Yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz, toprağını hunharca beton ettiğimiz, binalar diktiğimiz ve maalesef gittikçe yok ettiğimiz bu coğrafyadaki ekseriyetin nefret ettiği bir müzik türünü çok seven insanlar olarak bizler, elbette defalarca şu soruya maruz kalmışızdır; “neden bu müziği dinliyorsun?” Tabi soruyu soran şahsın bizimle olan samimiyetine göre cevaplar belirleriz ve cevaplarız. Ya işte agresif müzikten hoşlanıyorum, yalnızca bu türü değil farklı türlere de yatkınlığım var biçiminde basit cevaplar olur genelde. Yalnızca ve yalnızca çok değer verdiğimiz, bizi anladığını düşündüğümüz insanlara uzun uzun anlatırız. Belki de bu gizli sevdanın kendimizce de bilinmeyen bütün ayrıntılarını o kişiye dökeriz.
Günün sonunda bunca yıldan beri doymadan, hatta iyice iştahlanarak devam eden bu müziksel takıntının altında yatanları biz de belki bu anlatımlarımız neticesinde öğrenmiş oluruz. Buraya kadar özellikle çoğul ek kullandım çünkü bu mevzuda yalnız olmak istemiyorum. Muhtemeldir ki korkuyorum yalnız olmaktan, hatta belki de bundan dolayı metal müzik seven arkadaşlarımdan hiç ayrılmak istemiyorum, kim bilir?
Bu söylediğimi zamanında yaşadım. Eski kız arkadaşımla -ki kendisi metal müziği pek sevmezdi- bir gün sohbet ederken, “Neden bu müziği dinliyorsun?” diye sordu bana. Keşke o zaman kurduğum cümlelerin hepsini şuan net biçimde hatırlayabilseydim. Yine de ana fikri bayağı net hatırlıyorum, zira metal müziği bunca çok sevmemin en büyük etkenlerinden birini o zaman keşfetmiştim. Elbette öncesinden bunun farkındaydım ama ilk defa o zaman cümlelere dökülmüş, gerçekliğe adım atmıştı. “Bir şarkı açar dinlersin, onun içindeki bir melodi, bir gitar riffi, senin ortalama bir bir buçuk aylık psikolojinin en büyük direği olur. Kafanı bozan, üzen, canını sıkan, seni bir biçimde olumsuzluğa iten her ne varsa o melodi ya onu senden uzak tutar ya da onun en efkar dolu yerine fırlatır atar, ne olursa olsun o melodi sayesinde artık kendini tamamlanmış, olmuş hissedersin. Benim yıllarım o melodilerle, o rifflerle geçti. Hemen hepsinin koruduğu, izole ettiği, sakladığı, canlı tuttuğu; vaziyetlerim, anılarım, pozisyonlarım oldu. Yaşamıma kaldığım yerden devam edebilmek için, sağlıklı bir psikolojiye sahip olabilmem için yeni melodilere, yeni rifflere ihtiyacım var. İşte bu yüzden durmadan, yorulmadan, sıkılmadan hemen her gün yeni albümler dinliyorum, haberimin olmadığı grupların albümlerini tek tek edinip onlara saatlerimi ayırıyorum. Yeni bir melodi, akıl alıcı bir riff duyduğumda ise hemen ona sarılıp geçirebildiğim kadar günümü geçiriyorum. Elbette bazı şarkılar oluyor, ne olursa olsun eskimiyor, ancak yine de her yeni melodi beni bir kez daha ben yapıyor.” İşte böyle açıklamıştım ona neden bu müziği dinlediğimi. Bugün anlatacağım EP’de de işte bu melodileri buldum. Bu sebeple paylaşmam gerektiğini düşünüp klavye başına geçtim.
