northern
1970′lerin başı. Son yüzyılın psikolojik olarak belki de en karmaşık ama karmaşık olduğu kadar da en “içten” dönemi. Birleşik Devletler’de 60′larda başlayan “karşı-devrim” hareketi artık biraz karamsarlık ile de olsa hala devam etmekte ve okyanusun karşı kıyılarına yayılması tamamlandı tamamlanacak. Her on yılda bir olduğu gibi dünya yeniden bir arayışta ve ülkemiz de kendi payına düşeni fazlasıyla almakta.
Atatürk devrimlerinin yüzeyde parlattığı ama derinlerde maalesef yol gösterici şekilde tanımlayamadığı bir ulusal kimlik arayışı içinde olan, kendisine “batılı olması” nasihat edilen bir toplum, batılı olmayı değil de dünyalı olmayı savunmaya başlayan bir batı karşısında kavram ve aidiyet karmaşalarına gömülmüş durumda. İster köyden kente göçmüş olsun, ister doğma büyüme İstanbullu, kendi ülkesinde kayıp bir yabancı gibi hisseden koca bir kitle var. Ve her kriz anında olduğu gibi burada da aranan tek şey eskilerden gelen tanıdık bir yüz, bildik bir ses.
İşte bu ortama müzikal alanda tutunacak bir dal olarak Hızır misali yetişen Selda Bağcan gibi, Orhan Gencebay gibi sanatçılar yanında, müziğe 1960′ların ortasına doğru, yoğunluğu değişse de batı etkileşimli rock müzik ve cover yaparak başlayan Barış Manço, Cem Karaca, Erkin Koray gibi müzisyenler de yüzyıllardan beri orada abide gibi duran kaynağa başvurmadan edemezler: Türk Halk Müziği. Anadolu’nun ta bağrından, böğründen çıkan, iliklere işlemiş bu kalıtsal kültürü görmemek, etkisine kapılmamak imkansızdır artık.
Daha derinlere gidip teknik ayrıntılarda dağılmadan, “Ama Orhan Gencebay arabesk ki!!!”den “Moğollar nerede?”ye savrulmadan esas konuya odaklanalım.
1960′dan beri 45′likler yayınlayan Erkin Koray, bu garip dönemin 1973 yılında ilk uzun çalarını çıkarır ama bu albümde neredeyse hep eski çalışmaları olduğu ve üst paragraflarda belirttiğimiz yeni eğilimlerini yansıtmadığı için çok da tatmin olmuş değildir ve yeni albümü için kafasında başka planlar vardır. Fakat 1970 yılından beri plaklarını çıkardığı İstanbul Plak, Erkin Koray’ın tutmak istediği bu yeni yoldan pek memnun değildir ve 1971-1973 yılları arasında en psychedelic işlerini çeşitli grup isimleri altında (Yeraltı Dörtlüsü, Erkin Koray Süpergroup, Erkin Koray & Ter) burada yayınladıktan sonra Erkin Koray sonunda İstanbul Plak’la yollarını ayırır ve 1974 senesinde, daha sonra zaman içinde İspanya’dan tut Güney Kore’ye kadar yeni baskıları yapılacak, 2000′li yılların Amerika’sından Almanya’sına çeşitli kulüplerde çalınıp millete damı kotu dağıttıracak ve belli bir topluluk için kvlt haline gelecek albümünü Doğan Plak’tan çıkarır: “Elektronik Türküler ist Krieg” veya kısa adıyla “Elektronik Türküler”.
“İii-eyy songs, it’s in the album!” sloganıyla tabii ki de açılmayan albümde Erkin Koray’a ait 3 kısa enstrümantal şarkı ve 5 tane de yeniden yorumlanan türküyle beraber toplam 8 şarkı var. Kulağa ilk çarpacak ve albüm boyunca da peşinizi bırakmayacak öğe, şarkıların harika düzenlemesini bir yana bırakırsak, kesinlikle ama kesinlikle her bir şarkıda ister istemez ağzınızla “düü dübüdüp düü dübüdüp dübüdübüdübü düdüpdüdüppdıbıdıdıbıdıbı” (her hakkı saklıdır) eşlik ettirecek Ahmet Güvenç basları.
