Umut KARAGÖZ
“Sound City’de puronu yere atıp söndürürdün. Bir şişe Jack Daniels halıya dökülmüş. Kimin umrunda? Burası Sound City.”
Aidiyet duygusu, hepimizde var olan ve bir şekilde tatmin edilmediği takdirde insana boşluğa düşmüş hissi veren bir hissiyat. Sosyal varlığız sonuçta, illa ki ”şu benim/bizim” dememiz lazım. Bunu soyut olarak politik, dini vb. fikirler de tamamlayabilir, somut olarak en basit bir apartman dairesi ya da gidilen okul, çalışılan iş yeri de. Bugünkü konumuz da somut üzerinden efem. Kısaca bir GBT vereyim. Sound City, Amerika’nın dev figüranlar kahvehanesi Los Angeles’da, 1969′da onlarca deponun arasında konuşlanarak açılmış ve 2011 itibariyle kapılarını -biraz açıklık bırakmak kaydıyla- kapamış bir kayıt stüdyosu. Yarım asıra yakın tarihi boyunca yüzden fazla altın ve platin sertifikalı albüme nefes üflemiş, sıkıntılı zamanlarında hep kapısını çalan ve kamyonlarının arkasına attıkları gitarlardan başka bir şeyi olmayan gruplar-müzisyenler tarafından kurtarılmış, müdavimlerince ikinci bir ev ve aile olarak tanımlanan, ailemizin psikopatı Charles Manson’a bile kısa süreliğine ev sahipliği yapmış, futbol endüstrisi için Porto neyse müzik sektörü için o olmuş, fabrikadan hallice bir mekan. ”Porto gibin” deme sebebim bugün efsane olmuş bolca sanatçının ilk ya da en önemli albümlerine bu stüdyoda imza atıp müzik piyasasına girişlerini yapması. Karanlık zamanlarında stüdyoyu düze çıkaran çömezlerden kastım da NIRVANA, FLEETWOOD MAC, RAGE AGAINST THE MACHINE, TOOL falan. Evet.
Küçükten atmak olmaz. Sound City hem 70′lerde, hem de 90′larda ana akım rock müziğin kaderinin tayin edildiği yer. 80′lerde bir numarası yok muydu diyecek olana “Holy Diver” burada kaydedildi demekle yetiniyorum. Susarsın öyle tabii. Çakal. Devam edelim. Stüdyo 2011′de kapatıldıktan sonra rock müziğin asi çocuğunun en yakın arkadaşı Dave Grohl (NIRVANA, FOO FIGHTERS) Sound City’i diğer tüm kayıt stüdyolarından ayıran ve eşsiz hale getiren Neve 2028 konsolunu satın alıyor ve kişisel stüdyosuna koyuyor. Bu da yetmezmiş gibi “ben bunu çekerim hacı” diyerek Sound City ve tarihi üzerine bir belgesel yapmaya karar veriyor. İyi de ediyor. Yine de kişisel stüdyosuna, hemen kayıt masasının arkasına kendisinin dev bir portresini koymuş olması beni biraz uyuz etmedi değil. O ne lan öyle çizgi film kötü adamı gibi.
Belgesel, Sound City’nin ilk kuruluş dönemlerinden itibaren bugüne kadar olan kronolojisini bir şekilde Sound City ile bağlantısı olan müzisyenler, prodüktörler, menajerler ve teknisyenler tarafından röportaj stilinde anlatımına yer veriyor. Belgeselde, biraz eşeleyince fark edilen bir nokta da anlatımda rolü bulunan kimselerin hemen hepsinin stüdyoyla duygusal bir bağı olduğu ve bunun ister istemez seslerine, cümlelerine yansıyor olması. Bu da Sound City belgeselinin rock müziğin mabetlerinden birini onurlandırmak, bu tapınağı elleriyle inşa edenlere ve büyütenlere saygı duruşu olması amacıyla, saf ve iyi bir niyetle çekildiğine izleyiciyi inandırmaya yetiyor.
