansı sırasında her şarkıyı her dinleyişte daha da çok sevdim. İlk başlarda sıradan gelen Babel’s Tower mesela ne kadar epik, aynı zamanda duygulu bir şarkıdır. PRIMORDIAL tarihinin ilk klibi de çekildi kendisine. Pek klip izleyen bir insan değilim, bunu da bir kere izledim sadece grubun hatrına. The Seed of Tyrants grubun geçmişte de albümlerine serpiştirmekten kaçınmadığı dört nala giden şarkılardan biri. Yamulmuyorsam blast beat’ler 5:31lik süre boyunca hiç durmuyor. Çok güzel riflere de ev sahipliği yapıyor tabii ki.
İlk başta da bahsettiğim Ghosts of the Charnel House albümdeki favorilerimden biri. Şarkı boyunca tekrar eden ama hiç sıkmayan rifler yalnızca PRIMORDIAL’ın yazabileceği türden. The Alchemist’s Head değişik, gergin bir atmosfere sahip. Alan’ın değişik vokal tekniklerini konuşturduğu bir şarkı. Born to Night, yine “PRIMORDIAAAAAL” diye bağıran üç dakikalık akustik girişi ve sonrasında şarkının sonuna kadar süren gitar şöleniyle yine şahane bir şarkı. Özellikle Alan’ın vokal bölümleri sırasında çalan riflere hastayım. Son şarkı da tabii ki EPİK. Bir PRIMORDIAL klasiği olduğu üzere. Benim için albümdeki en sıradan şarkı Come the Flood herhalde. Sonlara doğru daha güzelleşiyor ama genel olarak diğer şarkılar kadar sevemedim.
Alan Nemtheanga’dan daha önceki PRIMORDIAL kritiklerinde yeterince bahsetmiştim zaten. Bu albümde de karakteristik vokallerini konuşturmuş yine. Bazı dinleyicilerin bu sese kolay kolay alışamayabileceğini kesinlikle anlıyorum. Biraz “ya seversin ya nefret edersin” stili var kendisinin. Benim hangi tarafta olduğumu söylememe gerek yok herhalde.
“Where Greater Men Have Fallen” yalnızca PRIMORDIAL’a benzeyen, başka kimsenin yapamayacağı albümlerden bir diğeri. Grubu seven kitleyi hayal kırıklığına uğratacağını hiç sanmıyorum. Bundan sonra grubun her yaptığı albüm büyük ihtimalle “To the Nameless Dead” ile karşılaştırılmaktan kurtulamayacak ama bence grup en azından çıtayı düşürmeden devam ediyor. Bunun grubun sekizinci albümü olduğu düşünüldüğünde takdir etmemek elde değil. Tıpkı parmakla sayılabilecek birkaç grup gibi (mesela ENSLAVED) artık kesinlikle kötü albüm yapabileceğine inanmadığım gruplardan PRIMORDIAL. Bu albümü de alın, dinleyin. Beklediğiniz metrobüs bir anda sizi Mecidiyeköy’den yüzyıllar öncesinin Dublin’ine götürsün.
Grubu ilk kez duymanın haklı utancını yaşıyorum. Kritiği gördükten sonra şöyle bir internette arattım ve duyduklarım, gördüklerim, okuduklarım bana yetti. Kritik içinde elinize sağlık.
Çok bekledik ama değdi. Günlerdir her gün çeviriyorum.
Grubun To The Nameless Dead’in ardından en iyi albümü bence. Ya da Gathering Wilderness ile aynı seviyede diyeyim.
Albümü itin götüne sokmayacağım kesinlikle, güzel anlar yok değil ama genelde sıkıldım dinlerken. Daha fazla vakit ayırmam lazım sanırım. Yazı için teşekkürler abi.
Her Primordial dinleyişimde, – ister bir riff, ister koca bir albüm dinleyeyim – dinleme süresi boyunca içten içe “AAAAAAAAAAA” diye bağiriyorum hep. Cansin Primordial.
Yılın en iyi işlerinden biri olmasıyla beraber To the Nameless Dead’den sonraki en iyi albümleri olduğuna ben de katılıyorum. Albümün her dakikasından beklediğim Primordial epikliğini aldım, özellikle de ilk ve son şarkılara bayıldım. Kendini oldukça uzun bir süre dinletecek gibi gözüküyor, bundan sonra kötü bir albüm çıkarabileceklerini ben de sanmıyorum artık.
Oturmuş kadronun hali de başka oluyo.
The Seed of Tyrants mükemmel yahu.
Primordial kötü albüm yapsa bile anlamaya biliriz, öyle ağır bi karizmaları var. İnsan kafasında boşlukları kendi dolduruyor dinlerken.
“Redemption At The Puritan’s Hand” albümü ile tanımıştım grubu ve utanarak söylüyorum ki, evet o albümü 1 kere dinleyip “bu ne berbat bir vokal, bu nasıl sıkıcı bir müzik” deyip atmıştım bir kenara. Şu albümle birlikte 2. defa gruba şans verdim ve kendimden utandım. O zamanlar neler kaçırmışım ben haberim yokmuş. Tek kelimeyle mükemmel olmuş. Çantamı sırtıma geçirip, dağ-bayır demeden her yeri bu albümün eşliğinde dolaşmak istiyorum.
Uyanmak için tüketilen abartılı kafeinin yan etkilerini bu albümle perçinliyorum. Albüme ismini veren ilk parçayı her dinlediğimde savaşın en ön cephesindeki asker gibi huşu içinde ölmeyi bekliyor, İstiklal Marşı okuma yarışmalarındaki ağlak kız çocukları gibi hissediyorum.
Bir de filtre kahveye sırf Jamesson koydun diye Irish coffee olmuyormuş.