BRUTAL ASSAULT 2013 yazısının 2. bölümünden tekrar merhaba. İlk bölümün başındaki açıklamaya burada da değinelim. 7-10 Ağustos 2013 tarihleri arasında Çek Cumhuriyeti’nin Josefov kasabasında düzenlenen ve bu yılın en müthiş kadrolarından birine sahip olan BRUTAL ASSAULT’un tanıtımına, festivale daha aylar varken başlamıştık. Festivali görüntüleyen İstanbullu film ekibi mindRiotz! ile olan iş birliğimiz dâhilindeki bu olay, sitemizi uzun zamandır takip eden değerli okurlarımızdan ismail vilehand’in de festivale gidip, bir de üstüne festivale dair çok kapsamlı bir yazı yazma niyetinde olduğunu söylemesiyle farklı bir boyuta taşındı.
Uzunca bir hazırlık evresinin ardından, birer gün atlamalı şekilde 4 parça halinde sunacağımız dev bir festival yazısı ortaya çıktı. İki gün önce, yazının ilk bölümü olan “Isınma” kısmını, iki gün önce ise festivalin en coşkulu anlarından bazılarını içeren “1. Gün“ü yayınlamıştık. Bugün “2. Gün”ü, pazar günü de “3. Gün ve Kapanış”ı yayınlayarak bu yazı dizisini noktalayacağız.
Yazının aslı ismail vilehand’e ait olsa da, festivalde basın olarak bulunan ve bu nedenle de normal seyircilerden farklı yetkileri olan mindRiotz! ekibinin de festivale dair notları var. Karışıklık olmaması adına, ismail vilehand tarafından yazılan kısımları siyah, mindRiotz! tarafından yazılan bölümleri ise, logolarında da yer alan bir renk olması dolayısıyla mor yazıyla koyuyoruz.
Yazıdaki fotoğraflar ve videodan da mindRiotz! ekibi olarak Serkan Yalnız, Afra Akgüneş ve Umut Karaduman sorumlu. Fotoğraflara tıkladığınızda büyük ve kaliteli hallerini de görebilirsiniz, ki bizce görün.
Evet, daha fazla uzatmadan festivale geçelim.
BRUTAL ASSAULT 2013 – Bölüm 3: 2. Gün
ismail vilehand
Sürprizler ve enteresanlıklarla dolu bir güne uyanmıştık. Ama henüz farkında değildik. Genelde üç günlük festivallerin en güzel ikinci gününe kalkılır. İlk günün coşkusu ve daha iki gün daha olması baya sevindirir insanı. Bizde başımıza geleceklerden habersiz olduğumuzdan dolayı çocuklar gibi şendik.
ANTROPOFAGUS
Festivalin ikinci gününde açılışı enteresan isimli İtalyan brutal death metal grubu Antropofagus yaptı. Daha önce ismini duyduğum ama dinlemediğim bir gruptu. Sadece festivalden birkaç gün önce son albümlerine bakmıştım ve pek aklımda bir şey kalmamıştı. Saatin erken olmasına ve sıcağa rağmen iyi performans sergilediler. Grubu bilmediğimden setlist@e ayılamadım. Ama bir daha denk gelirsem daha dikkatli dinleyeceğim bu grubu.
ATTACK OF RAGE
Sırada 2007 yılından beri takip ettiğim Slovak grindcore grubu Attack of Rage vardı. Napalm Death ekolünü benimsemiş ve yer yer müziğinde hardcore etkileri barındıran bir grup Attack of Rage. Festivalde bolca Slovak kardeşimiz olduğundan gruba katılım saate rağmen gayet sağlamdı. Ben de içimden “oturmaya mı geldik be ya” diyerek kendimi coşkun kalabalığın arasına bıraktım. Özellikle grubun basçısının performansı harikaydı. Adamda enerji fazlası vardı sanki hiç yerinde durmadı. Festivalin geçen yıllarına göre az ve öz olan grindcore gruplarından biri daha nefesleri kesmişti.
KATALEPSY
Amerika topraklarında peydahlanmış slamming brutal Death metal hayvanlığına Rusya’dan gelen cevap Katalepsy, h#al#a ayılma devresinde olan katılımcılara tokadın kralını çakmak için gelmişti. Grup sahneye çıktığında vokalistin böğürtüsü ile insanlar silkelenip derhal sahne önüne koştular. Rusya’dan gelen bir grup katılımcı Rusya bayrağı açarak önlerde yerini almıştı. Vokalist arkadaş tam anlamıyla böğürtüleriyle şov yaptı. Festivalin ikinci günü ısındıkça ısınıyordu ama gökyüzünde tuhaf hareketlenmeler vardı. Tüm bu hayvan performanslar ve orada bulunan dünyanın güzel kalabalığı tanrıları kızdırıyordu sanki…
MINORITY SOUND
Sırada yerel bir grup olan Minority Sound vardı. Daha önce dinlemediğim\ hatta adını bile duymadığım bu grup industrial metal icra etmekteydi. Şahin tepesine gidip içkimi yudumlarken dinledim bu adamları ve gayet beğendim. Türüne göre iyi müzik yapan bir grup. Elektronik öğeleri metal müziğe yedirmek zordur. Ancak grup bunu iyi yapıyordu. Zaten industrial müziğin her halini seven biri olduğumdan bu performanslarıyla beni tavlamayı başardılar. Onun haricinde, yeniden söylememe pek gerek yok ama yerel grup olduğundan katılım sağlamdı.