Prodigy falan hikaye arkadaşım, sen bir “Cemalım” dinle de sonra gel buraya tartışalım. Aslında albümü herhangi bir açıdan açıklamak için uğraşmayıp son şarkı olan “Türkü”yü dinletsek yeter çünkü albümde şarkı şarkı toplamda ne varsa hepsi, “Doğu-batı sentezi” kavramından bahsedecek herkesin destur çekip dinlemesi gereken bu Nazım Hikmet-Ruhi Su işbirliğinin yeniden yorumunda konsantre bir şekilde, adeta gövde gösterisiyle işlenmiş durumda. Ömer Faruk Tekbilek’in daha 20′li yaşlarında çaldığı enfes bağlaması ve neyi , çılgın bir zurna solosu, Erkin Koray’ın adamı transa sokan gitarı (5:12′de giren ney solosu arkasında takılan o ritme bir kulak verin) ile yaklaşık 9 dakikalık saf bir müzikal yolculuk bu, günümüz tabiriyle “kralına yol verme”.
Fazla cıvımadan biraz da kültürel açıdan bakarsak, böyle albümlerin, hele de artık günümüzde, gereğinden de fazla önemli olduğunu düşünüyorum. Fatih Akın’ın Crossing the Bridge belgeselinde, yanılmıyorsam Replikas’ındı, “Biz buralıyız ve buranın müziğini yapıyoruz” gibisinden bir laf vardı. İlk bakışta sınırlandırıcı ve hatta milliyetçi şekilde “atarlı” bir demeç gibi gözükse de, aslında arkasında çok gerekli bir noktayı gösterebilen bir kapı bana göre. “Müzik evrenseldir” lafını basmakalıp hale getirip ortasından daldığımız için de hep arkada kalıyor, gözden kaçıyor. Müzik evrenseldir evet ama önce bir yerlerden doğuyor, doğmak zorunda. Ve doğdukları yere de özgü şeyler taşıyorlar. Bunları icra etmek, değer vermek zorunda değilsin ama öğrenmen, varlığından haberdar olman, ileride daha donanımlı ve “evrensel” olabilmen yolunda önemli bir adım olacaktır, hatta elzemdir bir nevi. David Gilmour’u, Dave Lombardo’yu bilip de Çetin Akdeniz’i, Ayzer Danga’yı bilmemek, daha doğrusu bilemez bırakılır halde kuşatılmak, emperyalizmin getirdiği baskının kültürel erozyon tarafı ve de alabildiğine trajik bir gerçeklik ama yazının daha fazla “müzik kısmı”ndan ayrılmamak adına burada son verelim bu yola.
Toparlamak gerekirse, Anadolu Rock diye etiketlenen alabildiğine cılız ve gelişememiş bir türün, hem Anadolu hem de rock kısmının eşit oranda hakkını veren ve bana göre hala eşi benzeri çık(a)mamış (ki Erkin Koray da bu albümden sonra arabesktir poptur derken dağılıp gitmiştir) bu albümü dinleyin. Eğer içinizde varsa, sizi gerekli yerlere götürecektir.
Yazıyı bir şarkıdan, bir şiirden alıntı ile bitirmek aslında hiç hoşlanmadığım bir şeydir, ama bu albümün hissettirdikleri için, Liverpool ocaklarında unutulmuş bir ccc sevdalısı gözükmek pahasına, daha iyi bir kapanış, sözü bağlayış da aklıma gelmedi.
Yörellikten evrenselliğe ulaşabilmek ve çeşitliliğe kutlamak adına, hepinize güzel sanatlı günler.
“Dört nala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu davet bizim….
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim…”
Kritik çok iyi. Elinize sağlık
yazı çok güzel albüme de bir şey denilemez zaten artık klasikleşmiş ve müzikseverlerce dinlenilmesi gereken bir çalışma. yazıda adı geçen müzisyenlerin hepsi de ayrı bir değerdir. orhan gencebay’dan çetin akdeniz’e…
Öncelikle yazı çok güzel. Bir tek şu cümledeki örneklemeyi doğru bulmadım.
“David Gilmour’u, Dave Lombardo’yu bilip de Çetin Akdeniz’i, Ayzer Danga’yı bilmemek, daha doğrusu bilemez bırakılır halde kuşatılmak, emperyalizmin getirdiği baskının kültürel erozyon tarafı ve de alabildiğine trajik bir gerçeklik ama yazının daha fazla “müzik kısmı”ndan ayrılmamak adına burada son verelim bu yola.”