Romanya’nın başkentinde 2013 yılında bir araya gelen Costin Chioreanu, Alex Ghita ve Mihai Andrei Bloodway isimli grubun temelini attılar. Müzik türü olarak da kendilerine dark metal diyorlar ki ben de şahsen bu tanımda hemfikirim zira EP’nin daha ilk saniyelerinden bitişine kadar karanlık adeta dinleyicinin içine akıyor. Ancak bu adamları işte benim gözümde başarılı kılan, sürüyle yeni albüm ve EP arasında kalkıp da bu EP’ye yazı yazdıran etken, onların bu karanlığı dinleyiciye bol tekrar ederek atmosfer yaratan blackvari rifflerle ve çığlık vokallerin ve buhran dolu rifflerin ardında beyine sübliminal mesaj verircesine gelen, başı sonu belli olmayan blast beatlerle değil, çok da başarılı olmayan ama yine de görevini yerine getiren, ilk dinlendiğinde insana sanki bakteri tüküren, zayıf, bitkin bir sesle icra edildiğini düşündüren, ancak zamanla alışılıp sevilen bir vokal performansıyla ve bu vokal performansının etkisini belki de üçe dörde katlayacak, pek atonal gelmese de yine de arızalı notalar içeren, zaman zaman aşırı derecede hafif tatlılık hissi veren, yalnız başına olmasına rağmen tekdüzelik hissi yaratmayan, doğru anlarda doğru adımlar atan ve dinleyiciyi kesinlikle yakalayacağını düşündüğüm gitar performansıyla vermesi. EP’yi oturup dinlediğinizde ve normal bir şarkı dinlerken verdiğiniz dikkatten biraz daha fazla dikkat verdiğinizde zaten dediğime hak vereceksiniz. Her şarkı üzerinde oldukça vakit ayrıldığı, inişleri çıkışları kanaatimce çok olsa da bütünlük bakımından gerçekten başarılı iş çıkarıldığı ortada. Bütün bunlar bir yana, elbette etkilendikleri grupların izlerini taşısalar da, ilk dinlendiğinde hemen hiçbir grupla bariz benzerlikler göstermiyorlar. Yani apayrı bir yol açmasalar da, içinde bulundukları türde orijinal kalabilmeyi sağlamışlar ki kanımca içinde bulunduğumuz zamanda bunu sağlayabilmek bile bir gruba saygı duymak ve heyecanla müziğini dinlemek için çok geçerli bir sebep. Orijinalliklerindeki en büyük etken de bana kalırsa üç kişi olmaları, tek gitarla kaydedilen albümler zaten ya çok iyi oluyorlar ya da çok kötü.
Ayrıca yaptıkları işe saygı duydukları ve büyümeyi hedefledikleri, EP’deki işçilikleri kadar, görsel işçiliklere verdikleri önemden de belli oluyor. Grubun logosu, EP’nin kapağı, yayınladıkları görseller, Facebook’a koydukları konser fotoğraflarının renk tonunun kapaktaki tonlara uyum sağlaması, tişörtlerini düz bir logo basıp satmaya çalışmak yerine, iyi çizimlerle destekli, daha albenili baskılar yapmaları adamların yaptıkları işe ne kadar baş koyduğunun göstergesi. Her ne kadar yayınladıkları tek video klipleri Niklas Sundin’e gereğinden fazla benzese de, hiç olmazsa yaklaşımlarının ne olduğu hakkında güzel fikir veriyor. Günün birinde elbet zaten Niklas’a yolları düşecektir.
Her şeyin sonunda EP’ye adını veren Sunstone Voyager And The Clandestine Horizon şarkısındaki son melodi, EP’yi oturup baştan sona dinlediğinizde, o şarkıya gelmeden önceki vokalsiz kısımlarda kullanılan kimi uzun kimi kısa, bazen yalnızca geçiş için, bazen de şarkının ana mesajını verircesine belirgin, kendi iç dünyanızın o sıradaki durumuna göre şekillenecek olan o melodilerin hepsinin, o tecrübesiz vokalin zorladığı sesinin, genelde davul ataklarına göre şekillenen bass partilerinin tümünün hasılatının hesabını verircesine güzel olması da, sanki bütün dinlemelerimizin, benim noktayı bir türlü koyamadan yazdığım bu upuzun cümlelerle dolmuş kritiğimin, eğer gerçekten kendinizi vererek dinlemişseniz üzerine adadığınız, kapısını kapatıp anahtarını verdiğiniz, umarsızca birbirine bağladığınız anılarınızın, ruhsal durumunuzun ve verdiğiniz bunca emeğin bir hediyesi konumunda oluyor. İyi dinlemeler.
EP diye hemen bi çakıyım dedim. Free Ends’i çektim aradan, güzel parça.
başarılı buldum, dinlemye başladığımda ilk kulağıma çarpan şey davullar-ziller oldu. birbirine benzeyen davul tonlarından sıkılmış biri olarak farklı geldi (belkide çok farklı değildir ancak bana öyle geldi açıkçası). ayrıca görsel olayında da başarılı buldum. bu yolda ilerleyip daha başarılı işlere imza atarlar umarım.
Kapak çok güzel