OBSCURA
Ölümüne Death fanı olmalarını ne kadar takdir ediyor olsam da, sevmediğim bir gruptur Obscura. O yüzden şahin tepesinden ayrılmadım. Yaptıkları müzik kaliteli veya sanatsal olabilir ama bana göre death metal hissiyatı sıfır adamların müziğinde. Bu benim kendi fikrim olsa da sevenleri epey vardı elbet. Ama performansları festival geneline göre gayet sakin, “adam gitarın tellerinde nasıl gezindi” modunda, 2000′li yılların başlarında ülkemizde “İTÜ metalcisi” olarak tanımladığımız kitlenin Avrupa versiyonuna hitap eden bir performans sergilediler. Grup sahneden indiğinde hâlâ insanlar “adam nasıl o tele basarken bu tele nası dokundu öyle ya” falan diyordu. Biz de “Boooooring!” diyerek son yıllardaki en sevdiğim black metal gruplarından biri olan Glorior Belli için en önden yer tutmaya gidiyorduk. Her şeye rağmen adamlar güzel çaldılar ve netten bulduğum kadarıyla setlist şu şekildeydi:
Septuagint
Vortex Omnivium
Ocean Gateways
The Anticosmic Overload
Incarnated
Centric Flow
GLORIOR BELLI
Artık yağmur çiseliyordu. Hatta yer yer hızlanıyor ama tekrar yavaşlıyordu. Bu festivalle ve ülkenin hava durumuyla ilgili tecrübeli olduğumdan cep yağmurluklarımız yanımızdaydı. Hemen çıkarıp giydik ve insanlar bize imrenerek bakmaya başladılar. Tecrübe işte. Tüm black metalcilik hislerim tavan yapmıştı ve grubu bekliyordum. Derken sahne kenarında gitarıyla grubun vokali, gitarı, kurucusu ve kısacası her şeyi olan Infestvvs (kısacası J.) göründü. Kolsuz ceketini çekmiş gayet karizma, pis pis sırıtan ama blackçiliğinden taviz vermeyen dünyanın en karizmatik insanlarından birini görüyordum. İyi ki bayan değildim. Yoksa ağır verirdim adama. Neyse. Derken grup çalmaya başladı. Adamlar çaldıkça yağmur daha bir coşar gibi oluyordu. Yazarak ne kadar anlatabilirim bilemiyorum ama şarkı aralarında Infestvvs’in seyirciyle diyaloğu olsun, hal ve hareketleri olsun, “alın size black metalde frontman böyle olur.” dercesine efsaneviydi. Kolları boydan boya façalarla dolu olan bu adamın o pis sırıtmasını hiç kaybetmemesi black metaldeki samimiyetini gösteriyordu. Ketçapçı, salçacı, manitacı kolpa black metalcilere inat en ufak taviz vermeden performansını tamamladı ve birden sahneden aşağıya indi. Infestvvs önce son şarkının outro’sunda devam eden soloyu en önde izleyen tayfayla birlikte attı. Baya adam gitarını uzattı bize tellere vuruyorduk. Solo bittikten sonra, grubu kötü hava şartlarına rağmen gelip izleyen ve destekleyen herkesle tek tek tokalaştı. Yine o pis sırıtmasıyla delikanlı gibi sertçe elimizi sıktı ve tüm mütevazılığiyle “Thanks!” dedi. Glorior Belli zaten müzikal olarak en sevdiğim black metal gruplarından biriydi ve gözümde daha da devleşti. Infestvvs ise gerçekten bizi büyüledi ve müridi yaptı. Harika bir performanstı.
HYPNOS
Sıra yeniden yerel bir gruba gelmişti. 90′ların death metal tarzını benimsemiş bu grup epey ilgi topladı ama biz grubu bilmediğimizden arkalardan takibe koyulduk. Hypnos adlı bu grup tavizsiz ve çok temiz bir death metal icra ediyordu. Orjinallikten uzak bir müzikleri olsa da her death metal sevenin ilgisini çekecek kapasitedeydiler. Grubu bilmediğimden setlist veremiyorum ve sonraki kıro gruba geçiyorum.
MISANTHROPE
Bu grup hakkında hiçbir fikrim yoktu ve normalde es geçecektim ama yaptıkları kıroluktan dolayı es geçmiyorum. Nedeni neydi bilmiyorum ama bu adamlar sahnede şampanya patlattılar. Aşağıda her türlü black metal grubunda delirmiş grindcore gruplarında kendini parçalamış, alkole ve türlü kafa yapıcı maddeye dayanmış leş bir kitle var, bunu göre göre adamlar bildiğin şampanya patlattılar. Sahnede alkol almak kraldır ama şampanya nedir arkadaş… Mesela Rotten Sound vokalisti Keijo Niinimaa 40 dakikada hem şarkı söyledi hem de bir şişe köpek öldüren şarabı hiç etti (bunu 3. Gün ayrıntılı anlatacağım. Adam ağır alkolik.). Yani bu rüya tiyatrosu beslemesi kekolar kendilerince bir şeyler yaptılar ama ben uzak durdum. Seveni dinlesin de ben mümkünse olmayayım orda.
PRO-PAIN
Şampanya patlatan kekolardan kaçıp benim için asıl önemli olan gruplardan biri için yer tutmuştum. Ama bu sefer önlerden değil, ortalardan, kıyametin kopacağı yerlerden. Festivalin en öküz moshpit’i için hazırlamıştım kendimi. Baya tekme tokat girecektim. Bu sefer dikilip grup izlemek yoktu, direk tepinmek vardı benim için. Ve aynı benim kafadaki binlerce insan Pro-Pain’i bekliyordu. Yılların kült hardcore/groove/thrash grubu çalmaya başladı ve ilk çalan notayla birlikte birbirimize girdik. Ses düzeni olarak en temiz dinletiyi sunan gruplardan biriydiler sanki. Baya baya yanımda çalıyorlarmış gibi her enstrümanı kütür kütür duyuyordum. Ve o inanılmaz gaddar gitar sound’u… Adamın aklını alık eder yani. Moshpit’in zirvesi ise Make War Not Love çalarken oldu. Kilolu olduğumdan dolayı her dürttüğüm fersahlarca uçuyordu. O bakımdan her bilinçli moshpit’çi gibi mümkün olduğunca düşenleri kaldırmaya ve dengesini kaybedenleri doğrultmaya çalıştım. Bu bilinç maalesef ülkemizde yok. Bu olayı yakalarsak istediğimiz kadar tepinsek de hem sakatlık olmaz hem de maksimum derecede eğleniriz. Moshpit’te çok fazla tepindiğimden setlist’i tam hatırlamıyorum ama Dying Fetus misali eksiksiz bir setlist sundular bize. Pro-Pain denince akla ne gelir, her konserlerinde hangi şarkıları çalarlar, hepsi çalındı yani.
