Gitar ve davul olarak (çünkü bas zaten duyulmuyor) stüdyoya girip biraz eğlenmek, biraz blues yapmak, belki biraz kafa dağıtmak amacıyla gürültü yapmak gibi dertlerle başlayıp da “Oha, güzel oluyo lan? Beste mi yapsak bunları?” diyerek eğlencelerine tüm dünyayı ortak eden bir grup gibi düşündüm hep THE BLACK KEYS’i. Her ne kadar “dünyayı ortak etmek” desem de, ilk albümleri “The Big Come Up” sayesinde anladığımız şuydu ki, dünya bu eğlenceye ortak olmak istemese de, hatta nefret edecek olsa bile onlar yapmak istedikleri şeyi yaptıkları sürece pek de sorun olmayacaktı.
“The Big Come Up”tan sonra gelen “Thickfreakness”, “Rubber Factory” gibi albümler de grubun ilk albümden beri getirdiği çiğliğini ve umursamaz eğlencesini ortaya koymuştu. Oldukça boğuk tonlar, kafanıza kafanıza inen davullar ve alabildiğine serbest gelişen bestelerle THE BLACK KEYS, garaj rock da dense, blues rock da dense, stoner da dense, sonuç olarak iyi bir müzik yapıyordu.
Sonra parayı bulup davayı sattılar.
Tamam ciddileşiyorum.
Ortada bir “davayı satma” durumu yok tabii ki. Zaten bir dava da yok. 2011′deki “El Camino”ya kadar geçen zaman içinde THE BLACK KEYS, eskiye oranla biraz daha ılımlı olmaya başlamıştı zaten. Gerek tonlar gerekse müziğin yapısı olsun, birazcık daha genel kitle havasında bestelerle yoluna devam eden grup ne hayranlarını kaybetti, ne de müziğindeki kaliteden ödün verdi. Her ne kadar zaman içinde daha ılımlı ve bana göre birazcık olumsuz anlamda “olgun” bir müziğe doğru evrilseler de grubun sevenlerini üzecek, ikiye ayıracak bir durum yoktu ortada. 2002′de “The Big Come Up” ile başlayıp 2011′de “El Camino”ya kadar devam eden bu hafif, hatta genel olarak belli belirsiz evrim, bu sene çıkan “Turn Blue” ile oldukça keskin bir kırılma yaşadı. Önceki albümler için, tüm bu evrime rağmen söylenebilecek olan “garaj rock, stoner gibi sanki” şeklindeki ifadelerin “Turn Blue”da yeri yok. Azalmış da demiyorum. Direkt yok.
Zaman içinde yavaş yavaş değişerek bu değişimin kalitesini yüksek tutmayı başaran ikilinin, en azından kendileri için bu kadar keskin sayılabilecek bir değişimin altından ne derece kalkabildiği ise asıl soru. Bir zamanlar “Thickfreakness” gibi bir parça yapan grubun şu an “Fever” gibi bir şey yapıyor oluşunda bir sorun görmüyorum. Müziklerine yedirdikleri pop ve saykedeliğimisi öğeler onlar için yeni bir meydan okuma kapısı açmış olabilir de gayet. Yıllarca benzer şeylerden sıkılıp birazcık daha ferahlamak istemiş olabilirler. Fakat bu öğelerin kullanımı, şahit olduğum örneklerin ışığında, çoğunlukla benzer ve yavan şarkılar ortaya çıkarıyor ne yazık ki. THE BLACK KEYS’in de bundan nasibini aldığını dile getirmeliyim.