Belgeselde dikkat çeken noktalardan biri de biraz önce sözünü ettiğim Neve konsolu ve bu konsol taban alınarak argüman haline getirilen “eski ve yeni” meselesi. Tabii belgesel bunu “eski müzik yeni müziğe karşı” şeklinde basitleştirmiyor. Neve konsolu dijital değil. Kaydedilen materyali hala makaralara ve kasetlere işleyen bir analog. Asli konusuna yakın olan kayıt/miks/mastering gibi teknik mevzulara değinerek bu tip kayıt sisteminin daha canlı, çiğ, içten ve daha samimiyet dolu olduğunu, Pro Tools’un bu hissiyatı aynı seviyede yaşatamadığını vurguluyor. Bu konuya iki taraflı yaklaşmak lazım. Birincisi, Pro Tools ve benzeri programların eli yüzü düzgün müzik yapmak isteyen herkese bu opsiyonu sunabildiği ve herkesin garajında bir Neve konsolu olmadığının yadsınamaz doğruluğu. Diğeri ise, her ne kadar herkesi fırsat tanısa da, belgeselde de sözü geçtiği gibi en yetenek ve fikir kıtlığı yaşayan adamların bile amatör bir yönetmen üslubuyla ”kurguda hallederiz”ciliğe başvurarak müziğini Pro Tools’dan geçirip olduğundan daha ihtişamlı, daha kaliteliymiş gibi yansıtmaya çalıştığı gerçeği.
Belgesel, izleyiciyi yolculuğun bir parçası haline getirme konusunda gayet becerikli. Daha önce Sound City’yi duymamış olsanız bile izlemeye başladıktan yarım saat sonra stüdyonun hikayesine dair ilgi duyduğunuzu fark ediyorsunuz. Anlatıcıların samimiyeti ve yapılan işin “şöyle olsun” değil, neyse o olsun düsturunu taşıması da çok önemli bir nokta. Üstünde zorlama bir ciddiyet taşımaması, eğlenceli ve komik üslubu ancak gerektiğinde toparlanmayı da bilmesi açısından bu tip bir belgeselin takınmasa gereken tavra yeterince sahip. Kurgunun bu konuda çok büyük bir etkisi var. Hem teknik detaylar hem de hikayenin sekans sıralaması ve oluşturulan bütünlük açısından çok başarılı bir iş yapılmış. Dave Grohl da kafası çalışan bir adam. Bu ilk yönetmenlik deneyiminde teknik mevzuları işi bilen kimselere bırakıp vizyonunu, ulaşmak istediği noktayı onlara aktararak mümkün olan en temiz ve de kemiksiz biçimde istediği yere varmış. İlk bölüm, Sound City’nin tarihini, yaşanılanları ve Neve konsolunu konu alırken ikinci bölüm ağırlığını belgesel için çıkarılmış, tamamen yeni şarkılardan oluşan “Sound City – Real to Reel” albümüne veriyor. Biraz ondan söz edelim.
Albüm hazırlandığı sırada amacın, stüdyonun duvarlarını süsleyen efsane albümlerin yazım ve kayıt aşamasında yakalanmış o ruhun, büyünün küçük de olsa bir parçasını yakalayabilmek olduğu söyleniyor. Albüm bunu becerebilmiş mi? Şüpheli. İçinde başarılı, eğlenceli şarkılar olan ancak bunun ötesinde dinleyiciye çok fazla bir şey sunmayan bir albüm. Her müzisyen birbirinden farklı müzikal kökenlerden ve kültürlerden geliyor ve her biri katkıda bulunduğu şarkıyı biraz kendine benzetmeyi bilmiş. İyi de etmişler. Yine de bu maya her zaman tutmuyor. Gitmesi gereken yere 2 dakika geç varan “Centipede”, psychedelic rock esintili vokalleri dışında göze batan bir yönü olmayan “Time Slowing Down”, albümün açılışı ve en yüksek tempolu şarkılarından biri olmasına rağmen aklımda hiçbir şeyi kalmayan “Heaven and All” gibi yer doldurmalık, 2-3 saatte, deneme-yanılma yöntemiyle yazıldığı belli şarkılar albümden alınan keyfi baltalıyor. Albüm zaten tamamen prova kafasıyla yazılmış ve kaydedilmiş olmasına rağmen bu formül her biri dolu dolu ve kendine özgü olması planlanan 11 şarkıdan sadece bazılarında başarıya ulaşıyor. Neyin işe yarar neyin çöp olduğu da kendini her şey bittikten sonra belli etmiş olacak ki pek oynama olmamış üzerinde. Buna rağmen, Stevie Nicks’in vokalleri devraldığı “You Can’t Fix This”de FLEETWOOD MAC’i anmamak, “From Can to Can’t”de SLIPKNOT’ın güzel ballad’ı “Snuff”dan bir şeyler bulmamak elde değil. Albümün zirvesi ise son üç şarkı olan, Paul McCartney’in 25 yaşına geri döndüğü “Cut Me Some Slack”, başarılı ballad “If I Were Me” ve üç karşıt müzik anlayışının tek potada eritildiği “Mantra”. Her ne kadar Rick Springfield ve Lee Ving gibi yakın dönemlerde birbirine çok zıt müzik anlayışlarıyla meşgul olmuş isimlerin sırt sırta şarkılara sahip olması bile albümün her yerinde hissedilebilen şu gerçeği değiştirmiyor; bu bir Dave Grohl albümü. Adam her yerde. Daha fazla kreatif kontrol verebilirdi dâhil olan müzisyenlere.