LOUDBLAST
Pro-Pain çılgınlığı bizi kan ter içinde bırakmıştı ama yine gökyüzü bir tuhaftı. Tanrılar sanki elimizdeki soğuk biraya göz koymuşlardı. Bu duruma pek takmıyorduk ama korkunç anlar yaklaşıyordu. Paranoyak kişiliğimle üzücü durumların geleceğini hissettiğim halde tek laf etmiyordum, eğlenmeye devam ediyordum. Derken Fransız old school melodik death/thrash metal grubu Loudblast sahne aldı. Grubu old school işlere çok meraklı olduğum zaman (yaklaşık 6-7 sene evvel) epey dinlemiştim. Eski tarz, hem melodik hem de temiz infaz yapan thrash/death ekolündeki bu grup yılların birikimiyle yardırıyordu. Akşama kadar beklediğim çok fazla grup olduğundan grubu arkalardan takip ettim. Keyifli bir old school melodik death metal dinletisi sundular ve herkes performanstan memnun biçimde ayrıldı.
HATE
En sevdiğim Polonyalı grup vardı sırada. Hate. İsmi bile çok güzel. Kısa ve net. Hate hakkında hiç anlamadığım bir konu vardır mesela, Behemoth’tan seneler önce Behemoth tarzı olarak adlandırılan müziği yaptıkları halde kendileri Behemoth çakması olarak anılırlar genelde. Hiç anlam veremem bu duruma. Yine ortalarda ferah bir yerde delicesine kafa sallayıp sağa sola savrulmalık bir yere konuşlandım. Hexen denen arkadaş ağır sapık bir davulcu gerçekten. Temiz kazımaları ile dur durak bilmedi performans boyunca. Erebos ve Alchemy Ov Blood adlı şarkılarda yanımda hiç muhabbet edemediğim, nereden gelir nereye gidersiniz sorularını soramadığım black metalci arkadaşlarla ağır çıldırdık. Bu kadar senkronize çıldırdığım için adamların yanına gideyim dedim ama “yeeeaaaaahhh!” deyip bana içki uzattılar ben de içip “yeeeaaaaahhh!” diyerek uzaklaştım. Kısacası saatin erkenliğine rağmen kafalar epey yüksekteydi. “Şeytanınız bol olsun gençler” demekten fazla bir şey yapamadım. Setlist’e gelecek olursakta aşağı yukarı şu şekildeydi:
Omega
Wrists
Erebos
Sadness Will Last Forever
Alchemy Ov Blood
Luminous Horizon
ORPHANED LAND + DOĞAL AFET
Hate performansını tamamladıktan sonra, zaten müthiş derecede sevmediğim Orphaned Land çalarken yer içer dinlenirim kafasındaydım. Derken Orphaned Land çalmaya başladı. Yazıda mümkün olduğunca objektif olup festivali berrak bir şekilde aktarmaya çalışıyorum ancak bu anlatacağım kısım yanlış anlaşılabilir. O yüzden lütfen öyle anlaşılmasın çünkü tamamı ile gerçektir. Hafif hafif atıp duran yağmur ufak ufak çığırından çıkmaya başlamıştı ve Orphaned Land ilk şarkısını söylüyordu. Derken yağmur hızlandı ve bir an ana sahnedeki ses kesildi. İşte o an sahne önünde Orphaned Land’i dinlemeyen hemen hemen herkes sırf grubun sesi kesildi diye “Yeeeaaaaahhh! Yiiiiihaaa!” gibi sesler çıkararak ve alkışlayarak sevindi. Bunca yıldır festivallerdeyim ama ilk defa bir gruba karşı bu kadar negatif tepki görmüştüm. Kesinlikle bu tepkileri desteklemiyorum ama Orphaned Land’in yeri bu festival değildi sanki ve insanlar onu belirtiyordu.
