7-10 Ağustos 2013 tarihleri arasında Çek Cumhuriyeti’nin Josefov kasabasında düzenlenen ve bu yılın en müthiş kadrolarından birine sahip olan BRUTAL ASSAULT’un tanıtımına, festivale daha aylar varken başlamıştık. Festivali görüntüleyen İstanbullu film ekibi mindRiotz! ile olan iş birliğimiz dâhilindeki bu olay, sitemizi uzun zamandır takip eden değerli okurlarımızdan ismail vilehand’in de festivale gidip, bir de üstüne festivale dair çok kapsamlı bir yazı yazma niyetinde olduğunu söylemesiyle farklı bir boyuta taşındı.
Yazının aslı ismail vilehand’e ait olsa da, festivalde basın olarak bulunan ve bu nedenle de normal seyircilerden farklı yetkileri olan mindRiotz! ekibinin de festivale dair notları var. Karışıklık olmaması adına, ismail vilehand tarafından yazılan kısımları siyah, mindRiotz! tarafından yazılan bölümleri ise, logolarında da yer alan bir renk olması dolayısıyla mor yazıyla koyuyoruz.
Yazıdaki fotoğraflar ve videodan da mindRiotz! ekibi olarak Serkan Yalnız, Afra Akgüneş ve Umut Karaduman sorumlu. Yazıdaki fotoğrafların üzerine tıkladığınızda daha büyük ve kaliteli hallerini de görebilirsiniz.
Pasifagresif olarak, başta büyük emek harcayarak bu yazıyı yazan ismail vilehand’e ve bu güzel fotoğrafları çeken ve videoyu hazırlayan mindRiotz! ekibine, Pasifagresif’e böyle güzel ve kapsamlı bir yazı dizisi kazandırdıkları için çok teşekkür ederiz.
BRUTAL ASSAULT 2013 – Isınma Günü
ismail vilehand
Çek Cumhuriyeti bana göre dünyanın en güzel ülkelerinden biri. Böyle olmasının sebebi müthiş birası, güzel kızları, çılgın gece kulüpleri ya da tarihi güzellikleri değil. Bu saydığım güzelliklerin yanı sıra berbat ötesi bir iklimi var mesela. Gündüz 38-39 derece sıcakta yanarken gece 17-18 derecede bokunuz donabiliyor. Sonra turistik bölgeler hariç İngilizce bilmeyen bir halkı var. Tren istasyonları puzzle gibi. Bizim gibi demiryolu kültürü olmayan milletlerden olanlar doğru treni bulana kadar kafayı yiyebilir. Kaç senedir gidiyorum, festivale gittiğimde kabak gibi belli olan festival metalcilerinin peşine takılıp bir şekilde yolumu buluyorum, ama sonrasında ülkede takılayım gezeyim derken nereye gittiğimi bilmeden istasyon istasyon dolaşıyorum bazen.
Tüm bunlara rağmen bu ülkeyi sevmemin asıl sebebine gelmeden bir yan sebep sunayım size, HER YERDE BİRA İÇEBİLİYORSUNUZ. Evet. Her yerde. Küçücük bir dükkâna girip bir dilim mantarlı pizza yiyip çıkayım derken yanına biranızı açıyorsunuz. Elinizde birayla otobüse, trene, troleybüse hatta taksiye bile binebiliyorsunuz. Hatta biranız mı yok? Trenin içinde bira alıp içebiliyorsunuz. O derece muhteşem her şey.
Bu ülkeyi delicesine sevmemin asıl sebebine gelirsek ekstrem müzik konusunda Avrupa’nın hatta dünyanın en kral ülkelerinden biri olması. En kötü 15-20 günde bir, ülkeye hayvani bir metal ya da hardcore grubu geliyor. Oralı olan kişilerle ayaküstü muhabbet ederken “X grubu izleyeceğim çok mutluyum” dediğimde, adamlar “Evet ya benim beşinci seferim olacak, sağlam gruptur” deyip adamı ayar ediyorlar. Ki bunun haricinde, yıllardır gidip orada izlediğim grupların birçoğunun “Çalmayı en sevdiğimiz yer burası” demesi, “Lan neden ben burada yaşamıyorum!” deyip kafayı yememe sebebiyet veriyor zaman zaman.
Uzun lafın kısası, her sene buraya gelip çok iyi vakit geçiriyorum ve yüzsüzce “seneye başka ülkeye giderim ya” dedikten sonra her sene ısrarla bu ülkeye ve bu festivale geri geliyorum. 2013 yılında da aynısı oldu ve kendimi Prag havaalanında sırtımda çadır, bir elimde bavulum, bir elimde ise bira ile (iner inmez bunu yapmak zorundayım) festival yolunda buldum. Yok ya. Öyle olmadı aslında. Festival’den önce oradaydım bu sefer. Ve elimde birayla otele doğru gidiyordum. Nedeni ise hemen aşağıda.
Bu zamana kadar geldiğim her yıl festivalin olduğu günün sabahı geldim ve hep warm-up partiyi kaçırdım. Bu yıl kaçırmamak için bir gün öncesinden tren istasyonuna yakın bir otele yerleşip sabah erkenden kamp ve bilet işlemlerimi halledip kendimi festival alanına bırakmak istiyordum. Çünkü bu yıl warm-up partide JUNGLE ROT, MALIGNANT TUMOUR ve TESTAMENT vardı. Sololarının köpeği olduğum Alex Skolnick’i, davulun olayım çal beni diyeceğim Gene Hoglan’ı ve thrash metalin kabile şefi Chuck Billy’yi görmemek gibi bir ihtimali kabul edemezdim.
Lemmy’ye şükürler olsun her şey planladığım gibi oldu ve warm-up günü daha ilk grup bile çıkmadan saatler önce buz gibi elma şıramı (ismi masum gelebilir ama şekerli olduğundan kafası çok hızlı) elime alıp kendimi festivalin 36 derecelik manyak sıcaklığına bıraktım. Bu da şu demek, turizm kısmı bitti artık hayvanlığa geçiyoruz.
Bütün planlar yapıldı, yazışmalar tamamlandı, uçak biletleri, vizeler alındı, sayılı günler geçti ve en nihayetinde Brutal Assault macerası pek çok insanınki gibi bizim için de Prag’da başladı. Normal bir konser ve festivalden çok daha fazlasıydı Brutal Assault, koca yılın en sağlam line-up’ına sahip organizasyonuydu, ama işin bizi daha da heyecanlandıran tarafı, ekipçe burada bulunmamızın farklı bir sebebi daha olmasıydı. mindRiotz! olarak festivalin tadını çıkarmanın yanı sıra fotoğraf ve video çekmek ve tecrübelerimizi burada satırlara dökmek adına, basın sıfatıyla oradaydık. Normalde meslek olarak görsel sanatlar ile fazlasıyla haşır neşir olsak da, mindRiotz! adı altında daha çok kalbimizden geçtiği gibi işler ortaya koymak adına, bu müziğe gönül vermiş insanlar olarak oradaydık. Yoğun ve uzun bir yılın ardından, bizim için bundan daha güzel bir tatil olamazdı.
Prag’ın büyük ve kasvetli tren istasyonundan uzaklaşıp hostele yerleştikten sonra kendimizi hemen şehrin sıcak ve görülesi yerlerine attık. Klasik bir Avrupa başkenti olan Prag, bizce gezip gördüklerimizin arasında en güzellerinden biriydi. Bol bol sıcak kanlı insanla karşılaşabileceğiniz, kısa sürede alışıp ayrılmak istemeyeceğiniz bir şehir. Ayrıca çok önemli bir özelliği daha var: burada yaşamak ucuz. Yurt dışında para harcamak genelde çok zordur, İstanbul’dan çıkıp gidince her şey insana çok pahalı gelir. Çoğu ülkede bu böyledir ama Çek Cumhuriyeti bir istisna. Ülkemiz şartlarıyla aynı gibi, hatta bazı noktalarda daha ucuz bile denebilir. Herşeyin tadını doyasıya çıkarabileceğiniz, özellikle de festival zamanı oradaysanız tıkabasa dolup taşan rock-metal barlara gidip bağırarak şarkılara eşlik edenlere katılabileceğiniz bir şehir Prag. Biz doyamadığımız üç günü burada geçirdikten sonra, festival ardından tekrar geri dönme sözüyle beraber, yılın en brutal festivali için Hradec Kralove’a doğru yola çıktık.
Prag’dan çok da uzun sürmeyen bir otobüs yolculuğuyla Hradec Kralove’a gelip otele yönelmeye başladığımızda, nihayet heyecanla beklediğimiz festival havasını solumaya başlamıştık. Otele vardığımızda ise manzara bambaşka idi, koskoca bir otel ve nerdeyse tümü festivale katılacaklar için ayrılmıştı. Pencereden brutal vokal yaparak bizi selamlayan arkadaştan sonra içeri girdiğimizde her halinden festival için geldiği anlaşılan koca bir kalabalık bizi karşıladı, herkes çoktan eğlenmeye ve içmeye başlamıştı bile. Böylesine bir ortamda bulunca kendimizi, konaklama konusunda doğru seçim yaptığımızdan ve haftasonu boyunca çok eğleneceğimizden emindik. Odaya yerleşip ekipmanları hazırladıktan sonra festival alanına bizi götürecek otobüsü beklemeye başladık.
Bulunduğumuz yerden festival alanına gitmek yarım saat kadar bir vakit alıyordu, ama bir otobüs dolusu festival yolcusu ile seyahat etmek hiç de vakit kaybı gibi gelmiyordu, çok fazla sıcakkanlı ve eğlenceli insan ile bir arada oluyorsunuz. Festivalin yerleşkesi Josefov denilen tarihi bir mekan ve asıl sahnelerin olduğu, festivalin kalbinin attığı yer ise devasa bir kale. Evet yanlış duymadınız, koca koca duvarların, surların olduğu bir kalenin içinde gerçekleşiyor bütün olay. Ama gelin görün ki olay sadece burada dönmüyor, Josefov’a girdiğiniz andan itibaren festivalin atmosferine kapılmaya başlıyorsunuz. Normalde çok küçük bir kasaba ve bu kasaba için yılın en büyük olayı bu metal müzik festivali. Festival alanına yaklaştığınızda sizi Brutal Bar karşılıyor, bir bakıyorsunuz karşısında da Brutal Restaurant, daha ilerisinde ise Brutal Market, burada her şey brutal! Kendinizi tüm dünyadan izole ve sadece metalcilere özel bir şehirde gibi hissediyorsunuz. İlk andan itibaren, ayrıldıktan sonra çok özlemini duyacağınız bir yerde olduğunuzu fark ediyorsunuz. Her zevke uyacak yiyecek-içecek çeşitleri, her aradığınızı bulacağınız onlarca metal shop emrinizde. Fiyatlar ise genel olarak bizim ülke şartlarındakiyle benzerlik gösteriyor, bira haricinde tabii ki. Bira çok ucuz, çok çeşitli ve de çok güzel. Çoğu zaman yemek yerine bira içmeyi tercih ediyorsunuz. Özetlemek gerekirse, hali hazırda oldukça eğlenmiş ve iyi vakit geçirmeye başlamışken, aslında daha festivalin başlamamış olduğunu fark ediyorsunuz ve sizi bekleyen sıkı ve brutal günleri düşününce doğru yerde olduğunuzdan bir kez daha emin oluyorsunuz.
0. Gün: Warm-Up Party
BEAST WITHIN THE SOUND
Festivalin açılışını yerel bir grup yaptı: Beast Within The Sound. Kendilerine Çek Cumhuriyeti’nin HATESPHERE’i diyebiliriz. Yerel grup olduklarından dolayı, gâvur amı gibi yanan havaya rağmen sağlam bir kitle gruba destek verdi. Ben de arkalardan buz gibi içeceğimi yudumlayarak grubu zevkle dinledim. Death/thrash/groove metal arası şeyleri sevenler eğer denk gelirlerse gruba kulak kabartabilirler. Vasatın üzerinde gaz bir müzik icra etmekteler. Ben gayet beğendim. Türü sevenlerin pişman olacaklarını sanmıyorum.
DYING PASSION
Şebnem Ferah fanı çekli bir bayanın vokal yaptığı bir grup DYING PASSION. Hayır, aslında öyle değil. Ben bu tarz müziği aşırı derece sevmediğimden kıçımdan böyle bir şey uydurdum. Muhtemelen türüne göre iyi gruptur. Yerel grup olduğundan dolayı yine çok erken sahne almalarına rağmen destek ve katılım sağlamdı. Ama ben gidip tavuk döner yiyip bira içtim ve koşa koşa JUNGLE ROT için en önden kendime ve kız arkadaşıma yer tuttum. Artık festivalin ilk headbang’i için hazırdık.