Grubun karakteristiğini oluşturan o kadar çok şey yerini başka şeylere bırakmış ki, önceki albümleri, hele ilk albümleri çok sevenlerin “Turn Blue”ya çok fazla yaklaşabileceklerini pek düşünmüyorum. Ama söylemem gerek ki, ne olursa olsun ortada toptan zevksiz parçalar yok. THE BLACK KEYS’in müzik yapmayı biliyor ve seviyor oluşundan kaynaklanan bir kalite her zaman olduğu gibi bu albümde de mevcut. “Fever” da gayet sevimli bir parça. Bence “Turn Blue”nun sorunu birazcık daha basit. Bir süre sonra bayıyor. Bu yani. Şöyle açıklayayım; “Rubber Factory” 10 sene sonra hala dinlenirken, seneye “Turn Blue”dan yavaştan vazgeçilmeye başlanmış olacak. Çünkü “Turn Blue” gibi bir albümü yapabilecek onlarca aynı grup var etrafta. THE BLACK KEYS sadece birazcık daha kaliteli, ama THE BLACK KEYS için yeterince kaliteli değil.
“Turn Blue” hakkında söyleyebileceğim en yerinde kelime “hoş” olurdu sanırım. Yavaş yavaş uzaklaşıldıktan sonra “Turn Blue” ile kökten bırakılan o çiğlik, yerini amaçsız bir rahatlık arayışına bırakmış. Grubun temel özelliklerinden birisi zaten bu çiğlik ile ağza takılmayı başaran öğeleri bir araya getirebilmesiyken ve bunu oldukça doğal, kaygısız yapabilmeleriyken, “Turn Blue”da bu doğallığın yerine garip kaygılar gelmiş denebilir. Ama ne olursa olsun, “hoş”. Ötesine geçebileceğini çok da fazla düşünmüyorum ne yazık ki.
Dediğim gibi, THE BLACK KEYS bu albümle keskin bir dönüş yaptı. “Turn Blue”ya, önceki albümlerinden tanıdığınız, duyduğunuz THE BLACK KEYS’i bir kenara bırakıp bakmanız daha tarafsız olabilir. Zira ben böyle yapmaya çalışmıştım fakat karşıma sıradanımsı bir albüm çıkınca tarafsızlığımı bırakıp “Rubber Factory”ye geri döndüm. Bence iyi de yaptım.
Eleştrilecek kısımları olabilir ama bence bu albüm 6,5 dan fazlasını hakediyor
26.07.2014
@trashback, Eleştrilecek kısımları olabilir ama bence bu albüm 6,5 dan azını hakediyor(dur).
Bende yıllar önce Onur’un ilk paragrafta bahsetti gibi bakmıştım hep The Black Keys’e. Şu zamana kadar da şarkı ayırmadan o samimi ruhu hep hissederek dinledim. Sadece El Camino albümünde biraz bu samimiyetin törpülendiğini düşünmeye başladım ama albümün ve şarkıların gücü bu boşluğu çok güzel kapatıyordu.
Evet Turn Blue’yu da çok büyük merak bekledim ama yayınlanan iki tekli de tatlıydı ama the black keys değildi. Bu düşünce o kadar büyük harflerle aklıma kazındı ki albümü hala dinlemediğimi yeni hatırlıyorum…
26.07.2014
@owlbos, ama bu @trashback’e cevap olmuyacaktı kiii :(
26.07.2014
Internetteki yorumlar da genelde bu iki yonde ya. Seveni sevmis, sevmeyeni de sevmemis. Ama sonucta 6,5 dedigim sey “Bu albumu ne kadar sevdigini 1′den 10′a kadar bi sayi secip anlat” deseniz verecegim cevap. Sonucta bilimsel bir yontemle mutlak sonuc aramiyoruz. Gayet 9 veya 3 falan da olabilir sizler icin bu not (:
Bundan ote, dedigim gibi, Turn Blue kotu bir album degil. Oldschool bir insan da degilim fakat sevemedim. Kritigi yazdiktan sonra daha acasim gelmedi albumu. Iyi, guzel fakat otesi degil benim icin. Stoner’dan nasibini almis blues/garaj rock’a saykedelik ve pop ogelerin katilimi konusunda Tame Impala dinlemeye devam edecegim sanirim.