Bu olayları zerre sallamadan “ne içsem ki” diye dolanırken birden flashback yaşadım. 31 Mayıs’a geri dönmüştüm sanki. TOMA’lar beni buraya kadar izleyip su sıkıyorlar sandım bir an. Meğersem yağmurmuş. Abartmıyorum, yağmur denen şey damla damla yağar, bu saçmalığın adı neyse artık gökyüzünden kafanıza bariz kovayla su döküyorlar yani. Tüm festival ciddi bir doğal afet yaşıyordu. Yemek tezgâhlarının etrafı çok kısıtlı derecede insan alıyordu ve oralar dolmuştu. Hani sıkışın gireyim bile diyecek durum yok. Durumlar inanılmaz feci. Kız arkadaşım bu konularda tecrübesiz olduğundan direk ağlamaklı bir ses tonuyla: “Lütfen gidelim. Bu festival artık devam edemez. Az sonra zaten iptal açıklanır, biz o anı beklemeyelim şimdiden Prag’a dönelim otelimize” dedi. Ama ben tüm sene boyunca “Selamın aleyküm abim hoş geldiniz” diyerek bu festivalin parasını çıkaran bir emekçi olduğumdan dolayı hiçbir olumsuzluğa boyun eğemezdim. Allahın oğlu gökten inse CARCASS izlemeden beni oradan götüremezdi. Çok inatçıydım. Ve canımdan çok sevdiğim kız arkadaşıma açık açık dedim, “Gökten su değil alev topu yağsa hiçbir kimse beni buradan CARCASS izlemeden götüremez.” En başta karşı çıksa da sonradan o da ciddiyetimi anladı ve yaklaşık 40 dakika süren bu yağmur da (yağmur demem kelime bulamadığım içindir, kanatlı TOMA’lar gökten kafamıza su sıktı) yavaş yavaş bitiyordu. Ciddi anlamda maddi zarar çıktı bu olayın ertesinde. Benim iPhone 4S taklaya geldi. Oradaki birçok insanın telefonu, fotoğraf makinesi, kamerası bu bahsettiğim yarım saatlik doğal afette çalışmaz hale geldi. Çok üzülenler oldu, ama… ama… Kim sikler iPhone 4S’i? “CARCAAAAASSS!” diyerek tüm maddi zararı 1′den 2, ya da 2′den 1 şeklinde maçlarla dolu sürpriz bir sistem kuponu yapar amorti ederim diyerek eğlenceme devam ettim.
Orphaned Land için sahne önündeki yerimizi almaya yöneldiğimizde hissetmiştik zaten, bulutlar havanın bozacağının sinyallerini vermeye başlamıştı. Muhtemelen yağmur yağacak diye yağmurlukları hazırda tutuyorduk, ama az sonra yaşanacaklar hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu…
İster istemez heyecanımızda bir eksiklik oluşmuştu, malum pek çok kez ülkemizde ağırladığımız grubu müthiş bir merakla beklemiyorduk. Festivalin genel akışını düşününce yine farklı olarak nitelendirebileceğimiz bir gruptu Orphaned Land, ama istisnai bir durum yoktu ve sahne önü yine oldukça kalabalıktı. Alışık olduğumuz bir setlist ile bizi karşılamak üzere sahneye çıktı grup ve ilk şarkı The Kiss of Babylon idi. Havanın da soğukluğundandır belki, hızla ortam hareketlenmeye ve herkes eğlenmeye başladı ama bu çok da uzun sürmeyecekti. Sabahtan beri acaba yağacak mı, ne zaman yağacak diye düşünürken sanırım görüp görebileceğim en şiddetli yağmura maruz kaldık. O hazırda tuttuğumuz yağmurlukları bile giyemeden sırılsıklam kaldık, gerçekten bardağı geçtim kova kova su boşalıyordu üstümüze adeta. Grup tabii şarkıyı aksatmadan devam etti ama onların yüzündeki ifadeden de belliydi, muhtemelen sahneden bakınca çok daha acınılası duruyorduk. Normalde yağmur yağmasının festivalin işleyişine etki etmeyecek bir şey olduğunu biliyorduk ama bu seferki gerçekten doğal afet gibi bir şey olduğu için biz de her şey duracak sandık bir an, fotoğraf makinelerini koruma telaşına girdik. Bir ara grubun sesinde bile problem oldu, sahneden hiç ses alamadık.
Sonrasında ise nasıl olduysa herkes yağmuru görmezden görmeye başladı, hatta daha da gaza geldi. Grubun da yüzündeki endişe ifadesi kayboldu ve en enerjik şekilleriyle çalmaya devam ettiler, herkes süper eğlenmeye başladı. Hal böyle olunca biz de umursamadık ve “amaan ne olursa olsun” diyerekten çıkarıp makineleri çekime devam ettik, müziğin de tadını çıkardık. Yağmur hâlâ inanılmaz derecede şiddetli yağıyordu, hem grup, hem seyirciler, hem de ekipmanlar ciddi bir sınav veriyordu, ama neyse ki bu felaketten sağlam çıkmayı başardılar ve ertesi gün de çekime devam edebildik. Sonuç olarak sıradan geçeceğini düşündüğüm Orphaned Land performansı, çeşitli sebeplerden dolayı unutulmaz olarak aklımızdaki yerini aldı, biz de soğuktan titremeye başlayınca gidip kendimize birer metalci poları aldık. Aslında festival böylesine brutal iken grup da ayak uydurur ve “Sahara” albümünden bol bol çalar diye masum bir dileğim vardı, tabii ki bu dileğim gerçekleşmedi, setlist hatırladığım kadarıyla şu şekildeydi:
The Kiss of Babylon
Birth of the Three
The Simple Man
All Is One
Sapari
Ocean Land
Norra el Norra
Ornaments of Gold
MALEVOLENT CREATION
Bu ağır yağmur mu desem, gökten gelen görünmez TOMA’lar mı desem bilemediğim bu hadisenin üzerine koşarak sele kapılıp gitmediğine şükrettiğimiz çadırımızdan kuru giyişiler aldık ve koşarak malavuran kreasyonu izlemeye koyulduk. Aslında grubu orijinal vokalistiyle izliyorduk ama ben şahsen yer yer Kyle Symons’ı aradım. Belki çoğu malavuran hayranı buna katılmaz ama bence grubun zirve dönemi gerek albümler olsun (“The Will to Kill”, “Warkult”) gerek konserler olsun 2002 – 2006 arasındaki Kyle Symons dönemiydi. Buna rağmen performanstan memnundum tabii ki grup canavar gibi çalıyordu. Yağmur yavaşlamış olsa da kız arkadaşım hâlâ bu doğal afetin şokundaydı. Ben de ona her şeyin normal olduğunu anlatmak adına moshpit’e kendimi saldım. Yine aklımda CARCASS olduğundan çok sapıtmayarak ayarlı biçimde coştum. Ve setlist şu şekildeydi:
Slaughterhouse
Multiple Stab Wounds
Coronation of Our Domain
To Die Is at Hand
Antagonized
Eve of the Apocalypse
Blood Brothers
Born Again Hard
Injected Sufferage
Malevolent Creation
MESHUGGAH
Alcest ve Fields Of The Nephilim’ı es geçtikten sonra hayatımda en çok canlı izlemek istediğim gruplardan birine gelmişti sıra. Meshuggah. Sahne önünde yer alamadık ama hemen ikinci sıra diyebileceğimiz temiz bir yere konuşlanmıştık. Derken Meshuggah sahneye çıktı.