JUNGLE ROT
Açılışı yapan ilk iki yerel gruptan sonra artık sıra bize, yani adam gibi grup izleyeceğiz diye ağzı köpürmüş olan kalabalığa gelmişti. Ben hem coşacağım ilk grup olduğundan, hem yanımda kız arkadaşım olduğundan, hem de daha önceki tecrübelerime dayanarak ilk gruptan moshpit’e girip sapıtmanın sonraki günler açısından zorluk çıkaracağını bildiğimden, en öndeki en nefis yerlerden birini tutarak old school death metalin son yıllardaki parlayan yıldızı JUNGLE ROT’u beklemeye koyulmuştum. JUNGLE ROT sahneye çıktı ve ortalık karıştı. JUNGLE ROT muhteşem bir grup ama formülize bir müziği var. Belli bir süre dinleyen çoğu kişi bunu çözmüştür. Thrash’vari bir kazıma sonrası bolca breakdown olarak gider müzik genelde. Canlı performansa ilaç gibi gelen bu formül harika işledi ve thrash’vari kısımlarda hayvansal circle pitler döndükten sonra breakdown’larda kafalarımız yerinden koparcasına sallandı. Hatta hardcore dancing yapanlar bile oldu. JUNGLE ROT katılımdan memnundu, biz de onlardan. Immersed In Pain çalmadılar, bana karşı ayıp ettiler ama setlist benim özellikle çok sevdiğim bu şarkının olmaması haricinde gayet güzeldi. Setlist’ten aklımda kalanlar ise karışık olarak şu şekilde:
Worst Case Scenario
Let Them Die
Demon Souls
Gore Bag
I Am Hatred
Terror Regime
Face Down
E.N.D.
Bu gruba dikkat gençler. JUNGLE ROT sonrası serinleme amaçlı bir şeyler alayım diyerek (serinleme tamam ama asıl amaç kafanın peşinde koşmak. Elma şırası denen bela ilk günden müptezel etti beni) sahne önünden ayrıldım. Elmalı içeceğimi alıp diğer gruba bakalım diyerek yeniden sahneye yaklaşırken E.N.D. sahnede gözüktü. Daha önce adını bile duymadığım bir grup olduklarını önceden belirteyim. Derken adamlar çalmaya başladı ve ben yerle bir oldum. İnanılmaz girdi herifler. Adamlar 3 kişi. Gitar vokal, bas ve davul şeklinde bir grup. Tarz olarak MESHUGGAH’vari bir gitar tonu ile thrash/hardcore kırması inanılmaz gaz bir müzik icra ediyorlar. 3 kişilik gruplara ayrı bir sevgim var zaten. Adamlar resmen mest ettiler beni. Çok değerli içeceğimi dökme pahasına tepinmeye başladım ve rüzgâr gibi geldi geçti adamlar. Hatta bu yazıyı yazarken de “Illustrating Evil” adlı albümlerini dinliyorum. Siz de dinleyin bence. Bu adamlar tek kelime ile hayvan.
MALIGNANT TUMOUR
Benim için gecenin ikinci önemli grubu olan ev sahibi MALIGNANT TUMOUR’dan beklentilerim yüksekti ve beklentilerimi boşa çıkartmadılar. Ölümüne MOTÖRHEAD’çi bu Çek arkadaşlar ekstrem müziğe aç konuklarına çok güzel ev sahipliği yaptılar. Özellikle Saddam Hussein Is Rock ‘n’ Roll çalarken neredeyse tüm festival dans ediyor ve eşlik ediyordu. Metal Artillery ve We Are The Metal gibi şarkılarda ise kendimizi kaybettik. İnanılmaz bir performanstı.
TESTAMENT
Ve gecenin hayvanlığına sıra gelmişti. Kız arkadaşımla sırayla yer tutarak içecek ve WC (halk arasında çiş) ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra gecenin ölümcül darbesini beklemeye koyulduk. 2003 ve 2010 arası Türkiye’deki hemen hemen her rock/metal konserine katılmış biri olduğum halde benim ilk TESTAMENT deneyimim olacaktı. Müthiş bir Alex Skolnick, Gene Hoglan ve Chuck Billy hayranı olarak kalbim yerinden çıkacak gibiydi ve TESTAMENT sahnede gözüktü. Rise Up ve More Than Meets the Eye ile öküz gibi girdiler. Mosh pit inanılmazdı. İlk izleyişim olduğundan en önden pür dikkat izlemek istediğim için mosh pit’ten uzak durdum ama içim kıpır kıpırdı. Sonrasında ise bana göre “The Gathering“ten beri Testament’ın en müthiş icraatı olan “Dark Roots of Earth“ten peş peşe üç şarkı geldi. Her fırsatta evde dinlerken makul bir ses tonuyla bağırarak söylediğim Native Blood ve True American Hate aklımı başımdan alırken, Dark Roots of Earth ile son albümü beğenmeyenlere oturan boğa tokadı inmiş oldu. TESTAMENT performansının en can alıcı anı ise Into the Pit idi. Bu güne kadar her tarzdan yüzlerce grup izledim, ama uzak ara ilk onda anacağım hayvansal bir mosh pit oldu bu şarkıda. Brutal Assault gibi festivallerde genelde kontrollü mosh pit’ler olur ama Into the Pit çalarken kalabalık kontrolünü kaybetmişti. Sanki ortada yumruk yumruğa bir savaş vardı.Crowd surfing ile üzerimizden gelen adamları sayamadım bile. Sonrasında gelen D.N.R. (Do Not Resuscitate) ve 3 Days in Darkness ile ben tamamı ile dağılmıştım. O kadar tecrübeli olduğum halde daha ısınma partisinde boynumu koparırcasına salladım ve şarkılara eşlik ederken bağırmaktan sesimi kaybettim. Ben bunu yaptıysam ilk defa festivale gelenler neler yapmıştır kim bilir…
HENTAI CORPORATION
TESTAMENT’ın şokunu atlatamayıp kız arkadaşımla birlikte birbirimize“Oha o neydi ya”, “Öküz gibiydi ya” diyerek festivalin bilinmeyen ve çıldırılmayacak gruplarının en güzel izleneceği, en tepedeki amfi tiyatroya doğru yolumuzu aldık. Derken sıradaki grup sahneye çıktı. Ben bir ara “Oha lan! Jim Morrison mu yoksa o, yoksa ben mi çok sarhoşum…” dedim. Kız arkadaşım da güldü ve “Yok ya cidden adam benziyor” dedi. Sonradan da inceledim, harbiden adamın hal ve hareketleri ve biraz da imajı benziyordu. Death,grind, thrash, blues, caz, deneysellik, progresiflik, hatta avangardlık içeren, karman çorman, ama grubun adını bile duymamış insanları dahi zevkten dört köşe bırakan bir müzikleri var adamların. Mutlaka kulak kabartmak gerekli. Hele ki deneysel işleri sevenler es geçmemeli.
Tüm bunları derken günü bitirip çadıra dönüyor, Doğu Bloku ülkelerinin ekstrem müzik sevdalısı insanlarıyla derin muhabbetlere dalıyor, sonra sızıp uyuyor ve festivalin ilk gününe temiz ve sağlıklı bir biçimde uyanmayı diliyoruz.
***
BRUTAL ASSAULT 2013 – 1. Gün
Dün her ne kadar öküz gibi performanslar yaşamış olsak da, aslında festivalin ilk gününe uyanmıştık. Elimizden geldiğince kişisel bakımımızı yaptıktan sonra ölmeyecek kadar yemek ve bolca alkol alarak ilk güne girişimizi yaptık.
Warm-up day ile festivale bir güzel ısındıktan sonra brutal otelimize gidip bir güzel uyku çektik ve ilk gün için olabildiğince enerji topladık. Bizi ne kadar sıkı bir festival beklediğini zaten fark etmiş durumdaydık ama yine hazırlıksız yakalanmışcasına bizi çarpacak uzun bir gün bekliyordu. Yazın en uzun günlerini burada yaşadık diyebilirim, gerçekten de festivalde müzik bir an olsun susmuyor, her ne kadar öğlene kadar uyuyup güzel bir vakitte alana gitmiş olsanız bile Brutal Assault size enerjinizin yeteceğinden fazlasını sunuyor. Böylesine yoğun dozda metal müziğe bağımlı hale gelmeden önce, alışmak ilk gün biraz vakit alıyor. Mesela sahnede Dying Fetus tozu dumana katarken uzak bir köşede sızmış kalmış Dying Fetus t-shirlü bir insana bile rastlamak mümkün. Malum, bizim festivali ziyaretimize eğlenme kısmının yanısıra iş kısmı da dahil, o yüzden çok da kendimizi kaybetmeden biraları yavaşça tükettik ve bir yandan müziğe kendimizi kaptırırken bir yandan da bolca görüntü toplamaya, o anı ölümsüzleştirmeye çalıştık.
COFFINS
Abstract Essence ve Proximity adlı yerel grupları ayılma ve yeme-içme zamanımıza kurban ettikten sonra en çok sevdiğim doom-death grubu olan Coffins’i izlemek için en önden yerimizi aldık. Japon malı orijinal ölüm metalcileri sahneye çıktılar ve öğlen sıcağına rağmen buz gibi ölüm müziği dinlettiler bize. Underground webzine’lerde zaten en çok övülen gruplardan biriydi Coffins, ve o övgülerin boşa çıkmadığını binlerce kişiye kanıtladılar.
DECREPIT BIRTH
Aslında Decrepit Birth ilk albümleri hariç pek sevdiğim bir grup değildir. Teknik death metale elimden geldiğimce mesafeli yaklaşan biri olsam da, kız arkadaşımın sevdiği bir grup olmasından mütevellit, yine sahneyi güzel gören bir yere çöreklendik. Derken sahnede dört adet metalci ve bir adet homeless belirdi. Ani bir kazayla değil, baya baya eskimekten rengi solmuş ve yırtılmış kıyafetlerle gelen bu homeless arkadaş Decrepit Birth’in vokalisti ve kurucu elemanlarından Bill Robinson’ın ta kendisiydi. Saatin erken olmasına ve sıcaklığa rağmen haklarını yemiyim, cayır cayır kazıdılar. Benim açımdan performansın zirve noktası en son çaldıkları Crystal Mountain cover’ıydı. Onun haricinde ise kız arkadaşımdan öğrendiğim kadarıyla setlist şu şekildeydi:
Of Genocide
The Infestation
A Gathering of Imaginations
The Resonance
Diminishing Between Worlds
Symbiosis
MAGRUDERGRIND
Decrepit Birth vokalistine yardım amaçlı evde giymediklerimi koli yapıp yollama kararı aldıktan ve kendi türünde en sevdiğim gruplardan biri olan Magrudergrind’ın gıcır bir tişörtünü alıp hemen üzerime çektikten sonra sahne önünde yerimi aldım. Brooklyn, New York’lu Punk/Grindcore/Powerviolence cengâverleri hiç vakit kaybetmeden sahnede gözüktüler ve tahribata başladılar. Hızlı vur kaçlarla dinleyici harap oluyordu, zor durumlar yaşıyorduk. Öğle sıcağında mosh pit cehenneme dönmüştü. Gitar, vokal ve davuldan oluşan bu üç kişilik yıkım ekibi rüzgâr gibi geldi geçti diyebilirim. Kendilerine verilen kısa süreye rağmen, şarkı sürelerinden ötürü çok fazla şarkı çaldılar. O bakımdan setlist vermiyorum ama grindcore seviyorsanız bu adamları kesin dinleyin. Gerçekten inanılmaz bir performansları var. Bir gün denk gelirde canlı izlerseniz aklınız yerinden çıkabilir.
DR. LIVING DEAD!
Suicidal Tendencies seviyor muyuz arkadaşlar? “Eveeet! Seviyoruuuz!” diyorsanız bu grup tam size göre. İsveç, Stockholm’ün bağrından kopup gelen bu cengâverler Suicidal Tendencies kanından nefis bir thrash/crossover icra etmekteler. Ve ortamlarda epey bir takipçileri var. Ancak bu arkadaşları festivalin en talihsiz ikinci grubu (birincisi için ikinci gün yazısını bekleyin.) seçebiliriz. Çünkü gitarist çok ciddi bir arıza yaşadı ve gitarı, amfisi vesaire bir sürü ekipmanı değişti, grubun en az on dakika kaybı oldu. Bu işlerde teknik bilgim olmadığımdan arızanın ne olduğunu anlayamadım ama grup sıkıntılı dakikalar yaşadıktan sonra kalan süreyi bomba gibi değerlendirdi diyebilirim.
İnanılmaz enerjik adamlar. Daha uzun süre çalabildikleri bir konseri gerçekten görmek isterim çünkü bu heriflerin insan üzerinde uyarıcı etkisi var desem abartmış olmam. Yaşadıkları talihsizliklere rağmen ölüyü dirilten performansları ile benden tam not aldılar. Konser sonrasında ise derhal orijinal bir Dr. Living Dead! şapkası kafama çektim ve festivalin geri kalanında öyle dolaştım.
NOVEMBERS DOOM
Şimdi sıra Novembers Doom’a gelmişti. Ama üzgünüm arkadaşlar. Her ne kadar arkalardan takip etmeye çalışmış olsam da adamların yaptığı müzik hiç ilgimi çekmediğinden dinlemiş olduğum halde size bir şey aktaramayacağım. Genel katılımdan bahsedecek olursam, böyle bir festivale göre az gözükse de grubun yeterli takipçisi vardı. Ön kısımlarda sevenleri grubu yalnız bırakmadı. Benim de bu gruba bu performans vasıtasıyla bir sempatim oluştu. Neden derseniz, Novembers Doom festivalde iki performans verecek nadir gruplardan biriydi (belki de tek gruptu). Biri şu an yazdığım normal performans, diğeri ise ertesi günkü akustik performans.