David Gilmour’un evrensel olarak bilinidliğiyle, Çetin Akdeniz’in bilinmemesini kıyaslamak pek mantıklı değil. Sektör karşıtı olabilirsin, ben de yer yer öyleyimdir. Endüstri, sektör, emperyalizm vs. Ama İngiltere’nin yerel, ve global piyasaya oynamayan bir müzisyeniyle kıyaslarsan, bu karşılaştırma doğru olur. Sevelim ya da sevmeyelim, global tanınırlık, tüm dünyada aynı şeyden heyecanlanan, belli bir ruh bütünlüğü oluşturmuş insanlar olmasına vesale oluyor.
Bunun haricinde nefis bir yazı, kutlarım.
19.12.2013
@Durakonis, “david gilmour, çetin akdeniz’e göre neden daha çok tanınmıştır?” sorusunu kendimize sorup vereceğimiz cevaplara göre değişir bu karşılaştırmanın “mantıklılığı ya da mantıksızlığı”. benim yazıda verdiğim cevaba göre de yerel ve global piyasaya oynamakla ya da oynamamakla hiçbir bağlantısı yok. (keza pink floyd’un grup kurulur ve albüm çıkarırken “tamam beyler dünyaya açılıyoruz” şiarıyla çıktığını da sanmıyorum.)
dostoyevski’nin kafadan bilinip fakir baykurt’un esamesinin okunamaması ile aynı yolda. bir millet olarak kendi değerlerini yurt dışına açma düşüncen olmasa bile televizyonlarında, okullarında, müzik/kitap dükkanlarında öğretmen, göz önüne getirmen, farkındalığı yükseltmen lazım. ama sen “en çok ne satıyor abi” diyerek emperyalizmin getirdiği kapitalist mantıkla kültürel ürünlerini de buna göre tezgahlıyorsun, bir sanat eserinden önce “tüketim malzemesi” konumuna indirip varlık/yokluk hakkını da buna göre belirliyorsun.
görüşün için de çok sağol. fikir çarpışmalarından daha keyif aldığım çok az şey var.
Şu topraklarda “baba” sıfatını almak kolay bir iş değil. Güzel yazı, arada özümüzü de hatırlamak gerek.
erkin koray’ı türkiye’de ilk kez saçını uzatan erkek hatta bu yüzden dayak yiyen biri olarak biliyorum. doğru mu?
10 puanı da bastım
19.12.2013
@Reroute to Remain, türkiye’de ilk kez saçını uzatan erkeğin erkin koray olup olmadığını bilmiyorum, sanmıyorum da, ama istanbul’da uzun saçı yüzünden saldırıya, hatta bıçaklı saldırılara uğradığı doğru. hatta sakal bırakmasının bir nedeninin de yüzüne aldığı bıçak yaraları olduğu söylenir.
22.12.2013
@northern, biraz efsaneleşmiş hikayeler tabi bunlar ama o dönemde çok aykırı bir davranıştı saç uzatmak, böyle bir müziği yapmak.
Gerçekten güzel yazı olmuş. Burada bunu görmek sevindirici. Eline sağlık.
İnat enstrümantalı aşırı Iron Maiden değil mi ya? Maiden’ın ilk albümüne koy sırıtmaz -ki ondan altı sene önce kaydedilmiş. Babaları saygıyla selamlıyorum.
Normalde zurnadan nefret ederim. Ama Türkü’de (Spotify’da Bizim Dostlar) zurnanın abartılı olarak kullanılması çok hoşuma gidiyor. ‘Ya hep ya hiç’çiyim galiba biraz. Bir ara 8 kanallı falan, sağlı sollu zurna fetişi yaşanıyor, yetmiyor 16 kanala çıkıyor (salladım). Bağlama rifi bir yandan, sol kanaldan pentatonik gitar doğaçlamaları, altta kütür kütür Ahmet Güvenç basları (ayrı bir efsane) eşliğinde Erkin Koray’ın psychedelic efektli sesiyle Nazım Hikmet’in sözleri… Şahane bir eser.