Açılışı son albümden Swarm ile yaptılar. Yaşanılan doğal afetin üzerine buz gibi Meshuggah ilaç olmuştu bize. Yanımda rastalı arkadaşla hemen koalisyon kurup bulunduğumuz bölgeyi karıştırdık. Sağa sola tekmeler yumruklar ayarlı biçimde sallandı. Ufak ama kıyak bir moshpit başlatmış olduk. Az tepinmeli, bol kafa sallamalı olarak sürdü durumumuz.
Çok temiz ve gaddar çalan bir Meshuggah vardı karşımızda ama ben umduğum kadar çıldıramadım. Seyirciye karşı buz gibi olmaları ve In Death – Is Life öncesi sahne arkasına gidip bize robot sesi (albümde de var) dinletmeleri pek olmadı. Sound ise biraz problemliydi sanki. Ama yine de Meshuggah dinlemek büyük bir keyifti.
ALCEST
Evet, festivalin havasını biraz değiştirme vakti gelmişti. Brutal Assault’a gidecek olmanın en güzel taraflarından birisi Alcest’i izleyebilecek olmaktı benim için. Festivalin konseptine uymasa da sözde, bu sebepten dolayı insanlar tarafından yadırganacak bir grup değildi Alcest. Her ne kadar ekstrem metale gönül vermiş insanlar ile dolu olsa da ortam, büyük bir çoğunluğu bir an olsun soluklanmak istediğinde açıp Alcest dinleyen insanlardı, kendimden biliyorum. Eh malum, grubun da popülaritesinin son yıllarda arttığını düşünürsek, Alcest’in çıkışını bekleyen meraklı gözler bir hayli fazla idi.
Nihayet grup sahnedeydi. O kendi halinde ve mazlum duruşuyla Neige’i sahnede gülümserken görünce istemsiz olarak gülümsemeye başladım ben de, hem de çok içten. Son albümden ilk şarkı Autre Temps ile giriş yaptılar, o ilk sound, o ilk atmosfer ile zaten anında farklı bir dünyaya kopup gitmiştim bile. Festivalde daha önce izlediğim ya da izlemediğim, ölüp bittiğim çok fazla grup vardı, ama müziğin en çok ruhuma hitap ettiği anlardan biriydi Alcest’in sahnesi. Evden çok uzakta, bambaşka bir diyarda, yağmur sonrası o serin ve güzel kokulu havada, hafif bir sarhoşlukta ve yorgunlukta orada olup Alcest dinlemek, anlatılması mümkün olmayacak hisler yaşatıyor insana. En son şarkı olarak da Souvenirs d’un Autre Monde çalmaya başlayınca artık sonun yaklaştığını biliyordum, ama daha güzel bir son da olamazdı. Gerisinde müthiş bir tat bırakarak ve Neige’in yine o mahçup gülümsemeleriyle beraber Alcest sahneden inince hissettim ki, hayat eskisine göre birazcık daha güzel cidden.
FIELDS OF NEPHILIM
Sırada İngiltere’den gelen, vakti zamanında başımıza yeni yeni icatlar çıkarmış bir grup vardı. Son zamanlarda yine çok takip etmediğim bir gruptu ama sonuçta “Elizium” denen, müzik dünyasındaki çok önemli bir yapıta imza atmış bir topluluk oldukları için ve bunu da benim daha konuşmaya bile başlayamadığım yıllarda yaptıkları için önümü ilikleyerek saygılı bir şekilde izledim kendilerini.
Abilerimiz gayet karizmatik bir şekilde çıktılar ve çalmaya başladılar. Giyim kuşam olsun, ağızda sigara olsun, steampunk gözlükler, botlar olsun görüntü olarak müzikleriyle bütün duruyorlardı sahnede. Bir yandan da bu iş bizden sorulur edaları da hissedilebiliyordu. Bu şekilde eskiden çok iyi işler yapmış ama sonrasında bir şekilde yitip gitmiş, uzun zaman sonra da tekrar bir araya gelip bir şeyler yapmaya devam eden gruplar için durumun zor olduğunu düşünürüm hep. Kendilerini tekrar kabul ettirmeleri gerekir malum, bazı şeylere sıfırdan başlamak gerekir.
Ama Fields of the Nephilim öyle hissettirmedi hiç, keza onlar çalarken de öyle hissetmediklerini düşündüm. Nihayetinde gayet güzel ve bütün bir performans sundular, hiç eleştirilebilecek bir yanı yoktu ve oldukça keyifliydi.
IN FLAMES
Meshuggah sonrasında sıralamaya bakarak yemek ve içki olayına girip şahin tepesine gitme kararı aldık. Her ne kadar hayatımda ilk dinlediğim brutal vokalli albümlerden biri “The Jester Race” olsa da In Flames’i genel anlamda sevmiyor olmam acı bir gerçekti.
Yiyecek ve içecek yüklenerek şahin tepesine çıktık ve In Flames’i dinlemeye başladık. Benim sevmiyor oluşum, ya da sizin sevmiyor oluşunuz hiçbir şeyi değiştirmez. Bir gerçek var o da In Flames’in ölüyü diriltecek kuvvette bir canlı performans ortaya koyduğudur.