Ancak şöyle bir sorun vardı. Alternatif sahnede olan grubun akustik performansı tam olarak Carcass ile çakışıyordu. Kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama grubun vokalisti kısmen şunları söyledi: “Abi yarın alternatif sahnede akustik performansımız var… Ama… Carcass’la aynı saatte… Ya neyse… Siz gidin Carcass’ı izleyin bence” gibi bir konuşma yaptı. Önce güldüm ama sonra adamı ayakta alkışladım (zaten ayaktaydık çaktırmayın). Yaptıkları müziği hiç sevmeyen biri olduğum halde pozitiflik hissettirdiler bana.
İzlemeyi merakla beklediğimiz gruplardan birisiydi Novembers Doom, canlı dinlemek için ölüp bitilinebilecek belki de ender gruplardan birisi bu tarz için. Gündüz gözüyle ve sahnenin hemen dibinden izleyecek olmanın heyecanıyla beklemeye başladık. Bizim gibi diğer sahnede halen çalmaktan olan grubun son şarkılarından fedakarlık edip sahnenin önünü dolduran birçok insan vardı, gruba böylesine destek olduğunu görmek hoştu. Zaten grup da bu kalabalığı kaçırmayalım diyerekten ve son zamanların trendine uyaraktan sırayla sahneye çıkıp cep telefonu ve fotoğraf makineleriyle kalabalığı çektiler. Sonrasında da grupça sahnedeydiler ve doom death metal ziyafetine başladılar. Oldukça hoş bir tecrübeydi ve çok da güzel çaldılar. Festivalin genel katılımcı profilini düşününce biraz daha az tercih edilecek bir grup gibi duruyordu ama eminim ki o gün pek çok yeni fan edindiler. Sahnede çok uzun kalamadılar malesef, festival işleyişi gereği özellikle gündüz grupları genelde tadımlık oluyor ama sahneden inerlerken ertesi gün için akustik bir set ile tekrar sahnede olacaklarının müjdesini verdiler. Setlistten de akılda kalanlar şöyleydi:
Harvest Scythe
I Hurt Those I Adore
The Dark Host
Six Sides
Dark World Burden
Rain
HACRIDE
Sırada yıllar boyunca Gojira’dan sonra en sevdiğim Fransız grup olan Hacride vardı. Ama artık sıralama öyle değildi. Hem çok fazla Fransız grup öğrenmiştim, hem de Hacride son albüm bana göre fiyaskoydu. Her şeye rağmen arkalardan ama sahneyi temiz gören bir yerden grubu beklemeye koyuldum. Canlı performansta da grup bana farklı bir elektrik veremedi. Tek başına İstanbul’a gelseler belki delirirdim ama o kadar grup içinde sönük bir performans sergilediler. Brutal Assault gibi akustik çalan grupta bile tekme yumruk moshpit olan bir festivalde (oha abarttım. Ama anladınız siz.) konser ortalama geçti. Setlist’ten aklımda kalanlar ve netten bakarak tamamladıklarım şu şekildeydi:
Introversion
Strive Ever to More
Act Of God
My Enemy
On The Threshold Of Death
PHILM
Çoğu kişi ne göreceğinin farkında değildi ama ben kendimi hazırlamıştım. Baya baya DAVE LOMBARDO izleyecektik. Sahne ona göre kuruldu. Hayatımda ilk defa davul en önde, vokal gitar ve bass arkada bir düzen görmüştüm. Çoğu kişinin aksine dersine çalışmış akıllı bir metalci olarak Philm Harmonic albümünü yaklaşık 5-6 kere dinlemiştim. Nette post-hardcore diye geçiyor ama bence alakası yok. Deneysel metal de geç. O derece tür açısından kurcalanmaması gereken bir gruba gelmiş Lombi paşam. Grup çalmaya başladı, ben Lombardo’ya kitlendim ama grubun diğer elemanları Gerry Nestler ve Pancho bağıra bağıra biz bu adamın yanına yakışırız diyorlardı. Belki de festivalin en progresif grubuydular ama gerek Lombardo’nun mütevazılığı olsun, gerekse de diğer elemanları ona ayak uydurması olsun, bizim gibi tepinmekten çok, bu işin sanatsallığına yoğunlaşmış çoğu kişiye kaliteli müzisyenlik nedir onu gösterdiler. Ekstrem bir festivalde sıkıcı olmayan avangart ve progresif performans nasıl olur, insanlar nasıl mum gibi bizi dinler göstermiş oldular. Kesinlikle harikaydı.
downset.
downset. bizim ülkede bariz biçimde bilinmez. Belki şuan otuzlu yaşlarında olan birkaç kişi bilir. Ancak dünya çapında müthiş kült bir gruptur. West Side hardcore dendi mi akla ilk gelen gruplardandır. Aşırı derecede protest, varoşlardan çıkma, siyasi açıdan aykırı Amerikalı bir grubun doğu blok ülkelerinde bu derece bilinmesi ve fanı olması size tuhaf gelebilir ama cidden değil. Üç senedir bizzat şahit oldum, Amerika’nın varoşlarından gelen hardcore grupları, black’çisi olsun, death’çisi olsun buralarda çılgınlar gibi ilgi görüyor. Burzum tişörtlü adamların anti-kapitalist, anti-emperyalist, kıro hardcore gruplarında pogo yaptığını, doğu blok ülkelerinde görmeniz çok normal bir şeydir. Tür içinde türcülük yapmıyor adamlar. Batı’ya olan öfkelerini özellikle Batı kültürünün bağrından kopup gelmiş hardcore/rapcore gruplarında coşarak göstermeyi çok seviyorlar. downset. keza Çek Cumhuriyeti’nde çok beklenen bir grupmuş onu gördüm. Abartı moshpit’ler oldu ve inanılması güç derecede şarkılara birebir eşlik edildi. Grup bile şaşırmıştı buna. Grubun vokalisti Rey Oropeza bile bu derece destek gelmesinden kendini kaybetti ve stage dive yaparak üzerimizde gezindi. Daha ilk günü yarılamadan her türden efsane performanslar izliyorduk. Festivalin hayvanlığı cidden gittikçe kendini aşıyordu.
BELPHEGOR
Sırada daha önce İstanbul’da yarım yamalak da olsa izlemiş olduğum black/death grubu Belphegor vardı. Kafaya kanı dökmeden çıkmayan bu cengâverler yine bol salçalı çıktılar sahneye.
Bu sefer moshpit’ten ziyade headbanger kitle çıldırmaya başladı. Ölümüne kafa sallıyordu herkes. Benim de zaten daha yorulmamam gerekiyordu. O bakımdan çakılıp kalıp kafamı koparcasına salladım ve “seytıııııııııın!” diyerek efendi efendi elma şıramı içtim.
Grubun setlisti şu şekildeydi:
Feast Upon The Dead
Belphegor – Hell’s Ambassador
Angeli Mortis De Profundis
In Blood – Devour This Sanctity
Diaboli Virtus In Lumbar Est
Impaled Upon the Tongue of Sathan
Lucifer Incestus
Bondage Goat Zombie
DEVILDRIVER
Sıra son yılların en gaz gruplarından birine gelmişti. Devildriver çok severim ama ilk izleyişim olacaktı. Daha önce canlı performanslarını netten çok izledim, inanılmaz gaz bir grup olarak gözüküyorlardı ama maalesef beni hayal kırıklığına uğrattılar.
Bu ve buna yakın tarzda müziği yapanların en çok delirdiği ülke genelde Çek Cumhuriyeti’dir ama Dez Fafara, çalayım da gideyim havasındaydı sanki. Performansın ortalarında sıkıldım baya bir. Grubu çok seviyorum ama sanırım kötü bir güne denk geldik. Cidden Devildriver işimizi yapalım gidelim havasındaydı.
DYING FETUS
Devildriver’ın hayal kırıklığından sonra tüm festivalin en iyi performanslarından birine gelmişti sıra. Death metali ben Amerikalı gruplardan öğrendim. Cannibal Corpse, Death, Deicide, Suffocation, Morbid Angel, vesaire, vesaire, gibi. Ancak Dying Fetus’un ne derece muhteşem bir grup olduğunu bu yaşımdan sonra öğrenmiş oldum. Uzak ara hayatımda dinlediğim en muhteşem Amerikalı death metal grubu performansıydı. Motörhead hariç üç tane adamın yapabileceği en kusursuz şey uzak ara budur diyorum.
Adamlar buz gibi. Hiç fire yok. Albümden farksız biçimde çalıyorlar ve hayvan gibi coşturuyorlar. Cımbızla çekilmiş gibi bir setlist karşımızda. Hani şunu çıkar bunu koy diyemiyor insan. Boynum parçalandı resmen. Festival boyunca full olarak sevdiğim şarkıları çalan ilk grup Dying Fetus oldu. Setlist şu şekildeydi:
Grotesque Impalement
Your Treachery Will Die With You
Kill Your Mother, Rape Your Dog
From Womb to Waste
Killing on Adrenaline
Second Skin
One Shot, One Kill
ENSIFERUM
Ensiferum’un sahnesi çoğu kişi için diğer gruplar arasında eğlenceli bir ara gibiydi, oldukça kalabalık bir gruba karşı çalan grup herkesin keyfini yerine getirdi. Festivalin genel olarak agresif ve tam gaz headbang atmosferinde biraz daha yumuşak bir hava estirdi diyebiliriz. Tabii yine çılgınlar gibi kendini parçalayanlar vardı ama çoğunluk gülümseyerek sahneyi izlemeyi tercih etmişti. Nitekim Türkiye’de biraz daha farklıydı durum, bizde en ufak bir folk girdi mi işin içine, hangi ırktan hangi kökenden olsun fark etmez kanımız kaynamaya başlıyor ya, neredeyse halay çekmeye başlar noktaya geliyoruz, işte gavur milleti farklı bu noktada.
Bizim yokluktan var ettiğimiz o enerjiyi yaratamıyorlar içinde. Ama tabii kültürlü Avrupa metalcisi olmak başka; genci yaşlısı, death metalcisi, black metalcisi, herkes şarkılara eşlik ediyor ve kendince ritme kapılıyordu. Keza çoğu grubu izlerken aynı şeye şahit olabilirsiniz, sanki herkes bütün grupları hatmetmiş, herşeyi biliyorlar, her grubun tadını çıkarıyorlar. Bunu görünce de insan biraz kendinden utanır hale geliyor tabii, o da ayrı mesele. Setlist’e gelirsek, In My Sword I Trust, Twilight Tavern gibi bilindik şarkıları çaldılar, herkesin en çok beklediği ve en çok coştuğu şarkı Iron ise kapanış şarkısıydı, müthiş çaldılar ve tadlarını insanların damağında bırakıp sahneden indiler.
GOJIRA
Dying Fetus’tan sonra sevmediğim gruplardan biri olan Ensiferum çalarken insani ihtiyaçlarımı karşılamış ve Fransa’nın en baba grubu olan Gojira’yı beklemeye koyulmuştum.. Hâlâ kendimi kaybetmiş ve sağlıksız bir durumda olduğumdan arkalarda coşarak takip ettim grubu. Arkalarda olsam da çılgınlar gibi tepindim. Çünkü Gojira Avrupa’nın en iyi metal gruplarından biri. Cidden Gojira seven her insan için gönülden diliyorum bunu, izlememek olmaz. Ayrıntılı anlatmıyorum, Gojira dünyanın en hayvan gruplarından biridir. Lütfen izleyin, yaşayın bunu. Ben özellikle Flying Whales ve Toxic Garbage Island çalarken boynumu kaybettim. Cidden hayatımdaki şuursuz headbang’lerimden birini yaptım bu şarkılarda. Son albümlerini ne kadara beğenmemiş olsam da bence Gojira’ya tüm dünyanın ihtiyacı var. Fransız hayvanlığını herkes yaşamalı. Destansı bir performanstı. Tüm yorgunluğuma rağmen pür dikkat takip ettiğim performanstaki setlist şu şekildeydi:
Explosia
The Axe
Backbone
Flying Whales
L’Enfant Sauvage
Toxic Garbage Island
Remembrance
The Heaviest Matter of the Universe
Wisdom Comes
Oroborus
The Gift of Guilt
ANTHRAX
ANTHRAX çok severim, birçok şarkısında çıldırırım ama insan olduğumdan artık yüklenen her türlü maddeye rağmen minimum tepki vermeye başlamıştım. En tınlamadığım grupta bile kendimi yerlere attığımdan ben artık bitip çadıra doğru yol alacak hale gelmiştim ama bakın ne oldu: ELMA ŞIRASI! Apple Cider denen bu nane ile ilgili yazı bitişinde ayrıntılı açıklamalar yapacağım. O ana kadar bekleyin, cidden ülkeler arası kriz yaratan bir içecek bu. Neyse Elma şırası ile, ağrılar çeken bedenim dipdiri oldu ve Anthrax başladı. Caught in a Mosh ile girdiler ve nefis bir moshpit başladı. Sonrasında gelen Got the Time ile thrash metal manyakları ölümüne birbirine girdi. Hayatımda en çok sevdiğim gruplardan biri olan her şarkısını ezbere bildiğim Fear Factory için kendimi tutmaya çalışıyordum ama Anthrax yardırıyordu. İçimden yalvarıyordum lütfen taptığım ve karşı koyamadığım Anthrax şarkısı olan, Keep It In The Family çalmasa diye. Çünkü çalarsa elma şırasının etkisiyle birkaç kişiyi sakatlama riskim vardı. Neyse ki çalmadı ve en son olarak Antisocial ile thrash manyakları Anthrax ile birbirini parçaladı.
