Ünal AKÜNAL
Müziğin büyülü yönü olarak tanımlayabileceğim, notaların arkasındaki duygu ve düşüncelerin en güçlü biçimde dinleyiciye aktarılması hissini bana ilk kez yaşatan, müziğin benzersizliğini görmemi sağlayan ilk gruptu PINK FLOYD. Ne dinlediğimi bilmediğim dönemlerden itibaren belirli aralıklarla kulaklarıma işlenen “The Division Bell” ve bazı best of CD’lerinden olsa gerek, o günlerden beri yüzlerce yeni grup ve albüm dinlemiş olmama rağmen halen PINK FLOYD dinlerken yaşadığım duyguları bana yaşatan bir grupla karşılaşmadım. Kazandığı haklı şöhretini tamamen müziklerindeki bu eşsiz özgünlüğe borçlu olan ve benim gibi milyonlarca insanın hayatında apayrı bir yerde duran PINK FLOYD’un 15. ve son albümünü çıkarıyor olması haberi elimi ayağımı titretmeye yetti. Her ne kadar malumun ilanı olacak şeyler yazmak istemesem de, yaklaşık 50 yıllık bir müzikal kariyerin sonunu görme tecrübesine eriştiğim bir albümün kritiğini yazarken karşımda en güçlü formlarından birine bürünmüş olarak duran müzik olgusunu göz ardı edemiyor ve öznelleşiyorum.
Tabii ki PINK FLOYD’un son albümünün çıkıyor olması 2014’te müzik piyasasında yaşanan en büyük olay. Son albümlerinin üzerinden 20 yıl geçen, bu süreçte verdikleri konserler dışında sesi soluğu çıkmayan grubun Richard Wright’ın ölümünün ardından ellerindeki materyalleri düzenleyerek piyasaya sürme kararı almasının sonucunda ortaya çıkacak eserle ilgili %100 emin olduğum bir şey varsa o da “The Endless River”ın grubun son albümü olması dolayısıyla beklentilerini oldukça yükseklerde tutan hayranlar için hayal kırıklığı olacağıydı.
Her albümü elemanlarının ruhsal bir yolculuğu olan PINK FLOYD, “The Endless River”da da Nick Mason, David Gilmour ve Richard Wright üçlüsünün yazmış olduğu müziğin aşırı olgunluğunun yanına teknolojinin nimetlerini de ekleyerek oldukça bütün bir albüm ortaya koymuş. David Gilmour’un albüm hakkında yaptığı açıklamalarda da söylediği gibi “Bu, parçalardan çok bütüne önem veren, müzik dinlemek için doğru ruh halini bekleyen dinleyicilere yönelik bir albüm.” Her ne kadar Hawking’in konuşmalarından alınan kısımlar ve “Louder Than Words” dışında tamamen enstrümantal olma, daha önce kullanılmayan bazı enstrümanlara yer verme, uzun atmosferik kısımların hiç olmadığı kadar fazla bulunması gibi farklılıklar göze çarpsa da “The Endless River” , müzik ötesi yönünü yakalamayı başaran dinleyiciler için PINK FLOYD etiketi altında yeni bir albüm dinlemekten daha fazlasını vaad ediyor.
4 kısımdan oluşan albümde grubun ilk dönem işlerine benzetilebilecek yerler olduğu gibi “The Division Bell”in ikinci CD’sini oluşturabilecek kadar o albüme ait şarkılar/kısımlar da mevcut. Bu olay her ne kadar “The Endless River”ı yeni bir PINK FLOYD albümünden çok bir derleme ve yer yer geçmişe yapılan saygı duruşları bütünü olarak gösterse de kopukluk hissinin özenle giderilmiş olması onu içine girmesi o kadar da zor olmayan bir albüm yapıyor. Ek olarak, Roger Waters’ın 1983’te gruptan ayrılmasından itibaren çıkan tüm albümleri David Gilmour’un solo albümü olarak gören dinleyicilerin “The Endless River”ı aynı kategoriye sokacağını düşünmüyorum. Zira genel PINK FLOYD sound’unu korumaya yönelik ek bir özen gösterildiğini açık bir şekilde hissettim albümü dinlerken.
