“LED ZEPPELIN gibi bir efsanenin sesi olmak kolay değil.” Böyle basit bir klişeyle başlayıp LED ZEPPELIN adını geçirme kredimi çabucak tüketmek istiyorum. LED ZEPPELIN’i sevmediğimden de değil, oldukça severim. Fakat gerçekten de böyle bir grubun sesi olmak ve birçok kişiyi, birçok şeyi etkilemek, ister istemez Robert Plant’in yaptığı işlerde bir LED ZEPPELIN arayışı ortaya çıkaracak. “Arayış” olmasa bile illa ki istemdışı bir karşılaştırma işin içine girecek. Fakat bu albüm birazcık farklı. Gerçekten de oldukça özel ve inanılmaz bir sesi olan Robert Plant, “Lullaby and… the Ceaseless Roar”da tüm bu karşılaştırma olanaklarını en aza indirgemiş. Çünkü ortada, müzik dünyasına damgasını vurmuş insanlardan birinin, 66 yaşındaki bir amcanın hâlâ alevlenen müzikal heyecanı var.
“Lullaby and… the Ceaseless Roar”, Robert Plant’in tüm bu efsanevi kariyere sırtını yaslamamaya niyetli oluğunu gösterdiği bir başka albümü. İlla bir şeye benzetmemiz gerekseydi muhtemelen “rüya” gibi soyut şeylere benzeteceğimiz sesiyle, solo kariyerinin son zamanlarında iyiden iyiye bulaştığı folk müziği bu sefer olduğu gibi icra etmekle kalmamış, üzerine ilginç tınılar da eklemiş. Capcanlı davullar ve detaylı enstrümanlarla sakin de olsa hareketli de olsa “hayatta” olduğunu belli eden görece modern bir folk müzik ile Robert Plant’in 70′lerden sample’lanmış gibi hissettiren nostaljik vokalinin yarattığı kontrast, “Lullaby and… the Ceaseless Roar”un en vurucu noktası diye düşünüyorum. Ve bu eski-yeni folk müzik şöleni gerçekten çok fazla güzel şey barındırıyor.
Yanına aldığı THE SENSATIONAL SPACE SHIFTERS ile birlikte Amerika’dan, Avrupa’dan tutun Orta Doğu’ya kadar uzanan müzikal referansları günümüz müzik anlayışıyla işleyip ortaya eşine çok da rastlanmayan bir müzik çıkarmayı başarmış Robert Plant. Yerel enstrümanların ve klasik rock müzik enstrümanlarının basit ve etkileyici yapılarının üzerine -alışkın olacağımız üzere- inanılmaz vokal melodileri yazan Plant, albümün barındırdığı kontrastı sadece eski-yeni olarak değil hareketli-durgun olarak da yaratmayı başarmış. Özellikle açılış parçası “Little Maggie”de, hemen sonrasında gelen “Rainbow”da oldukça belli olan bu çifte zıtlığın ortaya oldukça etkileyici dakikalar çıkarışının zevkine varmak kalıyor dinleyiciye. Tüm bunların yanında elektronik öğelere de başvuran bu iyi müzisyenler topluluğu, aynı anda hem folk müzikten inanılmaz etkilendiklerini hem de bu etkilenimin kendilerini sınırlamak zorunda olmadığını gayet açık bir şekilde ortaya çıkardıkları müzikleriyle anlatmışlar. Yani bir bakıma cesur bir deneme olarak da görülebilecek olan “Lullaby and… the Ceaseless Roar”, amacına gayet ulaşmış gibi duruyor.
Daha “pop” havası nedeniyle olsa gerek, sadece “Somebody There” isimli parçasına alışamadığım “Lullaby and… the Ceaseless Roar”, baştan sona oldukça kefiyli ve akıcı. Özellikle “Embrace Another Fall” ile en vurucu dakikalarını yaşayan albüm, “Little Maggie”, “Turn It Up” gibi harika parçalar barındırıyor. “A Stolen Kiss” de vokal konusunda albümün en önemli anlarından biri. Sonlara doğru temposu, ilgi çekiciliği bence düşüşe geçse de kötü diye tanımlayabileceğim bir durum söz konusu değil. Yine de ilk altı parçasını ayrı bir yere koyduğumu söyleyebilirim.
Robert Plant çok güzel bir insan ve müziği çok seviyor. Bu albümün bana hatırlattığı en büyük şey bu oldu sanırım. Müzik dünyasının bu kadar önemli bir isminden bu kadar tutkulu bir albüm dinlemek mutluluk verici. Bu genç amcayı sevmeye devam edin.
albümün keyif vereceğinden şüphem yok. ama çok yaşlanmış lan adam. 70i geçmiş olan müzisyenlerin albüm çıkarmalarını pek anlamıyorum aslına bakarsan ilk cümlede yalan söyledim eheh.
Fakat bu epey iyiymiş. Teşekkürler Onurcan.