FEAR FACTORY
Anthrax’a pek katılım sağlamadığımdan Fear Factory’ye önde ve en ortada en muhteşem yerlerden birini tutmuştum. Hatta benim yerime karşılık ahlaksız tekliflerde bulunan bir Polonyalı kız ile kız arkadaşım az kalsın kavga ediyordu. Zor ayırdım, Cidden çok tatsızdı bu mevzu. “yok lan öyle şey olmaz” demeyin, doğu blok ülkelerinde oluyor cidden. Erkekten çok kızlar erkeklerin peşinde. Hatta kavgada, dövüşte kazanan hatun baya erkeği alıp gidiyor. Ciddi ilişkiniz yoksa, döven kız erkeği kapıyor yani. Size inceden bir tüyo çarptım ama bu lafıma güvenip Şahin K gibi gitmeyin Çek’e. Hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz.
Neyse. Hayatımda ilk dinlediğim ve en çok sevdiğim gruplardan biri olan Fear Factory çalmaya başlamıştı. The Industrialist ile beynim ağzımdan ve burnumdan akıp yerlere dökülecek gibi kafa sallıyordum. Sonrasında Shock ve Edgecrusher ile en kral zamanlarına selam çaktılar. Ben hâlâ şarkı aralarında beynim yerlere akmadı umarım diye yerlere bakıyordum çünkü hayatımın en zirve headbang’ini yapıyordum. Hani yazarak anlatmak bir yere kadar ama hayatımda 300’den fazla grup izlemişimdir Fear Factory’nin bu performansı çok rahat ilk beşimde yer alır diyerek ne derece yüce bir şey yaptıklarını belirterek setlist’i veriyorum:
The Industrialist
Shock
Edgecrusher
Powershifter
What Will Become?
Archetype
Demanufacture
Self Bias Resistor
Replica
Martyr
VOIVOD
Fear Factory’den sonra boyun kaslarım, ayak bileklerim ve hemen hemen her şeyim bana ”Abi yeter. Kasma.” diyordu ama kim dinler bu tembel bedeni. İçim “Whitechapel!!!”, “Marduuuk!” diye kımıl kımıl oynuyordu. Ancak sırada Voivod vardı. Voivod hakkında konuşmayacağım. Çünkü birkaç övgülü cümle ile sevilecek grup değil. Ama sevene ne mutlu bence. Gerçek anlamda MÜZİK yapan metal gruplarından biri. O yüzden çok iyi çaldılar, en alakasız adama bile kendilerini dinlettiler diyerek setlisti veriyorum:
Kluskap O’Kom
Tribal Convictions
Mechanical Mind
Overreaction
Corps Étrange
Chaosmöngers
Ripping Headaches
Nothingface
Voivod
ENTOMBED
İstanbul’da en keyifli en fena coşarak izlediğim gruplarda biri olan Entombed sahnedeydi. Sabahın köründen beri tepinen bedenim uzatmaları oynuyordu, o bakımdan bu muhteşem performansa yine en arkalardan eşlik ettim. Çünkü son kalan gücümü Whitechapel ile yerle bir edecektim. “Ölüyorum yorgunluktan” dediğim halde delicesine kafa salladığım şarkılar şu şekildeydi:
Living Dead
Like This With the Devil
Out of Hand
Revel In Flesh
To Ride, Shoot Straight and Speak the Truth
I for an Eye
Stranger Aeons
Damn Deal Done
Eyemaster
Supposed to Rot
Left Hand Path
Chief Rebel Angel
Demon
WHITECHAPEL
Ve gecenin beklenen performansına sıra gelmişti. Saatler 01:10. Herkes çılgınlar gibi içmiş, çekmiş. Kafalar bir dünya. Son 5 yılın en üstün ekstrem metal gruplarından birini bekliyoruz. Ülkemizde bu grup pek sallanmıyor ama koca ülke, koca festival çıldırmak için hazır bekliyordu. Derken sahneye sisler verildi ekstrem müziğin genç fatihleri sahnede gözüktü. Şu ana kadar çok tepinmeler olmuştu ama hem saatin geçliğinden kafaların güzel olması, hem de Whitechapel’ın yaşayan en muhteşem ekstrem metal gruplarından birisi olmasından dolayı alakalı alakasız herkes sapıtmaya başladı. İlk şarkı Make It Bleed ile ortalık toz duman oldu. Kıyamet kopuyordu sanki. Whitechapel Brutal Assault’ı domine etmişti. Önden performansı takip ederken, abartısız, bastığım yerin sallandığını hissettim. Kafamı çevirip ne olduğunu anlamam imkânsızdı, çünkü boyu uzun olan çokça adam sağa sola gidip geliyordu. Section 8 ve I, Dementia ile devam eden grup aklımızı başımızdan aldı. Abartısız biçimde öküz gibi devam ederlerken en sevdiğim Whitechapel şarkısı olan Possession çalmaya başladığında kendimi en yakın moshpit’e bıraktım. Öküz gibi tepiniyordum ben de. Ekstrem müziğin ne olduğunun, nasıl yaşanacağının en güzel tarifiydi bu performans. Saatler önce “Yatıcam ben ya. Yorgunum.” derken Whitechapel ile kendimi ve etrafımdaki herkesi yerden yere vurmuş oldum. Daha fazla ayrıntıya girmeden setlist’i veriyor ve Marduk’a geçiyorum. Umarım Whitechapel izlemek size de kısmet olur:
Make It Bleed
Section 8
I, Dementia
Possibilities of an Impossible Existence
Faces
Vicer Exciser
Possession
The Darkest Day of Man
This Is Exile
MARDUK
Whitechapel üzerimizde büyük şok yaratmıştı. Sahne önünden ayrıldık ve “Abi o neydi ya… Oha ya… Whitechapel amına koyim… Çüş… Nası bişi ya… vs vs…” şeklinde laflayarak Marduk için yerimizi aldık. Benim kafanın yüksekliği ve Marduk’un hayatta en sevdiğim şeylerden biri olmasından dolayı ortalarda korunaklı bir yere geçtik. Çok net hatırlamıyorum ama tek dediğim şey “With Satan and Victorious Weapons çalarsa kendimi keserim laaaaan!”mış. Maalesef çalmadılar. Marduk’u üçüncü izleyişimdi ve izlediğim en sakin Marduk’tu bu. Yine de muhteşemdi tabii. Üçüncü izleyişim olduğundan memnun ayrıldım ama ilk izleyeceklere tavsiyem küçük yerlerdeki en az bir buçuk saatlik Marduk performanslarına katılmaları. Marduk festivalden ziyade küçük barlarda çıldıran, adamı da çıldırtan dünyanın en iyi gruplarından biri. Mortuus denen iblisin terleri üzerinize sıçrasın yani. İki defa küçük mekânda izledikten sonra festival pek keyifli gelmedi. Ben vasat bulsam da black metal konusunda milli olan kardeşlerimiz vardı. Ve setlist şu şekildeydi:
Serpent Sermon
Nowhere, No-One, Nothing
The Black…
Imago Mortis
Slay the Nazarene
Temple of Decay
Christraping Black Metal
Wolves
Günün ağır darbelerini Magrudergrind, downset., Dying Fetus, Gojira, Fear Factory ve Whitechapel’dan yedikten sonra nasıl gittim nasıl yattım hatırlamıyorum ama hayatımın en müthiş festivallerinden birini yaşıyordum. O bakımdan ayrıntı veremeyeceğim ama bir şekilde uyudum ve ikinci güne bomba gibi kalktım. Kalkmak zorundaydım. Hayatımda en çok sevdiğim şeylerden biri beni bekliyordu çünkü. O şey ise CARCASS’ın ta kendisiydi.
***
BRUTAL ASSAULT 2013 – 2. Gün
Sürprizler ve enteresanlıklarla dolu bir güne uyanmıştık. Ama henüz farkında değildik. Genelde üç günlük festivallerin en güzel ikinci gününe kalkılır. İlk günün coşkusu ve daha iki gün daha olması baya sevindirir insanı. Bizde başımıza geleceklerden habersiz olduğumuzdan dolayı çocuklar gibi şendik.
ANTROPOFAGUS
Festivalin ikinci gününde açılışı enteresan isimli İtalyan brutal death metal grubu Antropofagus yaptı. Daha önce ismini duyduğum ama dinlemediğim bir gruptu. Sadece festivalden birkaç gün önce son albümlerine bakmıştım ve pek aklımda bir şey kalmamıştı. Saatin erken olmasına ve sıcağa rağmen iyi performans sergilediler. Grubu bilmediğimden setlist@e ayılamadım. Ama bir daha denk gelirsem daha dikkatli dinleyeceğim bu grubu.
ATTACK OF RAGE
Sırada 2007 yılından beri takip ettiğim Slovak grindcore grubu Attack of Rage vardı. Napalm Death ekolünü benimsemiş ve yer yer müziğinde hardcore etkileri barındıran bir grup Attack of Rage. Festivalde bolca Slovak kardeşimiz olduğundan gruba katılım saate rağmen gayet sağlamdı. Ben de içimden “oturmaya mı geldik be ya” diyerek kendimi coşkun kalabalığın arasına bıraktım. Özellikle grubun basçısının performansı harikaydı. Adamda enerji fazlası vardı sanki hiç yerinde durmadı. Festivalin geçen yıllarına göre az ve öz olan grindcore gruplarından biri daha nefesleri kesmişti.
KATALEPSY
Amerika topraklarında peydahlanmış slamming brutal Death metal hayvanlığına Rusya’dan gelen cevap Katalepsy, h#al#a ayılma devresinde olan katılımcılara tokadın kralını çakmak için gelmişti. Grup sahneye çıktığında vokalistin böğürtüsü ile insanlar silkelenip derhal sahne önüne koştular. Rusya’dan gelen bir grup katılımcı Rusya bayrağı açarak önlerde yerini almıştı. Vokalist arkadaş tam anlamıyla böğürtüleriyle şov yaptı. Festivalin ikinci günü ısındıkça ısınıyordu ama gökyüzünde tuhaf hareketlenmeler vardı. Tüm bu hayvan performanslar ve orada bulunan dünyanın güzel kalabalığı tanrıları kızdırıyordu sanki…
MINORITY SOUND
Sırada yerel bir grup olan Minority Sound vardı. Daha önce dinlemediğim\ hatta adını bile duymadığım bu grup industrial metal icra etmekteydi. Şahin tepesine gidip içkimi yudumlarken dinledim bu adamları ve gayet beğendim. Türüne göre iyi müzik yapan bir grup. Elektronik öğeleri metal müziğe yedirmek zordur. Ancak grup bunu iyi yapıyordu. Zaten industrial müziğin her halini seven biri olduğumdan bu performanslarıyla beni tavlamayı başardılar. Onun haricinde, yeniden söylememe pek gerek yok ama yerel grup olduğundan katılım sağlamdı.
OBSCURA
Ölümüne Death fanı olmalarını ne kadar takdir ediyor olsam da, sevmediğim bir gruptur Obscura. O yüzden şahin tepesinden ayrılmadım. Yaptıkları müzik kaliteli veya sanatsal olabilir ama bana göre death metal hissiyatı sıfır adamların müziğinde. Bu benim kendi fikrim olsa da sevenleri epey vardı elbet. Ama performansları festival geneline göre gayet sakin, “adam gitarın tellerinde nasıl gezindi” modunda, 2000′li yılların başlarında ülkemizde “İTÜ metalcisi” olarak tanımladığımız kitlenin Avrupa versiyonuna hitap eden bir performans sergilediler. Grup sahneden indiğinde hâlâ insanlar “adam nasıl o tele basarken bu tele nası dokundu öyle ya” falan diyordu. Biz de “Boooooring!” diyerek son yıllardaki en sevdiğim black metal gruplarından biri olan Glorior Belli için en önden yer tutmaya gidiyorduk. Her şeye rağmen adamlar güzel çaldılar ve netten bulduğum kadarıyla setlist şu şekildeydi:
Septuagint
Vortex Omnivium
Ocean Gateways
The Anticosmic Overload
Incarnated
Centric Flow
GLORIOR BELLI
Artık yağmur çiseliyordu. Hatta yer yer hızlanıyor ama tekrar yavaşlıyordu. Bu festivalle ve ülkenin hava durumuyla ilgili tecrübeli olduğumdan cep yağmurluklarımız yanımızdaydı. Hemen çıkarıp giydik ve insanlar bize imrenerek bakmaya başladılar. Tecrübe işte. Tüm black metalcilik hislerim tavan yapmıştı ve grubu bekliyordum. Derken sahne kenarında gitarıyla grubun vokali, gitarı, kurucusu ve kısacası her şeyi olan Infestvvs (kısacası J.) göründü. Kolsuz ceketini çekmiş gayet karizma, pis pis sırıtan ama blackçiliğinden taviz vermeyen dünyanın en karizmatik insanlarından birini görüyordum. İyi ki bayan değildim. Yoksa ağır verirdim adama. Neyse. Derken grup çalmaya başladı. Adamlar çaldıkça yağmur daha bir coşar gibi oluyordu. Yazarak ne kadar anlatabilirim bilemiyorum ama şarkı aralarında Infestvvs’in seyirciyle diyaloğu olsun, hal ve hareketleri olsun, “alın size black metalde frontman böyle olur.” dercesine efsaneviydi. Kolları boydan boya façalarla dolu olan bu adamın o pis sırıtmasını hiç kaybetmemesi black metaldeki samimiyetini gösteriyordu. Ketçapçı, salçacı, manitacı kolpa black metalcilere inat en ufak taviz vermeden performansını tamamladı ve birden sahneden aşağıya indi. Infestvvs önce son şarkının outro’sunda devam eden soloyu en önde izleyen tayfayla birlikte attı. Baya adam gitarını uzattı bize tellere vuruyorduk. Solo bittikten sonra, grubu kötü hava şartlarına rağmen gelip izleyen ve destekleyen herkesle tek tek tokalaştı. Yine o pis sırıtmasıyla delikanlı gibi sertçe elimizi sıktı ve tüm mütevazılığiyle “Thanks!” dedi. Glorior Belli zaten müzikal olarak en sevdiğim black metal gruplarından biriydi ve gözümde daha da devleşti. Infestvvs ise gerçekten bizi büyüledi ve müridi yaptı. Harika bir performanstı.