Fazla uzatmaya gerek yok aslında. “The Endless River” dünyanın en meşhur gruplarından birinin sessiz, sakin ve kendi halinde bir vedası. Ardında görkemli bir diskografi, milyonlarca hayran ve unutulmaz konserler bırakan, evrensellik ve ölümsüzlüğe ulaşmalarını hayatta oldukları sürede görebilmiş olan, yaptığı her albüme kendi benliklerinden bir şeyler koyan birkaç adamın kendi hikayelerine son vermek için seçtikleri ve yine notaların ötesine geçebilmeyi başarmış bir yol. Tıpkı tüm diğer PINK FLOYD albümleri gibi.
Not: 7/10
***
Onur SANCU
Yaklaşık 1,5-2 senemi direkt olarak ele geçiren bir grup PINK FLOYD. Fakat “The Final Cut”a, “A Momentary Lapse of Reason”a ve bundan önceki son albüm “The Division Bell”e karşı mesafeli duruşumun da etkisiyle yeni PINK FLOYD albümü haberinin inanılmaz ilgimi çektiğini söyleyemem. Bu ilgisizliğimin beni pek haksız çıkarmadığını da belirteyim baştan. Kritiği yazdığım şu anda da albüm hâlâ açık ve hâlâ albümde neler olduğu hakkında pek bir fikrim yok. Şu ana kadar bir yere varamadık ve bu sefer de bir yere varabileceğimize dair şüphelerim var. Ne olursa olsun hatırlamak gerek ki, PINK FLOYD gerçekten de inanılmaz önemli, büyük bir müzik olayı olarak gelip geçti. “Yapacağını yaptı. Neden albüm çıkarıyorlar ki?” demeyeceğim. İstemişler, yapmışlar. Ama gelin görün ki, pek de olduğunu düşünmüyorum.
“The Endless River”, 20 sene öncesinin kayıtlarının yeniden düzenlenmiş halleriyle birlikte bazı yeni parçalar da barındıran bir albüm olarak tanıtıldı. Yani az çok neye benzeyeceğini bu bilgiyi aldığımda tahmin etmiştim. Pek yanılmamakla birlikte şaşırtan dokunuşlar olduğunu da söylemeliyim. 2008 yılında hayatını kaybeden Richard Wright’ın anısına çıkan albümü elbette ki tüm “anılardan” ve geçmiş PINK FLOYD’dan soyut olarak dinlemek olanaksız. “Peki bu albümü herhangi bi grup çıkarsaydı ne olurdu?” şeklindeki beyin fırtınaları sanırım anlatmaya çalıştığım olanaksızlık durumunu aydınlatabilir. Dolayısıyla bu olanaksızlık zaten çepeçevre etrafımızı sarmışken üstüne bir de bestelerin eski PINK FLOYD’dan “çalınmış” gibi görünmeleri benim için olayı daha tatsız hâle getiriyor. Bu “çalıntı” hissiyatının üzerine eklenen “özelliksizlik” ise “The Endless River”ı benim için hiçbir yere koyamıyor, yersiz yurtsuz bırakıyor. Ne iyi, ne kötü, ne de başka bir şey. Kendi hâlinde bir efor, veda.