“Sound City – Real to Reel”, içinde başarılı, hit olarak addedilebilecek birkaç şarkının da, bir kere dinlenip bir daha yüz göz olunmayacak şarkıların da bulunduğu, klasik rock’a özlem duyan radyo dostu bir albüm. İlk çevirme sırasında ne alacaksanız onuncu seferde de onu alacaksınız. Seveceğiniz şeyler olacaktır illa ki ancak bunlar albümün yavanlığını gölgelemeye yetmiyor. Yine de bir göz atın, dediğim gibi, sevdiğiniz bir şeyler çıkar.
İyice uzattık yine. Bitirelim.
Sound City, dağınık, kirli, çirkin görünümünün altında insan ırkının hayat verdiği en büyük mucizelerden biri olan müziğin en büyüleyici ve iz bırakan onlarca örneğinin doğduğu, emeklediği, büyüdüğü ve ölümsüzleştiği yer. Sinefiller için çok başarılı bir belgesel, müzik severler için hayatlarının fon müziği olmuş kimi eserlerin ilk adımlarını attığı nostaljik bir ziyafet. Sound City’nin sakinleri içinse bir barınak. Evlerinden, ailelerinden uzakta sadece müzik yapma duygusuyla yanıp tutuşarak buraya gelen ve burada kendilerine yeni bir yuva bulan insanların hem kaçış noktası hem de kendilerini dünyaya kanıtlamak için ilk adımları. Kimi bunu başarmış, kimi başaramamış. Yine de oraya bir kere bile uğramış olan herkesin bugün hala ordan bir parçayı yanında taşıdığını belli ettiği bir stüdyo. Böyle yerler güzeldir. Hepimiz için vardır. İlla ki somut olması gerekmez. Bazen bir insandır. Bazen beyaz bir karanlıktır, bazen alev alev yanan bir kaledir, bazen uykuyu beklemektir. Önemli olan, var olmasıdır.
“Benim için Sound City bir tür doğruluk duygusunu temsil ediyor. Gerçek bir şey. Fazlasıyla insansı bir şey. Buradaki insanların hepsi gerçek ve yaptıkları müzikle milyonlarca hayranı aynı şeyi yapmaya teşvik ettiler.“
hani gerçekten müzik bağımlısı adamlar vardır. boş duramaz ve çoğu yaptığı şey de müzikle ilgilidir. dave grohl böyle biri gibi.
dirk verbeuren, kevin talley gibi metal aleminin “abi bizde çalar mısın” diye soran herkese “ayıpsın kardeşim, akşama ordayım” cevabını veren kurtlu davulcular vardır. grohl da bunun tam ortam çocuğu olmuş versiyonu gibi. killing joke’tan nine inch nails’a, paul maccartney’den prodigy’ye kadar çalmış, ben de yeni öğrendim valla.
Dave Grohl’u seven biri olarak bu belgeseli epey merakla beklemiştim, ve beklediğim gibi süper bir şey çıktı. Özellikle Rupert Neve’le röportajındaki yüz ifadesi çok iyiydi. Yazarın eline sağlık çok iyi oldu sitede olduğu.