HYPNOS
Sıra yeniden yerel bir gruba gelmişti. 90′ların death metal tarzını benimsemiş bu grup epey ilgi topladı ama biz grubu bilmediğimizden arkalardan takibe koyulduk. Hypnos adlı bu grup tavizsiz ve çok temiz bir death metal icra ediyordu. Orjinallikten uzak bir müzikleri olsa da her death metal sevenin ilgisini çekecek kapasitedeydiler. Grubu bilmediğimden setlist veremiyorum ve sonraki kıro gruba geçiyorum.
MISANTHROPE
Bu grup hakkında hiçbir fikrim yoktu ve normalde es geçecektim ama yaptıkları kıroluktan dolayı es geçmiyorum. Nedeni neydi bilmiyorum ama bu adamlar sahnede şampanya patlattılar. Aşağıda her türlü black metal grubunda delirmiş grindcore gruplarında kendini parçalamış, alkole ve türlü kafa yapıcı maddeye dayanmış leş bir kitle var, bunu göre göre adamlar bildiğin şampanya patlattılar. Sahnede alkol almak kraldır ama şampanya nedir arkadaş… Mesela Rotten Sound vokalisti Keijo Niinimaa 40 dakikada hem şarkı söyledi hem de bir şişe köpek öldüren şarabı hiç etti (bunu 3. Gün ayrıntılı anlatacağım. Adam ağır alkolik.). Yani bu rüya tiyatrosu beslemesi kekolar kendilerince bir şeyler yaptılar ama ben uzak durdum. Seveni dinlesin de ben mümkünse olmayayım orda.
PRO-PAIN
Şampanya patlatan kekolardan kaçıp benim için asıl önemli olan gruplardan biri için yer tutmuştum. Ama bu sefer önlerden değil, ortalardan, kıyametin kopacağı yerlerden. Festivalin en öküz moshpit’i için hazırlamıştım kendimi. Baya tekme tokat girecektim. Bu sefer dikilip grup izlemek yoktu, direk tepinmek vardı benim için. Ve aynı benim kafadaki binlerce insan Pro-Pain’i bekliyordu. Yılların kült hardcore/groove/thrash grubu çalmaya başladı ve ilk çalan notayla birlikte birbirimize girdik. Ses düzeni olarak en temiz dinletiyi sunan gruplardan biriydiler sanki. Baya baya yanımda çalıyorlarmış gibi her enstrümanı kütür kütür duyuyordum. Ve o inanılmaz gaddar gitar sound’u… Adamın aklını alık eder yani. Moshpit’in zirvesi ise Make War Not Love çalarken oldu. Kilolu olduğumdan dolayı her dürttüğüm fersahlarca uçuyordu. O bakımdan her bilinçli moshpit’çi gibi mümkün olduğunca düşenleri kaldırmaya ve dengesini kaybedenleri doğrultmaya çalıştım. Bu bilinç maalesef ülkemizde yok. Bu olayı yakalarsak istediğimiz kadar tepinsek de hem sakatlık olmaz hem de maksimum derecede eğleniriz. Moshpit’te çok fazla tepindiğimden setlist’i tam hatırlamıyorum ama Dying Fetus misali eksiksiz bir setlist sundular bize. Pro-Pain denince akla ne gelir, her konserlerinde hangi şarkıları çalarlar, hepsi çalındı yani.
LOUDBLAST
Pro-Pain çılgınlığı bizi kan ter içinde bırakmıştı ama yine gökyüzü bir tuhaftı. Tanrılar sanki elimizdeki soğuk biraya göz koymuşlardı. Bu duruma pek takmıyorduk ama korkunç anlar yaklaşıyordu. Paranoyak kişiliğimle üzücü durumların geleceğini hissettiğim halde tek laf etmiyordum, eğlenmeye devam ediyordum. Derken Fransız old school melodik death/thrash metal grubu Loudblast sahne aldı. Grubu old school işlere çok meraklı olduğum zaman (yaklaşık 6-7 sene evvel) epey dinlemiştim. Eski tarz, hem melodik hem de temiz infaz yapan thrash/death ekolündeki bu grup yılların birikimiyle yardırıyordu. Akşama kadar beklediğim çok fazla grup olduğundan grubu arkalardan takip ettim. Keyifli bir old school melodik death metal dinletisi sundular ve herkes performanstan memnun biçimde ayrıldı.
HATE
En sevdiğim Polonyalı grup vardı sırada. Hate. İsmi bile çok güzel. Kısa ve net. Hate hakkında hiç anlamadığım bir konu vardır mesela, Behemoth’tan seneler önce Behemoth tarzı olarak adlandırılan müziği yaptıkları halde kendileri Behemoth çakması olarak anılırlar genelde. Hiç anlam veremem bu duruma. Yine ortalarda ferah bir yerde delicesine kafa sallayıp sağa sola savrulmalık bir yere konuşlandım. Hexen denen arkadaş ağır sapık bir davulcu gerçekten. Temiz kazımaları ile dur durak bilmedi performans boyunca. Erebos ve Alchemy Ov Blood adlı şarkılarda yanımda hiç muhabbet edemediğim, nereden gelir nereye gidersiniz sorularını soramadığım black metalci arkadaşlarla ağır çıldırdık. Bu kadar senkronize çıldırdığım için adamların yanına gideyim dedim ama “yeeeaaaaahhh!” deyip bana içki uzattılar ben de içip “yeeeaaaaahhh!” diyerek uzaklaştım. Kısacası saatin erkenliğine rağmen kafalar epey yüksekteydi. “Şeytanınız bol olsun gençler” demekten fazla bir şey yapamadım. Setlist’e gelecek olursakta aşağı yukarı şu şekildeydi:
Omega
Wrists
Erebos
Sadness Will Last Forever
Alchemy Ov Blood
Luminous Horizon
ORPHANED LAND + DOĞAL AFET
Hate performansını tamamladıktan sonra, zaten müthiş derecede sevmediğim Orphaned Land çalarken yer içer dinlenirim kafasındaydım. Derken Orphaned Land çalmaya başladı. Yazıda mümkün olduğunca objektif olup festivali berrak bir şekilde aktarmaya çalışıyorum ancak bu anlatacağım kısım yanlış anlaşılabilir. O yüzden lütfen öyle anlaşılmasın çünkü tamamı ile gerçektir. Hafif hafif atıp duran yağmur ufak ufak çığırından çıkmaya başlamıştı ve Orphaned Land ilk şarkısını söylüyordu. Derken yağmur hızlandı ve bir an ana sahnedeki ses kesildi. İşte o an sahne önünde Orphaned Land’i dinlemeyen hemen hemen herkes sırf grubun sesi kesildi diye “Yeeeaaaaahhh! Yiiiiihaaa!” gibi sesler çıkararak ve alkışlayarak sevindi. Bunca yıldır festivallerdeyim ama ilk defa bir gruba karşı bu kadar negatif tepki görmüştüm. Kesinlikle bu tepkileri desteklemiyorum ama Orphaned Land’in yeri bu festival değildi sanki ve insanlar onu belirtiyordu.
Bu olayları zerre sallamadan “ne içsem ki” diye dolanırken birden flashback yaşadım. 31 Mayıs’a geri dönmüştüm sanki. TOMA’lar beni buraya kadar izleyip su sıkıyorlar sandım bir an. Meğersem yağmurmuş. Abartmıyorum, yağmur denen şey damla damla yağar, bu saçmalığın adı neyse artık gökyüzünden kafanıza bariz kovayla su döküyorlar yani. Tüm festival ciddi bir doğal afet yaşıyordu. Yemek tezgâhlarının etrafı çok kısıtlı derecede insan alıyordu ve oralar dolmuştu. Hani sıkışın gireyim bile diyecek durum yok. Durumlar inanılmaz feci. Kız arkadaşım bu konularda tecrübesiz olduğundan direk ağlamaklı bir ses tonuyla: “Lütfen gidelim. Bu festival artık devam edemez. Az sonra zaten iptal açıklanır, biz o anı beklemeyelim şimdiden Prag’a dönelim otelimize” dedi. Ama ben tüm sene boyunca “Selamın aleyküm abim hoş geldiniz” diyerek bu festivalin parasını çıkaran bir emekçi olduğumdan dolayı hiçbir olumsuzluğa boyun eğemezdim. Allahın oğlu gökten inse CARCASS izlemeden beni oradan götüremezdi. Çok inatçıydım. Ve canımdan çok sevdiğim kız arkadaşıma açık açık dedim, “Gökten su değil alev topu yağsa hiçbir kimse beni buradan CARCASS izlemeden götüremez.” En başta karşı çıksa da sonradan o da ciddiyetimi anladı ve yaklaşık 40 dakika süren bu yağmur da (yağmur demem kelime bulamadığım içindir, kanatlı TOMA’lar gökten kafamıza su sıktı) yavaş yavaş bitiyordu. Ciddi anlamda maddi zarar çıktı bu olayın ertesinde. Benim iPhone 4S taklaya geldi. Oradaki birçok insanın telefonu, fotoğraf makinesi, kamerası bu bahsettiğim yarım saatlik doğal afette çalışmaz hale geldi. Çok üzülenler oldu, ama… ama… Kim sikler iPhone 4S’i? “CARCAAAAASSS!” diyerek tüm maddi zararı 1′den 2, ya da 2′den 1 şeklinde maçlarla dolu sürpriz bir sistem kuponu yapar amorti ederim diyerek eğlenceme devam ettim.
Orphaned Land için sahne önündeki yerimizi almaya yöneldiğimizde hissetmiştik zaten, bulutlar havanın bozacağının sinyallerini vermeye başlamıştı. Muhtemelen yağmur yağacak diye yağmurlukları hazırda tutuyorduk, ama az sonra yaşanacaklar hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu…
İster istemez heyecanımızda bir eksiklik oluşmuştu, malum pek çok kez ülkemizde ağırladığımız grubu müthiş bir merakla beklemiyorduk. Festivalin genel akışını düşününce yine farklı olarak nitelendirebileceğimiz bir gruptu Orphaned Land, ama istisnai bir durum yoktu ve sahne önü yine oldukça kalabalıktı. Alışık olduğumuz bir setlist ile bizi karşılamak üzere sahneye çıktı grup ve ilk şarkı The Kiss of Babylon idi. Havanın da soğukluğundandır belki, hızla ortam hareketlenmeye ve herkes eğlenmeye başladı ama bu çok da uzun sürmeyecekti. Sabahtan beri acaba yağacak mı, ne zaman yağacak diye düşünürken sanırım görüp görebileceğim en şiddetli yağmura maruz kaldık. O hazırda tuttuğumuz yağmurlukları bile giyemeden sırılsıklam kaldık, gerçekten bardağı geçtim kova kova su boşalıyordu üstümüze adeta. Grup tabii şarkıyı aksatmadan devam etti ama onların yüzündeki ifadeden de belliydi, muhtemelen sahneden bakınca çok daha acınılası duruyorduk. Normalde yağmur yağmasının festivalin işleyişine etki etmeyecek bir şey olduğunu biliyorduk ama bu seferki gerçekten doğal afet gibi bir şey olduğu için biz de her şey duracak sandık bir an, fotoğraf makinelerini koruma telaşına girdik. Bir ara grubun sesinde bile problem oldu, sahneden hiç ses alamadık.