Albüm hakkındaki onlarca karman çorman fikrimin arasında en net olarak öne çıkanı, albümün bir olayının olmaması. Defalarca dinleseniz de, derinlere doğru kazmaya çalışsanız da ilk dinlemenin ötesine geçebileceğini pek düşünmüyorum. Yani “The Endless River” bence duygusal gibi görünen fakat sadece PINK FLOYD’un yaratmayı bildiği atmosferin ekmeğini yiyen, 45 dakika boyunca “bir şeylerin olduğu” ve bu olan şeylerin ötesine geçemeyen, arkadaş ortamında veya bir şeyle ilgilenirken arkada çalarsa güzel bir tat yaratabilecek fakat eğer “albümü dinlerseniz” -bir oranda- sıkılabileceğiniz bir şey. Ne olduğundan emin değilim fakat PINK FLOYD’u PINK FLOYD yapan birkaç önemli detayın atlandığını hissediyorum ve bu his oldukça sert bir şekilde ortaya çıkıyor. Kötü sololar mı var? Hayır. Kalitesiz veya zevksiz bir bakış mı var? Tabii ki hayır. Aslında her şey, eğer tek tek bakarsanız, gayet hoş. Fakat bu tarz olumsuzlukların bir albümde bulunmaması takdir edersiniz ki o albümü iyi yapmıyor. Bir albümü, veya daha net olursak bir PINK FLOYD albümünü iyi yapacak “başka şeyler”i barındırmayan “The Endless River” tam da bu yüzden “özelliksiz” kelimesini kullandırtıyor bana.
Altının defalarca, tekrar tekrar çizilmesi gereken nokta şu ki, “The Endless River” kötü bir albüm değil. Fakat albümü kendi bağlamı içinde değerlendirirsek -ki bunun büyük bir bölümünü direkt PINK FLOYD oluşturuyor- yetersiz olduğu gerçeği de gözüme girercesine ortada. Çok hoş anlar barındıran, şarkı uzunluğu gibi kaygıları olmayan, PINK FLOYD adı altında sırıtmayan bir albüm. Zaten bu saatten sonra kimsenin bir başka şaheser beklediğini de düşünmüyorum. Bu açılardan bakıldığında “The Endless River” iyi bir albüm denebilir. Bir yandan da albümün geçmiş kayıtlardan ve bir takım bir şeylerden oluştuğu gerçeğini göz önünde bulundurursak “The Endless River” için iyi bir efor diyebiliriz. Ama ortadaki yarım kalmışlık ve olmamışlık hissi, albümün barındırdığı materyaller ne kadar iyi olursa olsun, tüm atmosferi içeriye doğru un ufak edebiliyor. En azından benim için.
Uzun lafın kısası, “The Endless River” iyi bir albüm ama henüz yeterince pişmeden önümüze geldiğini düşünüyorum. Bu yüzden de albüm hakkında kurduğum cümleler yer yer birbirine tamamen zıt olabiliyor. Ve bence böyle de olmak zorunda, çünkü albüm böyle. Benim gibi PINK FLOYD’a “özel bir yer” ayıran insanlardansanız albümün sizi çok üzeceğini söyleyemem ama inanılmaz bir şey de beklemeyin. Büyük ihtimalle arada kalacaksınız. Çünkü albümün kendisi de ne yapacağını, derdini bilmiyor.
Not: 6,5/10
İtiraf etmek gerekirse, ilk dinlemelerimde etkilenmedim. Ancak sonra bakış açımı değiştirmem gerektiğini anladım. Bu adamlar Carcass veya At the Gates gibi yıllar sonra birleşip sıfırdan bir albüm yapma kararı almamışlardı. Bense sanki süreç bu şekilde gelişmişçesine dinliyordum. Sonrasında bu perspektiften çıktım. Albüm zaten ilk dinlemelerimden de fark ettiğim üzere Pink Floyd gibi Pink Floyd’du. Önemli olan da bunun farkına varabilmek, bu tadı alabilmekti. Ben bu şekilde değerlendirdim. Zaten dinledikçe müzikal olarak da haz almaya başladım. Son olarak herhangi bir notla betimlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Muhteşem veya kusursuz oldugundan değil, farklı bir yerde konumlandırmamdan dolayı.
Pek az grup vardır ki, açık şekilde bir olgunluk dönemi eseri vermekteyken, bunu yaptıkları sanatın en çağdaş, en progresif haliyle vermeye kabil olsun. Müzikal çizgilerinin bir önceki basamağı 20 sene öncesindeyken, başka bir deyişle 20 senedir hiçbir eser bırakmayıp şu an, 2014 yılında yaptıkları müziği hala ileri götürmek için içlerindeki muazzam “itkiyi” gördüğüm bu albümü dinlemek bana büyük bir haz verdi. Bu anlamda 6,5 puanı biraz yetersiz buldum. Bence tüm Pink Floyd diskografisi içerisinde yeri pek müstesna olacak bir albümü dinliyoruz.