Hani o kadar sevmem diyorum ben bile Cloud Connected çalarken çılgınlar gibi zıplarken buldum kendimi. Yaptıkları müziği sevmeyebiliriz ama In Flames hakkında radikal ithamlarda bulunmadan önce iki kere düşünmeliyiz. Çünkü bu adamlar tam anlamıyla işi biliyorlar.
Yaptıkları müziği sevmediğim halde çatır çatır coştuğum ve bunu sizden saklamadığım grubun setlisti şu şekildeydi:
Sounds of a Playground Fading
Where the Dead Ships Dwell
Pinball Map
Trigger
Cloud Connected
The Hive
Ropes
Fear Is the Weakness
The Quiet Place
All for Me
The Mirror’s Truth
System
Deliver Us
Take This Life
AMORPHIS
Kabul etmem gerekirse Amorphis son yıllarda neler yaptı, ne taraflara kaydı pek takipte değildim. Benim için milenyumun yaramadığı gruplardan birisidir bu arkadaşlar.
2000 öncesinde yaptıkları her şeyi çok severdim bu adamların, ama sonrasında pek aradığımı bulamamaya başlayınca, ben de biraz boşladım bu grubu. Haliyle 2013 yılı itibari ile sahnede çalan Amorphis de pek beklediğimi vermedi. Ama bu demek değil ki orada coşan, zıplayan, kendinden geçen yüzlerce insan için durum aynı olsun. Tomi Joutsen zaten görmeye aşina olduğumuz yüzlerden biraz farklı, yine kendine özel tarzıyla insanları inanılmaz coşturuyordu. Ne olursa olsun izlemesi keyifliydi ve kusursuz çaldılar.
CARCASS
Hayatım boyunca hiç sevmediğim gruplardan biri olan Amorphis’i es geçerek cerrahi çelik ekolünden gelen her türlü ameliyattan sorumlu, kadavra ve otopsi konusunda uzman adamları beklemeye koyulmuştuk. Derken sahnede İspanyol paça pantolonlu bir blues’cu, kıllı sakallı bir country’ci kıro, davula otursam da anasını ağlatsam diyen 89′lu bir genç ve southern metalci uzun saçlı bir cengâver belirdi. Kimdi bunlar acaba… Kim ki bu adamlar hmmm derken Inpropagation çalmaya başladı. O zaman durumu kavradım. Boru gibi CARCASS’tı bu. Kafa sallamak diye bir şey var onu yıllardır yapıyorum ama Carcass çalarken vücut sallamak diye bir şey keşfettim. Bill Steer’in nefes kesen sololarını pür dikkat takibe geçmediğim her an bu ölümüne her yerimi sallama olayındaydım. Naçizane bedenimizin verebileceği tepkiler kısıtlı. Carcass gibi yüce bir oluşum çalarken o tepkiler sınırlarını zorluyordu. At the Gates ve Six Feet Under’dan sonra benim için hayati anlam taşıyan bir grubu daha izliyordum. Ayfonun bozulması, donuma kadar ıslanmam, kız arkadaşımla kapışmam gibi her türlü olumsuzluk Carcass çaldıkça amorti olmuştu. Bu ruh hastası adamlar sahnenin sağına ve soluna iki tane olmak üzere ekranlar yerleştirdiler. Ekranlarda gösterilen görüntüler kafası kopmuş bir bayanın otopsisi, taşşakları iltihaplanmış akıntılı bir çük, arada sırada gözüken Davut yıldızı gibi şeylerdi. Hele ki o iltihaplı çük bariz psikolojimi bozdu. Death metal üstadı tıpçılar, goregrind denen türün mucidi hayvanlar aklımızı başımızdan aldılar. Son şarkı olarak Heartwork çaldığında ise bitişine kadar ne oldu, ben ne yaptım hatırlamıyorum. Gerçekten inanılmazdı. Carcass siker arkadaşlar. Akıllı olun lütfen. Unutmadan setlist’i de vereyim:
Inpropagation
Incarnated Solvent Abuse
Symposium of Sickness / Pedigree Butchery
Carneous Cacoffiny
Lavaging Expectorate of Lysergide Composition
Corporal Jigsore Quandary
Genital Grinder
This Mortal Coil
Reek of Putrefaction
Exhume to Consume
Ruptured in Purulence
Heartwork
1985 (outro)
CULT OF LUNA
Carcass’ın üzerimde yarattığı büyük şok kısmen akli dengemde bozukluklar yarattı. Kız arkadaşımın beni sakinleştirmesi ve kendime getirmesi epey bir vakit aldı. O sırada Overkill’i kaçırmış olduk. Overkill performansına devam ederken ben Carcass şokundan kurtulup gerçek dünyaya geri döndüm. Hemen programa bakıp Cult of Luna için en önden yerimi aldım. İlginçtir ki on binlerce insanın olduğu festivalde Cult of Luna için bekleyen 20 kişi anca vardı. Overkill’in Fuck You’suna yan sahneden katılım sağladık ve Cult of Luna diye tezahürat yaparak final grubumuzu beklemeye başladık. Cult of Luna çalmaya başladığında sağdan soldan cigarasını yaktı herkes. Dediğim gibi 20 kişi vardı anca grubu bilerek bekleyen. Diğerleri neymiş diye bakıyordu sadece. Bir duman sağdan bir duman soldan alarak dinlemeye başladık. Açıkçası bu bir konser değildi. Bariz biçimde bir ritüelin ortasındaydık. I: The Weapon ile girdi Cult of Luna. Johannes Persson denen adama bence dikkat edin. Canlı performanstaki vokalleri albümdekinden bin kat daha hayvan. Tüm performans boyunca yeri göğü gürletti bu arkadaş. Ormanı yanmış sanki. İnanılmaz yardırdı. In Awe Of ile kapanışı yaparken mikrofonu kopardı ve kendini sahne önüne fırlatarak şarkıyı bitirdi. Baya korktuk adamdan. Cult of Luna beni inanılmaz büyüledi. Hatta bakın o kadar büyüledi ki ne diyeceğim; Cult of Luna uzak ara türündeki en hayvan, en muhteşem gruptur. Carcass üzerine cevizli ve dondurmalı browni tadı bıraktılar kulağımızda. İkinci günün kapanış grubu oldular ama bence festival son grup olmalarından dolayı süre konusunda esnek olmalıydı. Cult of Luna’yı bıraksak adamlar sabaha kadar çalabilecek kapasitede ve istekli haldeydiydiler ama festivalin onlara tanıdığı süre belliydi. 45 dakika. Setlist ise şu şekildeydi:
The One
I: The Weapon
Ghost Trail
Owlwood
Disharmonia
In Awe Of
İkinci günü de tamamlamıştık. Ben her şeye rağmen “Carcass, evet Carcass ya, Carcass abi, Carcass bu” diye bir şeyler geveliyordum. Bugünün ağır topları ise Glorior Belli, Pro-Pain, Carcass ve Cult of Luna olmuştu.