Sonrasında ise nasıl olduysa herkes yağmuru görmezden görmeye başladı, hatta daha da gaza geldi. Grubun da yüzündeki endişe ifadesi kayboldu ve en enerjik şekilleriyle çalmaya devam ettiler, herkes süper eğlenmeye başladı. Hal böyle olunca biz de umursamadık ve “amaan ne olursa olsun” diyerekten çıkarıp makineleri çekime devam ettik, müziğin de tadını çıkardık. Yağmur hâlâ inanılmaz derecede şiddetli yağıyordu, hem grup, hem seyirciler, hem de ekipmanlar ciddi bir sınav veriyordu, ama neyse ki bu felaketten sağlam çıkmayı başardılar ve ertesi gün de çekime devam edebildik. Sonuç olarak sıradan geçeceğini düşündüğüm Orphaned Land performansı, çeşitli sebeplerden dolayı unutulmaz olarak aklımızdaki yerini aldı, biz de soğuktan titremeye başlayınca gidip kendimize birer metalci poları aldık. Aslında festival böylesine brutal iken grup da ayak uydurur ve “Sahara” albümünden bol bol çalar diye masum bir dileğim vardı, tabii ki bu dileğim gerçekleşmedi, setlist hatırladığım kadarıyla şu şekildeydi:
The Kiss of Babylon
Birth of the Three
The Simple Man
All Is One
Sapari
Ocean Land
Norra el Norra
Ornaments of Gold
MALEVOLENT CREATION
Bu ağır yağmur mu desem, gökten gelen görünmez TOMA’lar mı desem bilemediğim bu hadisenin üzerine koşarak sele kapılıp gitmediğine şükrettiğimiz çadırımızdan kuru giyişiler aldık ve koşarak malavuran kreasyonu izlemeye koyulduk. Aslında grubu orijinal vokalistiyle izliyorduk ama ben şahsen yer yer Kyle Symons’ı aradım. Belki çoğu malavuran hayranı buna katılmaz ama bence grubun zirve dönemi gerek albümler olsun (“The Will to Kill”, “Warkult”) gerek konserler olsun 2002 – 2006 arasındaki Kyle Symons dönemiydi. Buna rağmen performanstan memnundum tabii ki grup canavar gibi çalıyordu. Yağmur yavaşlamış olsa da kız arkadaşım hâlâ bu doğal afetin şokundaydı. Ben de ona her şeyin normal olduğunu anlatmak adına moshpit’e kendimi saldım. Yine aklımda CARCASS olduğundan çok sapıtmayarak ayarlı biçimde coştum. Ve setlist şu şekildeydi:
Slaughterhouse
Multiple Stab Wounds
Coronation of Our Domain
To Die Is at Hand
Antagonized
Eve of the Apocalypse
Blood Brothers
Born Again Hard
Injected Sufferage
Malevolent Creation
MESHUGGAH
Alcest ve Fields Of The Nephilim’ı es geçtikten sonra hayatımda en çok canlı izlemek istediğim gruplardan birine gelmişti sıra. Meshuggah. Sahne önünde yer alamadık ama hemen ikinci sıra diyebileceğimiz temiz bir yere konuşlanmıştık. Derken Meshuggah sahneye çıktı.
Açılışı son albümden Swarm ile yaptılar. Yaşanılan doğal afetin üzerine buz gibi Meshuggah ilaç olmuştu bize. Yanımda rastalı arkadaşla hemen koalisyon kurup bulunduğumuz bölgeyi karıştırdık. Sağa sola tekmeler yumruklar ayarlı biçimde sallandı. Ufak ama kıyak bir moshpit başlatmış olduk. Az tepinmeli, bol kafa sallamalı olarak sürdü durumumuz.
Çok temiz ve gaddar çalan bir Meshuggah vardı karşımızda ama ben umduğum kadar çıldıramadım. Seyirciye karşı buz gibi olmaları ve In Death – Is Life öncesi sahne arkasına gidip bize robot sesi (albümde de var) dinletmeleri pek olmadı. Sound ise biraz problemliydi sanki. Ama yine de Meshuggah dinlemek büyük bir keyifti.
ALCEST
Evet, festivalin havasını biraz değiştirme vakti gelmişti. Brutal Assault’a gidecek olmanın en güzel taraflarından birisi Alcest’i izleyebilecek olmaktı benim için. Festivalin konseptine uymasa da sözde, bu sebepten dolayı insanlar tarafından yadırganacak bir grup değildi Alcest. Her ne kadar ekstrem metale gönül vermiş insanlar ile dolu olsa da ortam, büyük bir çoğunluğu bir an olsun soluklanmak istediğinde açıp Alcest dinleyen insanlardı, kendimden biliyorum. Eh malum, grubun da popülaritesinin son yıllarda arttığını düşünürsek, Alcest’in çıkışını bekleyen meraklı gözler bir hayli fazla idi.
Nihayet grup sahnedeydi. O kendi halinde ve mazlum duruşuyla Neige’i sahnede gülümserken görünce istemsiz olarak gülümsemeye başladım ben de, hem de çok içten. Son albümden ilk şarkı Autre Temps ile giriş yaptılar, o ilk sound, o ilk atmosfer ile zaten anında farklı bir dünyaya kopup gitmiştim bile. Festivalde daha önce izlediğim ya da izlemediğim, ölüp bittiğim çok fazla grup vardı, ama müziğin en çok ruhuma hitap ettiği anlardan biriydi Alcest’in sahnesi. Evden çok uzakta, bambaşka bir diyarda, yağmur sonrası o serin ve güzel kokulu havada, hafif bir sarhoşlukta ve yorgunlukta orada olup Alcest dinlemek, anlatılması mümkün olmayacak hisler yaşatıyor insana. En son şarkı olarak da Souvenirs d’un Autre Monde çalmaya başlayınca artık sonun yaklaştığını biliyordum, ama daha güzel bir son da olamazdı. Gerisinde müthiş bir tat bırakarak ve Neige’in yine o mahçup gülümsemeleriyle beraber Alcest sahneden inince hissettim ki, hayat eskisine göre birazcık daha güzel cidden.
FIELDS OF NEPHILIM
Sırada İngiltere’den gelen, vakti zamanında başımıza yeni yeni icatlar çıkarmış bir grup vardı. Son zamanlarda yine çok takip etmediğim bir gruptu ama sonuçta “Elizium” denen, müzik dünyasındaki çok önemli bir yapıta imza atmış bir topluluk oldukları için ve bunu da benim daha konuşmaya bile başlayamadığım yıllarda yaptıkları için önümü ilikleyerek saygılı bir şekilde izledim kendilerini.
Abilerimiz gayet karizmatik bir şekilde çıktılar ve çalmaya başladılar. Giyim kuşam olsun, ağızda sigara olsun, steampunk gözlükler, botlar olsun görüntü olarak müzikleriyle bütün duruyorlardı sahnede. Bir yandan da bu iş bizden sorulur edaları da hissedilebiliyordu. Bu şekilde eskiden çok iyi işler yapmış ama sonrasında bir şekilde yitip gitmiş, uzun zaman sonra da tekrar bir araya gelip bir şeyler yapmaya devam eden gruplar için durumun zor olduğunu düşünürüm hep. Kendilerini tekrar kabul ettirmeleri gerekir malum, bazı şeylere sıfırdan başlamak gerekir.
Ama Fields of the Nephilim öyle hissettirmedi hiç, keza onlar çalarken de öyle hissetmediklerini düşündüm. Nihayetinde gayet güzel ve bütün bir performans sundular, hiç eleştirilebilecek bir yanı yoktu ve oldukça keyifliydi.
IN FLAMES
Meshuggah sonrasında sıralamaya bakarak yemek ve içki olayına girip şahin tepesine gitme kararı aldık. Her ne kadar hayatımda ilk dinlediğim brutal vokalli albümlerden biri “The Jester Race” olsa da In Flames’i genel anlamda sevmiyor olmam acı bir gerçekti.
Yiyecek ve içecek yüklenerek şahin tepesine çıktık ve In Flames’i dinlemeye başladık. Benim sevmiyor oluşum, ya da sizin sevmiyor oluşunuz hiçbir şeyi değiştirmez. Bir gerçek var o da In Flames’in ölüyü diriltecek kuvvette bir canlı performans ortaya koyduğudur.
Hani o kadar sevmem diyorum ben bile Cloud Connected çalarken çılgınlar gibi zıplarken buldum kendimi. Yaptıkları müziği sevmeyebiliriz ama In Flames hakkında radikal ithamlarda bulunmadan önce iki kere düşünmeliyiz. Çünkü bu adamlar tam anlamıyla işi biliyorlar.
Yaptıkları müziği sevmediğim halde çatır çatır coştuğum ve bunu sizden saklamadığım grubun setlisti şu şekildeydi:
Sounds of a Playground Fading
Where the Dead Ships Dwell
Pinball Map
Trigger
Cloud Connected
The Hive
Ropes
Fear Is the Weakness
The Quiet Place
All for Me
The Mirror’s Truth
System
Deliver Us
Take This Life
AMORPHIS
Kabul etmem gerekirse Amorphis son yıllarda neler yaptı, ne taraflara kaydı pek takipte değildim. Benim için milenyumun yaramadığı gruplardan birisidir bu arkadaşlar.
2000 öncesinde yaptıkları her şeyi çok severdim bu adamların, ama sonrasında pek aradığımı bulamamaya başlayınca, ben de biraz boşladım bu grubu. Haliyle 2013 yılı itibari ile sahnede çalan Amorphis de pek beklediğimi vermedi. Ama bu demek değil ki orada coşan, zıplayan, kendinden geçen yüzlerce insan için durum aynı olsun. Tomi Joutsen zaten görmeye aşina olduğumuz yüzlerden biraz farklı, yine kendine özel tarzıyla insanları inanılmaz coşturuyordu. Ne olursa olsun izlemesi keyifliydi ve kusursuz çaldılar.
CARCASS
Hayatım boyunca hiç sevmediğim gruplardan biri olan Amorphis’i es geçerek cerrahi çelik ekolünden gelen her türlü ameliyattan sorumlu, kadavra ve otopsi konusunda uzman adamları beklemeye koyulmuştuk. Derken sahnede İspanyol paça pantolonlu bir blues’cu, kıllı sakallı bir country’ci kıro, davula otursam da anasını ağlatsam diyen 89′lu bir genç ve southern metalci uzun saçlı bir cengâver belirdi. Kimdi bunlar acaba… Kim ki bu adamlar hmmm derken Inpropagation çalmaya başladı. O zaman durumu kavradım. Boru gibi CARCASS’tı bu. Kafa sallamak diye bir şey var onu yıllardır yapıyorum ama Carcass çalarken vücut sallamak diye bir şey keşfettim. Bill Steer’in nefes kesen sololarını pür dikkat takibe geçmediğim her an bu ölümüne her yerimi sallama olayındaydım. Naçizane bedenimizin verebileceği tepkiler kısıtlı. Carcass gibi yüce bir oluşum çalarken o tepkiler sınırlarını zorluyordu. At the Gates ve Six Feet Under’dan sonra benim için hayati anlam taşıyan bir grubu daha izliyordum. Ayfonun bozulması, donuma kadar ıslanmam, kız arkadaşımla kapışmam gibi her türlü olumsuzluk Carcass çaldıkça amorti olmuştu. Bu ruh hastası adamlar sahnenin sağına ve soluna iki tane olmak üzere ekranlar yerleştirdiler. Ekranlarda gösterilen görüntüler kafası kopmuş bir bayanın otopsisi, taşşakları iltihaplanmış akıntılı bir çük, arada sırada gözüken Davut yıldızı gibi şeylerdi. Hele ki o iltihaplı çük bariz psikolojimi bozdu. Death metal üstadı tıpçılar, goregrind denen türün mucidi hayvanlar aklımızı başımızdan aldılar. Son şarkı olarak Heartwork çaldığında ise bitişine kadar ne oldu, ben ne yaptım hatırlamıyorum. Gerçekten inanılmazdı. Carcass siker arkadaşlar. Akıllı olun lütfen. Unutmadan setlist’i de vereyim:
Inpropagation
Incarnated Solvent Abuse
Symposium of Sickness / Pedigree Butchery
Carneous Cacoffiny
Lavaging Expectorate of Lysergide Composition
Corporal Jigsore Quandary
Genital Grinder
This Mortal Coil
Reek of Putrefaction
Exhume to Consume
Ruptured in Purulence
Heartwork
1985 (outro)
CULT OF LUNA
Carcass’ın üzerimde yarattığı büyük şok kısmen akli dengemde bozukluklar yarattı. Kız arkadaşımın beni sakinleştirmesi ve kendime getirmesi epey bir vakit aldı. O sırada Overkill’i kaçırmış olduk. Overkill performansına devam ederken ben Carcass şokundan kurtulup gerçek dünyaya geri döndüm. Hemen programa bakıp Cult of Luna için en önden yerimi aldım. İlginçtir ki on binlerce insanın olduğu festivalde Cult of Luna için bekleyen 20 kişi anca vardı. Overkill’in Fuck You’suna yan sahneden katılım sağladık ve Cult of Luna diye tezahürat yaparak final grubumuzu beklemeye başladık. Cult of Luna çalmaya başladığında sağdan soldan cigarasını yaktı herkes. Dediğim gibi 20 kişi vardı anca grubu bilerek bekleyen. Diğerleri neymiş diye bakıyordu sadece. Bir duman sağdan bir duman soldan alarak dinlemeye başladık. Açıkçası bu bir konser değildi. Bariz biçimde bir ritüelin ortasındaydık. I: The Weapon ile girdi Cult of Luna. Johannes Persson denen adama bence dikkat edin. Canlı performanstaki vokalleri albümdekinden bin kat daha hayvan. Tüm performans boyunca yeri göğü gürletti bu arkadaş. Ormanı yanmış sanki. İnanılmaz yardırdı. In Awe Of ile kapanışı yaparken mikrofonu kopardı ve kendini sahne önüne fırlatarak şarkıyı bitirdi. Baya korktuk adamdan. Cult of Luna beni inanılmaz büyüledi. Hatta bakın o kadar büyüledi ki ne diyeceğim; Cult of Luna uzak ara türündeki en hayvan, en muhteşem gruptur. Carcass üzerine cevizli ve dondurmalı browni tadı bıraktılar kulağımızda. İkinci günün kapanış grubu oldular ama bence festival son grup olmalarından dolayı süre konusunda esnek olmalıydı. Cult of Luna’yı bıraksak adamlar sabaha kadar çalabilecek kapasitede ve istekli haldeydiydiler ama festivalin onlara tanıdığı süre belliydi. 45 dakika. Setlist ise şu şekildeydi:
The One
I: The Weapon
Ghost Trail
Owlwood
Disharmonia
In Awe Of
İkinci günü de tamamlamıştık. Ben her şeye rağmen “Carcass, evet Carcass ya, Carcass abi, Carcass bu” diye bir şeyler geveliyordum. Bugünün ağır topları ise Glorior Belli, Pro-Pain, Carcass ve Cult of Luna olmuştu.