Ellerinize sağlık gençler, tam 7 puanlık bir albüm olduğu kanısındayım ben de. Ortada VÖEEH denecek bir şeyin zaten olmayacağı en başından belliydi, bu yüzden albümü oldukça ağır şekilde eleştirenleri anlamakta güçlük çekiyorum cidden. Kritikte de bahsedildiği gibi gayet bütün bir albüm ve oldukça sevdiğim bir ambient tarzı barındırıyor. Hür dikkat dinlenecek bir albüm olmayabilir belki, ama arkaplana aldığınızda (en azından benim için) akıp gidiyor. Gerekli atmosfer sağlanmış ve veda albümü için oldukça yerinde olmuş.
Ki nolursa olsun, burada “tarihe tanıklık etmiş olmanın” da getirdiği bir güzellik var. İleride “Yeni Pink Floyd’un çıkmasını beklerken…” diye başlayacak cümleler sarf edecek olmak hiç de fena bir duygu değil açıkçası.
Bu albüm hakkında yorum yapmadan önce gelişmelerin altyapısına bakmakta fayda var. 20 yıl önceki onlarca saatlik kayıtların tekrar elden geçirilip üzerine bir de yeni bir beste eklenenmesiyle oluşan 55 dakikalık bir albümden bahsediyoruz. Üstelik bu eski kayıtlar yeni bir albüm için yapılmış kayıtlar değil, The Division Bell’in “artıkları”. Hal böyle olunca The Wall gibi sinematik bir konsept beklerseniz gram zevk alamazsınız tabi. Sadece bu albüm için de demiyorum, bu tip eski kayıtlardan oluşan tüm albümler için bu perspektiften bakmakta fayda var. Tabi albüme “yanlış yaklaşma” muhabbetinden kaynaklı eleştirilerden daha beter yöneltilen ithamlar da var. Mesela David Gilmour’un parasız kalmak için bu albümü çıkardığı, solo albümü öncesinde dikkatleri çekmek istediği vs şeklinde bayağı uçuk iddialar var. Hayretler içinde okudum bunları valla, çok ilginç insanlar var gerçekten.
The Endless River, bana göre Pink Floyd açısından bayağı önemli bir albüm. Albümün ilk bölümü Shine On You Crazy Diamond’ın The Division Bell yorumu gibi, bir kere bu müthiş. Bu albümün David Gilmour’un solo albümü olarak anılamayacağının en net kanıtı da ilk bölüm galiba. Hiç bir Pink Floyd albümünde olmadığı kadar ön planda olan klavyeler o kadar müthiş ki, albümün esas amaçlarından olan Rick Wright’a saygı duruşunda bulunmayı daha ilk dakikalardan hissediyorsunuz. Müthiş.
Olay 2. ve 3. bölümlerde (özellikle 3. bölüm) biraz daha “sample” ve “şarkıların ortalarından 2 dakikalık kısımlar aparma/2 dakikalık şarkıcıklar yapma” muhabbetine giriyor. Tamamlanamamış ve ani bir saygı hareketiyle biriveren şarkılar, albümün score hissi vermesini sağlamış. Sanki albümü baz alarak çekilmiş bir film varmış da (belirli sahneleri temsil eden efektlerden falan bahsediyorum) esas zevki o filmi izlerken alacakmışız gibi bir his doğuruyor bende. Mesela bir benzeri The Wall’da vardı, fakat o bu olayı bayağı iyi kotaran bir albümdü. Bu albüm de bir temele oturtularak bestelenmiş olsaydı diye düşünmeden edemiyor insan. Fakat dediğim gibi, albüm “albüm olarak” bestelenmediğinden bu iki bölüm biraz can sıkıyor.