Bir sonraki ve son bölümde, BRUTAL ASSAULT 2013: 3. GÜN ve Kapanış:
OPETH, BEHEMOTH, TRIVIUM, SYLOSIS, ROTTEN SOUND, BIOHAZARD, MADBALL, HATEBREED, CARPATHIAN FOREST ve daha fazlası…
Önceki bölümler:
Isınma bölümü.
1. Gün.
“Kim sikler iPhone 4S’i? “CARCAAAAASSS!” diyerek tüm maddi zararı 1′den 2, ya da 2′den 1 şeklinde maçlarla dolu sürpriz bir sistem kuponu yapar amorti ederim diyerek eğlenceme devam ettim.”
ahaha koptum burda, arada handikap 0(favori takım 1 farkla kazanır hesabı) da yap derim. onun haricinde hayatın boyunca sevmediğin bir sürü grup karşına çıkmış gibi(amorpis, orphaned land, obscura, in flames). neyse ki meshuggah ve carcass’la verdiğin parayı çıkarmışsın(ordaki ortamı saymıyorum bile). yazının belli bölümlerini okudum, keyifliydi, eline sağlık.
08.11.2013
@Ufuk Sönmez, handikaplı 0 çok oynuyorum bende. hatta Hannover 96 – Braunschweig maçına öyle oynadım şuan 0 – 0, 41. dakka. bekliyoruz. birde sevmediğim grup çok çok azdı aslında. gruplar peş peşe çıktığı için onlar olmasa ne yemek, ne yiyecek, ne de wc molası verebilirsin. arada öyle gruplar çıkması iyi bişey yani.
09.11.2013
@ismail vilehand, @Ufuk Sönmez
Özelden bekliyorum kuponları. (korhan@yancıyım.com)
22.11.2013
@Korhan Tok, http://t1311.hizliresim.com/1h/q/uszc2.jpg
an itibariyle 2,60 oranıyla ilk maçı buz gibi koydum. +1 maçla kuponu devam ettirebilir yada beğendiğin maçlardan ayıklayarak takılabilirsin. birde ağır fantastik olarak şöyle bişi var:
http://m1311.hizliresim.com/1h/q/ut0zj.jpg
sokağa atacak 22 tl’en yoksa bunu önermiyorum ama bu tutarsa bu siteden ulaşabildiğin her kişiye seve seve bir bira ısmarlarım.
23.11.2013
@ismail vilehand, Tam sevdiğim model kupon düzücülerdenmişsin. Düzücü fiilini ömrümde ilk kez kullanmış olabilirim, özelden görüşelim asd.
26.11.2013
@Korhan Tok, @ismail vilehand, dostlar oynama şansınız varsa canlı bahis yapın derim. canlıdan sonra inanın ki normal maç öncesi bahis kesmiyor adamı. biz arkadaşla gece, izlemedeğimiz nba maçına bile canlıdan giriyoduk, o derece yani. sırf maçtaki basketleri takip edip “lan bu çeyrekte 48 sayı olmaz gidişat onu gösteriyor”, “bak miami iyi başlıycak maça, ilk çeyreği onlar kazanır” “aha denver’ın faul hakkı doldu, çeyreği diğer takım önde kapatır” gibisinden oynuyorduk. tabii çok hızlı düşünüp, çok hızlı oynamak lazım, bahisler hemen değişebiliyor, saniyelere karşı yarışıyorsunuz yani. ayrıca bahisler hemen kazanınca da anında yatırılıyor para. yani 50 tl’yle gir, doğru oynarsan 250′yle çıkarsın maç bitiminde. maç öncesi bahiste, bekle ki maç btsin de paranı yatırsınlar.
hem maç öncesi yapılan tahminler, analizler kimi zaman havada kalabiliyor. oyunun şeklini, kadroları görüp oynamak çok daha mantıklı görünüyor, özellikle bunu futbol için söylüyorum. bu arada korhan kardeş, tahminlerime şurdan bakabilirsin:
ufuk@yancısınyancıkal.com
yaşasın kötülük :D
26.11.2013
@Ufuk Sönmez, canlı bahise bir ara ben de çok vardım ama bir yerden sonra hastalık oluyor o ya. Mesela kendimi hiç tanımadığım Polonyalı voleybol takımlarına canlı bahis yapıp kazandığım paraları sırf hırsımdan yavaş yavaş kaybettiğimi görünce bıraktım artık. Canlı bahse çok kaptırmamak lazım yani :)
26.11.2013
@Berca B., evet evet, kesinlikle ince bir çizgi var. saçmalamaya başladığın anda direk kapaman lazım sayfayı, benim de başıma gelmişti şahsen. sabırlı olup, gereksiz hırslara kurban olmamak lazım. kötü gününde olduğunu kabul edip, belli bi yerden sonra zorlamamak lazım. yoksa daha önceden elde ettiğin karlar da böylelikle bir anda gitmiş oluyor.