***
BRUTAL ASSAULT 2013 – 3. Gün ve Kapanış
3. günde beni en çok heyecanlandıran grup, black metalin yaşayan en tavizsin ve en hayvan gruplarından olan Carpathian Forest’tı. Bundan dolayı black’çiliğim fena halde üzerimdeydi. Kaşlarımı çatmış bir şekilde içtiğim biraya bile nefretle bakarak güne başladım.
MASTER
Çok merak ettiğim halde sabahın köründe güne açılış yapan ev sahibi goregrind, grind’n roll grubu Gutalax’ı kaçırmanın üzüntüsüyle festival alanına giriş yaptım. Yarı ev sahibi sayılacak bir grup sahnedeydi. Ayrıca bu grup death metali icat eden gruplardan biri olduğundan ölümcül derecede kült bir gruptu ama kaderin cilvesi olacak ki 30 senelik tecrübeye rağmen pek bilinmeyen, festivallerde açılış yapan bir grup olmaya devam ediyorlardı. Krabathor ile yıllarca çalmış ve bir süre Çek Cumhuriyeti’nde yaşamış Paul Speckmann ben mekâna giriş yaptığımda erkenci binleri coşturuyor ve çok sıcak muhabbetler kuruyordu. Ben de vakit kaybetmeden hemen kalabalığa katıldım ve efsane grup Master’ı izlemeye koyuldum. Gâvur amı gibi yanan sıcağa rağmen 50 yaşındaki emektar death metalci Paul Speckmann gümbür gümbür çaldı ve bizi mest etti.
CRUSHING CASPARS
Alman old school hardcore/punk grubu Crushing Caspars sıradaydı bu sefer. Grubun bir albümünü 2-3 sefer çevirmişliğim var, onun haricinde bir fikrim yoktu bu grup hakkında; ama canlı performansları yaban domuzu gibi. Agnostic Front’un 80′ler sound’una yakın bir müzikleri var. Mega gaz, mega aykırı. Erken saate rağmen mosh pit ısındı, tepinmeler gerçekleşti. Küçük bir mekânda daha uzun süreli bir performansta izlemek şarttı bu grubu.
WAR FROM A HARLOTS MOUTH
Öğle güneşinde mathcore kaotikliği pek olmaz, insanı bozar, ama oluyormuş demek ki. War From a Harlots Mouth festivalin en kaotik ve en sert gruplarından biriydi. The Dillinger Escape Plan’in ilk albümü ve Ion Dissonance arası müzik yapan bu grubun az da olsa ateşli bir kitlesi vardı ve erken saatlere rağmen tekme tokat girişmeler yaşandı. Yakıcı güneşin altında ölümcül bir performans sergilediler.
WE BUTTER THE BREAD WITH BUTTER
Deneysel, elektronik, endüstriyel gibi çokça sıfat almış bir grup vardı sırada. Çok az dinledim bu grubu, ama dinlediğim kadarıyla sevmiştim. Grup hakkında konuştuğum birçok kişi; “Rammstein’ın deathcore versiyonu, bu grup çok başarılı” gibi şeyler söylüyordu. Derken grup sahne aldı ve cidden duyumlarımı boşa çıkartmadılar. “Rammstein’ın deathcore versiyonu” sıfatı gayet uyuyordu bu gruba. Çaldıkça devleştiler, seyirciyi müthiş eğlendirdiler. Sadece zorlu adamlara hitap eden 38 derecedeki öğlen mosh pit’i dur durak bilmiyordu.
VREID
Öğlen sıcağındaki ölümcül mosh pit’ler devam ederken sıra buz gibi bir black metal grubuna gelmişti. Her albümünü, her şarkısını dinlediğim, bazı şarkılarında afakanlar geçirdiğim ama bazı şarkılarını da sevdiğim bir gruptur Vreid. Vreid çoğunlukla beni boğar, ama kız arkadaşım dehşet sever bu grubu. O bakımda güzel bir konuma geçip grubu pür dikkat dinlemeye koyulduk. Vreid pek sevmem demiştim de herşeye rağmen black’n roll ekolü ile beni yakalamış bir gruptur Vreid. Canlıda albüme nazaran çok çok daha iyi olduklarını görmemle birlikte gruba olan sevgim epey bir arttı. Gruba katılım vasatın üzerindeydi. Setlist’e gelirsek, kız arkadaşımın bana aktardığı kadarıyla durum şuydu:
The Ramble
The Reap
Arche
Disciplined
Sights of Old
Vaepna Lengsel
Raped by Light
Pitch Black
SYLOSIS
İlk albümleri çıkar çıkmaz dinleyip; “Bu ne lan… Yine mi canavar gibi müziğe sikko clean vokal klişesi. Pfff…” tepkisi verdiğim günü asla unutmam. Neyse ki grup kadro değişikliği ile bu durumdan kurtuldu ve bizlere aslan numara iki albüm daha bıraktı. 2011 senesinde clean vokalsiz haliyle aynı festivalde izlemiştim bu adamları ve tır gibi ezmişlerdi beni. O günden itibaren Sylosis merceğime aldığım bir grup haline gelmişti. Yine o unutulmaz 2011 performansını aratmadılar. Setlist’ten aklımda kalanlar karışık şekilde şu şekildeydi:
Fear the World
Empyreal, Part 1
All Is Not Well
Teras
Altered States of Consciousness
Stained Humanity
Sands of Time
ROTTEN SOUND
Yaşayan en iyi grindcore grubu kimdir arkadaşlar? Elbette bu sorunun cevabı kişiden kişiye göre değişir. Ama bence bu sorunun cevabı Rotten Sound. Nasum ve Napalm Death gibi duayenlerin tarzını benimseyip bunun yanına old school İsveç death metalinin leş gitar sound’unu katacak kadar cesur bir hareket yapmaları ve bu yaptıklarıyla herkesi mest etmeleri kesinlikle bunun ispatıdır. Brutal Assault’ta mümkün olduğunca fazla grindcore dinlemek isteyenler tayfasından olarak en önden yine yerimi aldım. Grup sahnede gözüktü ama vokalist Keijo Niinimaa bir tuhaftı. Çok geçmeden performans sırasında akşamdan kalma olduğunu itiraf etti. “Siz de öylesiniz sanırım” diyerek yardırmaya devam ederken mantarını yeni söktüğü köpek öldüren beyaz şarabını içmeye koyuldu ve grubun performansı boyunca her vokal yapmadığı anda dikti kafaya. Helal olsun cidden, adam ağır alkolik. Ama bu alkol sevdası performansına köstek olmaktan çok destek oldu. Adam içtikçe kükredi, sahnede devleşti. Brutal Assault en ağır yıkımlarından birini yaşıyordu. İsveç tarzı o hızar gitar tonu kulakları parçaladı resmen. “Gitar tonu bizi sikti” diye dava açsak kazanırız. O derece hayvan bir dinleti oldu. Setlist vermiyorum en az 15-16 şarkı çalındı. Hepsi de grubu bilenlerin istediği parçalar, cımbızla çekilmiş tarzdaydı.
BIOHAZARD
Sıra çocukluğumun gruplarından birine gelmişti. Biohazard; Slayer, Pantera, Metallica, Fear Factory gibi ilk dinlediğim hardcore/metal gruplarından olduğu için duygularım çok farklıydı. Ancak duygular bir yere kadar. Grupta Evan Seinfeld’in olmadığını biliyorum ve yerine bir adam bekliyorum. Evet, yerine bir arkadaş geldi ama hem tip, hem de ses olarak birebir kopyası. Karbon kopya Evan ile bir performans izlemeye başladık. Her şeye rağmen Shades of Grey, Urban Discipline, Tales from the Hard Side ve Punishment gibi şarkılar ile bana nostaljinin en dibini yaşattılar. Deliler gibi coştum. Ancak aktarmadan geçemeyeceğim, Opeth tişörtlü, dört tane şişko ve gözlüklü tip vardı. Loser’lıkta tavan yapmış bu arkadaşların o tiple milli olmuş olmaları bile imkânsızdı. Baya kamera şakası gibi adamlardı. Adamlar bildiğiniz Biohazard performansı boyunca meth kullanmış gibi dans edercesine enteresan hareketler yaptılar. Meth demem şu sebepten, hani meth hariç hemen hemen her uyuşturucuyu denedim ama böyle bir kafa görmedim. Cidden bir insan evladı neden bunu yapar anlamak imkânsız. Dolaşarak Jägermeister satan kızların bile yüzü ekşidi. O arkadaşları bir daha göremedim ama cidden beline havlu sarıp dolaşan ve herkese çükünü gösteren adamla birlikte gördüğün en tuhaf tiplerdi kendileri. Uzun lafın kısası çakma Evan’a rağmen Biohazard yardırdı. Gayet canavar bir performanstı.
TRIVIUM
Trivium’dan önce Leprous + Ihsahn’ı es geçtiğimi belirteyim. Lütfen bana kızmayın arkadaşlar, ama ne Leprous, ne de Ihsahn bana hiç gitmiyor. Hatta baya kafa açıyor diye gidip yemek yedim. Yani ne bileyim Emperor çıksa ciğerimi keserim ama Ihsahn’ın solosu hiç kafa ayarıma uymuyor.
Neyse diyorum Trivium’a geçiyorum. Trivium’u da genel anlamda baya sevmiyorum ama nedense her yeni icraatını illa ki dinlerim. Sevmesem de bir merak uyandırıyor adamlar bende.
Neyse yine arkalardan grubu dinlemeye koyulduk. Bariz sevmediğim halde grup çaldıkça hareketlenmeler başlamıştı bende. İkinci bir In Flames durumu yaşanıyordu. Özellikle Brave This Storm adlı Disturbed çakması şarkıları canlıda bin kat daha hoşuma gitti.
En son olarak ise Pull Harder on the Strings of Your Martyr ile nostaljik bir çoşma yaşadım, ama cidden eğlendimse de genel anlamda sevmiyorum Trivium’u. Gelmeyin üstüme.
CLAWFINGER
Clawfinger yine çok kült ve Avrupa sahnesinde saygı gören bir gruptur ama biz pek bilmeyiz. İndustrial ve rapcore tarzında devleşmiş bu grubun ciddi bir fan kitlesi vardı ve herkes grubu pür dikkat beklemeye koyulmuştu. Grup çaldığı ilk şarkının “We are the prisoners, of the system we create!” diye geçen nakaratına festivalin komple eşlik etmesine cidden şaşırmıştı. Brutal Assault baya seviyordu bu adamları yani. Grubun vokalisti Zak Tell bir ara ciddi bir cesaret örneği göstererek sahnedeki demirlere tırmanmaya başladı. Daha önce benzer cesareti sadece The Dillinger Escape Plan vokalisti Greg Puciato’da görmüştüm. Ancak adam o kadar uğraşıp tırmandı oraya, demirlerden sarkıp vokal yapacağım diye ve mikrofonunu düşürdü. Sanırım festivalin en büyük fail’i oldu bu ama cidden adam kendi düşürdü mikrofonu. Sonra sahneye geri indi ve performansını öyle tamamladı. Bol eşlik edilmeli bir setlist sundular bize. Ciddi anlamda iyi bir performanstı. Setlist ise şu şekildeydi:
Prisoners
Nothing Going On
None the Wiser
Rosegrove
Nigger
Two Sides
Recipe for Hate
Biggest & the Best
The Price We Pay
The Truth
Do What I Say
HATEBREED
Sıra coşmak ve coşturmak denince akla ilk gelen gruplardan birine gelmişti. Hatebreed.
Grubu ikinci izleyişim olacaktı. Yine aynı festivalde bir sene önce izlemiştim ve aklımı başımdan almışlardı. Yaptıkları müziği seversiniz sevmezsiniz o kısım tamam ama canlı performans olarak tartışmaya açık bir grup değildir Hatebreed. Ciddi anlamda izleyebileceğiniz en üstün performansı sergilerler. Yine aynı şeyi yaptılar ve akıl sağlığımızı zorladılar. Yanımdaki Polonyalı arkadaşlar ile organize olup bulunduğumuz alanı tam anlamıyla yok ettik. Organize ettiğimiz ölümcül mosh pit dillere destandı.