Son kısım ve bonus şarkılar ise bu genel tablodan iyice sıyrılıyor bence. Tıpkı ilk bölüm gibi, albüme ait bir bütünün parçasını oluşturma hissiyatı barındırıyorlar. Tabi son bölümden bahsedince Louder Than Words’e değinmemek olmaz. Mükemmel bir şarkı olmasından öte, albümdeki tek başına bir varlık ifade eden nadir şarkılardan biri. Bir anlamda “eğer Pink Floyd bu albümü komple bir albüm olarak besteleseydi içinde nasıl şarkılar olurdu?” sorusunun en belirgin cevabı olan bir şarkı. Bu açıdan bakınca, “keşke”li cümleler kurası geliyor insanın. Keşke Louder Than Words, yeni albümünü çıkaran aktif bir müzik grubunun çıkış parçası falan olsaydı. Fakat bir saygı albümüne son şarkı olarak yakıştırılması da çok yerinde olmuş, özellikle sözleri baz alındığında bayağı anlamlı bir final şarkısı diyebilirim. Ayrıca hazır aklımdayken, Surfacing bayağı bildiğin Poles Apart rip-off’u ya. Albümde canımı sıkan nadir şeylerden biri bu oldu. Poles Apart üzerine solo kaydedip de hazırlanmış gibi, eğreti duruyor. ABV David.
Albüme puan verirsem bölüm bölüm veririm herhalde. Her bölüm hakkında çok farklı şeyler düşünüyorum çünkü.
Side 1 – 10/10
Side 2 – 7/10
Side 3 – 6/10
Side 4 – 9/10
/Kritikler de çok iyi ayrıca, teşekkürler. ^^
Albüme; tabii ki de, normal (DSOTM, WYWH,TDB) bir Pink Floyd albümü, hatta normal bir albüm olarak bakmadığım için, albüme, 9 veriyorum. Şimdi bu albüm, normal bir albüm değil, bence herkes burada hemfikir olmalı. (olmasanız da, olmazsınız tabii)
Neden? Nedeni gayet basit. Çünkü şarkılar Pink Floyd diskografisi’ndeki hiçbir albümle uyuşmuyor. Şarkıların çoğu ambient müzik tarzında. The Division Bell’deki kayıtların artığı veya eski kayıtların elenmiş şekli oluşu bence hiç ama hiç önemli değil. Ortada 53 dakikalık bir müzik var. Evet. Bu albümde Money gibi bir şarkı olmadığı için David Gilmour’a kızamayız. Çünkü her müziğin bir zamanı, her zamanın kendine göre bir dokusu vardır. Pink Floyd, The Division Bell tipi bir albüm çıkarsaydı eğer; öyle bir albümü çoktan çıkarmış olurdu. Burada bir veda var, burada kendini hatırlatma var, burada Rick Wright’ı anma var. Bu albüm farklı bir albüm. Bu albümün farklı olduğunu zihninize yerleştirmediğiniz sürece bu albümden zevk alamazsınız. Bu albümün her dakikasında, Pink Floyd’un efsanevi şarkılarını hatırlatan bölümler var, anlar var. O şarkıları hatırlayıp, Pink Floyd müziğinin düşsel tarafını, depresif tarafını vs. en güzel biçimde görmek var.
Bence albümün ilk bölümü şahane, diğer bölümlerinde keyif aldığım yerler gayet fazla. Bu albümden beklentilerim yoktu. Çünkü bu albümün baştan bu yana çok farklı bir albüm olduğunu David Gilmour açıklamalarında belirtmişti. Bunu bilerek albümü dinledim ve Pink Floyd’un bu güzel vedasına tanıklık ettiğim için, kendimi şanslı saydım.
Bu arada, Louder Than Words; muhteşem bir parça.
Bence bu albümün dinlenecek zamanı çok önemli.Parçalar o kadar derin geldi ki bana,ruh haline göre 4-5 albüm gibi algılabilir.
yazıda spamler var.
12.11.2017
@northern, sağ ol düzelttim.