Elinize sağlık. Çok güzel gidiyor festival yazısı.
MESHUGGAH’ı 2005′te Vancouver’da izledim. Mükemmeldi. Olağanüstüydü. Burada bahsedilen festival performansı ama headliner oldukları kapalı mekandaki bir konserde cidden insanın beynini akıtıyorlar. En azından benim gittiğim konser öyleydi. Böyle bi kaos, böyle bi insanın benliğini ezme yok. Setlist de şöyle öküz bir şeydi:
The Mouth Licking What You’ve Bled
Soul Burn
Rational Gaze
Perpetual Black Second
Stengah
Sane
Catch 33 Medley
New Millennium Cyanide Christ
Straws Pulled At Random
Future Breed Machine
Konser de şu hatta:
http://www.metal-rules.com/metalnews/2005/11/10/meshuggahgod-forbidthe-hauntedmnemic-live-in-vancouver-october-24-2005/
IN FLAMES konusundaki görüşümü tee yıllar önce demiştim. Dünyanın en iyi canlı performanslarından biri. Deli eğlendiriyorlar, coşturuyorlar. 5 kez izledim, 5′inde de ter içinde kaldım. Her ay gelseler her ay giderim hiç düşünmeden.
AMORPHIS’in konserler konusunda sıkıcı bir grup olduğunu düşünüyorum. Son Unirock’ta da headliner olabilecek bir grup olmadıklarını düşünmüştüm. Bence konser için fazlasıyla uysal bir grup. Albüm gibi dümdüz çalıyorlar ve o son konserde de hiçbir heyecan yaratamamışlardı. Ki gruba karşı bir önyargım falan da yoktur. Bir sürü albümü var sevdiğim.
MALEVOLENT CREATION konusundaki yorumuna katılıyorum, bence de en iyi dönemleri oydu. Bi Preemptive Strike gibi şarkı yapamadılar sonradan da.
OBSCURA’yı o müziği nasıl icra ettiklerini görmek adına izlemek isterdim, ama zaten tahmin ediyordum, senin yorumunla daha da anlamış oldum ki, konserden ziyade YouTube eğitim videosu gibi olması muhtemel olsa gerek performansları.
Serkan’ın ALCEST’i yazdığı kısmında cidden çok kıskandım. Çok güzel anlatmış, bize de nasip olur umarım. Sadece bu kadarını söyleyeyim.
CARCASS, AT THE GATES ve GOJIRA şu ana kadar canlı izlemeyip de en çok izlemek istediğim 3 grup. Bir gün izlersem üçünde de çok yoğun şeyler yaşayacağımı biliyorum. Üçünü de izlemişsin, ne mutlu sana.
Yazı yine güzel olmuş hakikaten.
Yalnız Orphaned Land’e yapılan şey gayet büyük bir saygısızlık bence ve festivale uyup uymamasıyla da açıklanabilecek birşey değil. Sonuçta gruplar festivali yapanlara gidip “Hocam beni al.” demiyor ki. Grubun festivale uyup uymadığını, kitlenin ne istediğini (isteyebileceğini) ve ne istemediğini düşünmesi gereken kişiler festivali yapanlar. Onlar da Orphaned Land’i davet etmişler, grup da “Hayır biz orası için çok uysal kaçarız.” deyip reddetmeyecek tabii ki, çıkıp çalacak. Uzun lafın kısası, öyle bir tepki verilecekse bile bunun hedefi grup olmamalı. O adamların suçu yok yani. Hepsi mülayim zaten, yazık lan. Allahsızlar!! sdfs.
08.11.2013
@Ömer Kuş, ben o tepkilerin sonuna kadar karşısındayım yanlış anlaşılmasın. daha önce hangi başlık altındaydı hatırlamıyorum ama sitede bunu konuşmuştuk ve orda da belirttim. bu tarz tepkiler hem bulunduğun ortama hemde sevdiğin müziğe saygısızlıktır. türkiyedeki konserlerde ve festivallerde bu olay maalesef çok fazla yapılıyor ve yapılmaya devam ettikçe bunun dörtte biri olacak organizasyonları bile asla göremeyeceğiz. hani ben olsam buraya Orphaned Land’i çağırmazdım. ama şöyle bir durum var belkide Orphaned Land’i o tepki verenlerden daha fazla sevmediğim halde çıtımı çıkartmadım ve asla çıkartmamda. ki bu alemde tür içinde türcülük yapmak en sevmediğim şeydir. asla bir açıklama durumu söz konusu değil yani.
09.11.2013
@ismail vilehand, böyle düşünmene sevindim. Dediğin gibi Türkiye’de sıklıkla oluyor bu ve uyuz oluyorum şahsen. Avrupa’daki konserlerde şu ana kadar rastlamadım (olmuşsa da aklıma gelmiyor şu an en azından) o yüzden şaşırdım biraz bunu okuyunca. Genelde Avrupalı kitle festivale eğlence için geldiğini unutmayan, her gruptan zevk almaya çalışan, sevmediği grup olunca gidip yiyip içen ve grubun sevenlerine yer bırakan insanlardan oluşuyor. Böyle olunca herkesin aldığı zevk artıyor tabii.
ankara’da dead soul tribe’a yapılan saygısızlığın bir benzeri de orphaned land’e yapılmış. yazık! seyircinin hedefi yanlış.
Obscura’yı bi ben mi seviyorum sitede?
09.11.2013
@Kamil, yalnız değilsin bro.