Jamey festivalin ilk gününden beri onlarca grubun hiçbir elemanının yapmadığını yaparak Jeff Hanneman’ı andı. Jeff Hanneman’a gelsin diyerek muhteşem bir Ghosts Of War performansı sergiledi. Coşma anlamında festivalin en uç anlarından birini yaşamıştım bu şarkıda. Ciddi anlamda bu olay hayvanlıktı. Jamey geçen sene de bu sene de aynı şeyi söyledi, Çek Cumhuriyeti çaldığımız ve çalmayı sevdiğimiz en iyi yer dedi. Festival sonrası burada kalacaklarını ve Prag’da birkaç konser vereceklerini söylediler. Biz kendimizden geçmiş delirmiştik. Festivalin son günü ısınmaya devam ediyordu.
BEHEMOTH
Seyirci kitlesinden dolayı yarı ev sahibi sayılacak bir gruptu Behemoth. 2002 yılından beri Behemoth biliyorum ve dinliyorum ama ciddi anlamda bu denli büyümelerine anlam veremiyorum. Sıfır orijinallik ile nasıl bu seviyeye gelebildiler hâlâ anlamış değilim. Kendilerini üçüncü canlı izleyişimdi, ama sevmediğimden arkalara konuşlanarak performansı izlemeye koyuldum. Nergal iyi bir frontman. İşini çok iyi biliyor. Bu işi meslek olarak edinmiş. Dünyada çok az adamda olabilecek bir elektrik var bu adamda ve bu yeteneğini çok iyi kullanıyor. Ben Behemoth sevmeyen bir adam olarak bile izlediğim halde kusur bulamıyorum adama. Festivalde tanışıp konuştuğum Polonyalı insanlar bile “Nergal ve Behemoth bizim gururumuz” diyerek inanılmaz bir sahiplenme olayına giriyorlar. O bakımdan cidden bir Polonyalı’yla Behemoth tartışması yapmayın. Adamlar için milli bir mesele bu. Çok fena bozarlar sizi anlamazsınız. Nergal paşanın setlist’i şu şekildeydi:
Ov Fire and the Void
Demigod
Conquer All
Blow Your Trumpet Gabriel
Alas, Lord Is Upon Me
At the Left Hand ov God
Slaves Shall Serve
Chant for Eschaton 2000
Lucifer
OPETH
Şimdi sıra çok ciddi bir hayran kitlesi olan yılların grubu Opeth’teydi. Ancak Opeth gibi büyük bir gruba yakışacak bir tepki yoktu etrafta. İçinizden “abi kızlar sever ya” falan demeyin. Çek Cumhuriyeti’nde, 90-60-90, bakmaya kıyamayacağınız kızlar Rotten Sound, Magrudergrind falan seviyor. Burası çok başka bir boyut yani. Bizdeki kezban metalciler ile karıştırmayın sakın.
Benim Opeth’i 3. izleyişim olacaktı. Ancak diğer izlemelerime oranla çok daha heyecansız bir kitle vardı. Belki Opeth’in son albümü, belki de Mikael denyosunun ekstrem müzikle ilgili zırvalamaları yüzünden eski Opeth ateşi yanmıyordu etrafta. Heyecanlı kitleye bakıldığında sadece gözlüklü ve sivilceli nerd’ler göze çarpıyordu. Onun haricindeki insanlar yılların Opeth’ini görüp geçelim havasındaydı sanki.
Ben ilk Opeth izlediğimde Mikael şımarık, espiri üstüne espiri patlatan (ya da patlatmaya çalışan), megaloman bir adamdı. Ancak eski haline oranla şu son hali dut yemiş bülbül gibiydi. Çıktı çaldı ve gitti adam. İlk izlediğim Opeth performansı ile bu izlediğimin alakası bile yoktu. Ve setlist şu şekildeydi:
The Devil’s Orchard
Ghost of Perdition
Atonement
Deliverance
Demon of the Fall
Blackwater Park
MADBALL
Sitede herkesin deli olduğu Borknagar adlı grubu sevmediğimden dolayı es geçerek Madball için en kallavi bir yeri tutarak beklemeye koyuldum. Grubu ikinci izleyişim olacaktı. Ciddi anlamda canlıda görebileceğiniz en iyi hardcore gruplarından biridir Madball. Bunu çok iyi bildiğimden hazır kıta bekliyordum grubu. Yılların eskitemediği Freddy Cricien, Empire ile öküz gibi girdi. Festivalin son demlerini en hayvan biçimde değerlendirmek isteyen herkes delirmeye başladı. Performans boyunca müthiş bir kalabalık ölümüne circle pit yapıyordu. Doğu blok ülkelerinin altın değerindeki dinleyicileri New York’tan gelen paşaları delicesine destekliyordu. We the People ve Infiltrate the System benim en çok coştuğum şarkılar olsa da performansın zirvesi finalde çalan Heavenhell ile yaşandı. Bariz biçimde bu festivalin güzel insanları birbirinin canına kastetmiş gibi delicesine tepiniyorlardı. Madball sahneden inerken ben dâhil herkesin ağzından salyalar akıyordu. Ve ben de salyalarımı silip benim için günün ve belki de festivalin favorisi olan Carpathian Forest’ı izlemek için yol alıyordum.
CARPATHIAN FOREST
Carpathian Forest ve Nattefrost’a olan hayranlığımı kelimelerle ifade edemem. Carpathian Forest, Marduk’tan sonra en sevdiğim ikinci black metal grubudur. Nattefrost ise müzik camiasında en sevdiğim adamlardandır. Kendi düşüncelerimin yanı sıra üç günlük (aslında dört) festival sırasında muhabbet ettiğim black metal dinleyicileri hep Carpathian Forest beklediklerini, kendilerini bu performansa sakladıklarını belirtmişlerdi. Ve o an artık gelmişti.
Madball sonrası kendimi silkeleyip en black metalci moduma geçerek Nattefrost paşamı beklemeye koyuldum. Nattefrost sahnede gözüktü ve ben, hem kendi açımdan son günün son performansı olmasından, hem de en sevdiğim black metal gruplarından birinin Carpathian Forest olmasından dolayı deliler gibi çıldırmaya başladım. Nattefrost’un sahne hâkimiyeti ve seyirciyle iletişimi kesinlikle inanılmaz. Ben dahil adamı sevmekten öte tüm takipçileri tapıyor yani. Ve ilginç bir ayrıntı olacak ama Nattefrost’un vokal yapmayıp konuşurkenki sesi biraz Lemmy’yi andırıyor sanki. Performans sırasında nefis bir abla Nattefrost’a dişleriyle tuttuğu o meşhur haçı getirdi. Morbid Fascination of Death çalmadan önce gelen bu hacı “Danke schön!” diyerek alan Nattefrost efsanevi performansına devam etti. Açıkçası Carpathian Forest tüm black metal sevenleri mest etti ve tüm müzik severlere unutulmaz bir performans yaşattı. Hayatımın en üst düzey performansıydı bu ama ciddi anlamda anlatamayacak kadar tıkandım bu konuda. Çünkü cidden inanılmazdı. Setlist’e gelirsek şu şekildeydi:
It’s Darker Than You Think
Mask of the Slave
The Suicide Song
Hymne til døden
The Frostbitten Woodlands of Norway
Morbid Fascination of Death
Knokkelmann
Return of the Freezing Winds
Diabolism (The Seed and the Sower)
Shut Up, There Is No Excuse to Live…
He’s Turning Blue
Kanımca Carcass’tan sonra festivalin en muhteşem performansını sergileyen Carpathian Forest’ı izledikten sonra bir iki bira içip sakinleşerek festivali bitirmek istedim. Bu Sırada Saturnus çalıyordu. Feci bicinde Saturnus sevmediğimden dolayı nasıl performans sergiledikleri hakkında bir şey diyemeyeceğim. Son içkilerimi içip psikolojimi düzelttikten sonra kız arkadaşımın “bittim ben” deyişlerine saygı göstererek festivali noktaladım. Son günün bombaları ise bence Rotten Sound, Hatebreed, Madball ve Carpathian Forest idi.
KAPANIŞ, SON NOTLAR:
Festival sonrası Prag’da kalıp ortamlara aktık vesaire falan ama bunlar konuyla alakasız, o bakımdan festivalle ilgili kısa kısa notlara geçiyorum:
Öncelikle kafanızdaki Wacken klişesinden kurtulun. Eğer benim gibi ekstrem müziğin her türünü seviyorsanız ve yurt dışındaki ilk festival deneyiminiz olacaksa hiç düşünmeden bu festivali seçin. Neden derseniz, her şeyden önce kesinlikle çok ucuz. Onun harici Wacken ile kıyaslarsak daha fazla ekstrem müzik türüne ev sahibi olan bir festival. Avrupa’da bu festivalden daha iyi olarak görebildiğim tek festival Hellfest, o da rock gruplarını barındırmasından dolayı. Misal Brutal Assault’ta bir ZZ Top, Lynyrd Skynyrd, Alter Bridge, Stone Sour ya da Rob Zombie izleyemezsiniz ama Hellfest’te bunları görmek mümkün. Ancak Wacken Open Air’de hem rock grupları yok, hem de Brutal Assault’ta olduğu kadar ekstrem grup yok. Daha çok ortalama metal gruplarına ağırlık veriyorlar. Wacken bir beginner metalci için rüyalar âlemi olabilir ama müzik zevki oturmuş bilinçli dinleyicilerin ilk tercihi, özellikle Türkiye’den gidiyorlarsa Brutal Assault olmalı. Maddi durumunuz daha iyiyse ve rock müzikte dinlemek isterseniz sizin için doğru adres kesinlikle Hellfest’tir.
Festivale gelirken sinirlerinizi aldırın. Ben üç senedir hiç görmedim ama içeride kavga çıkarırsanız atılır ve bir daha giremezsiniz. Zaten böyle bir şey imkânsız ama Türk’üz ya ondan söylüyorum. Örnek vermem gerekirse, adamın biri kız arkadaşıma laf atmıştı, “ne diyorsun lan sen” diye yanına gittiğimde özür diledi ve içki ısmarladı. Yani adam benim kızı yalnız sandığı için yapmış bunu. Bu bile ekstrem bir örnek. Mosh pit’te bir adamın ayağını kırsanız bile o özür diler. Aynı şey festival dışında da geçerli. Çiçek gibi ülke Çek Cumhuriyeti. Ama yine de adamlar kibar diye millete saldırıp şu yazıyı yazdığıma pişman etmeyin beni.
Eğer giderseniz yabancı diliniz yettiği kadar insanlarla bolca muhabbet edin. Havadan, sudan ve özellikle müzikten çokça bahsedin ve konuştuğunuz kadar da karşı tarafı dinleyin. Hele ki Türkiye’de çevrenizde çok fazla metal dinleyen insan varsa aradaki farka şaşıracaksınız. Ekstrem müzik konusunda Avrupa’nın en hareketli ülkelerinden biri olan Çek Cumhuriyeti’nde durumlar cidden çok farklı. Grup performanslarında da belirtmiştim, tipine baktığınızda ölümüne black metalci olarak algıladığınız bir adamı rapcore gruplarında mosh pit’te coşarken görebilirsiniz. Aynı şekilde daha alternatif tarzda bir adamın Marduk şarkılarına ezbere eşlik ettiğini görmeniz mümkün. Gerçi pasifagresif.com okurlarından da benzer bilinçte insanlar belki mevcuttur ama bu müziği bir bütün olarak gören ve yürekten seven inşalarla karşılaşıp arkadaş olabileceğiniz bir yer burası.
Cidden doğu blok ülkelerinin dinleyicileri inanılmaz insanlar. Tüm hayatlarını bu müziğe vermişler. Misal geçen yıl ben kendimi kaybettiğimden fark etmemiştim ama aynı festivalde Immortal çalarken o zaman kız arkadaşım benimle aynı senkronizasyonda kafa sallayan ellili altmışlı yaşlarda teyzeler görmüş, onu söylemişti. Müzik konusu bu derece zirvede yani.
Son olarak şunu demek istiyorum, bu müziğe gönül verdiyseniz, bir yaşam tarzı olarak benimsediyseniz, Antalya’da ya da Bodrum’da yapacağınız bir haftalık tatille aynı fiyata bu festivale gelebilirsiniz. Ve cidden gelin yani. Bu ülkedeki en sakin maceranızı bile torunlarınıza anlatabilirsiniz. Seneye niyetim Hellfest ama kader beni yine buraya sürüklerse görüşmek üzere…
Pasifagresif tarihinin gelmiş geçmiş en uzun yazısı. Daha uzunu da olamaz herhalde.
10.11.2013
@Ahmet Saraçoğlu, henuz Bas Sohbetlerinin 2. bolumunu gormedigin icin boyle demen normal tabi :)
10.11.2013
@Kemal, ahaha. Bundan uzunsa onu 2 ve 3 olarak bölelim, bundan uzun bi yazıyı kimse okumaz.
10.11.2013
@Ahmet Saraçoğlu, haha yok o kadar da uzun degil ya, cok fazla video olacak icinde sadece :D Neyse bi bitsin de gerisi kolay.
İyi ki 4′e böldünüz bu arada. Kesin okumazdım yoksa hepsini. Son bölümü ekstra beğendiğim için, kaçırmadığıma sevindim yazının tamamını. İsmail’e ve MindRiotz’a teşekkür ve tebrikler.