Ertuğrul Bircan Çopur
BORKNAGAR’ın çıktığı yıla damga vuran albümlerden biri olan enfes “Urd“unun güzelliğinin birçok sebebinden bir tanesi de SOLEFALD’ın arkasındaki dehalardan Lazare idi, ona şüphe yok. Albüme yerleştirdiği ve yıllardır üzerinde çalıştığı SOLEFALD’ın kokusunun buram buram sindiği “The Beauty of Dead Cities” bence albümün en iyilerindendi, her ne kadar söz konusu “Urd” olunca öne çıkmayan herhangi bir şarkıdan bahsetmek zor olsa da.
Bahsi geçen şarkıyı dinlemiş olanların tahmin edeceği gibi, SOLEFALD her tarafından avangartlık akan bir grup. İlk piyasaya çıktıkları zamanlarda -ki 1997 tarihli muhteşem “The Linear Scaffold”a tekabül eder bu, müzikleri daha çok avangart bir black metaldi; ve fakat avangart müzik yapabilecek kadar “değişik” her grupta olduğu gibi black metal etkileri azaldı. Yine de birçok gruptan farklı olarak hiç göz ardı edilecek seviyeye kadar düşmedi, post-black metale kaydı, bazen arada bir-iki blast beat ve üzerine birkaç basit black metal rifi haline dönüştü; ama hep oradaydı. SOLEFALD’ın etraftaki başka gruplardan öne çıkmasını sağlayan ise, müziklerine kattıkları diğer etkilerin skalasının genişliği oldu.
“Norrøn Livskunst” o kadar değişik türlerden o kadar çok şey ödünç alıyor ki, grubun tüm bunları bir arada tutup da tek bir çok iyi albüm hale getirebilmiş olmasına inanmak gerçekten zor. Saksafon ve piyano tarafından yürütülen şarkılara, kafaya bir anda PAATOS’u düşüren kadın vokallere, bunun üzerine rockabilly şarkılarına kadar her şeyi içeren bir albüm “Norrøn Livskunst”. Tüm bunları içerirken, Norveç denince akla gelecek o soğuk atmosferi kaybetmiyor olmaları ise tüm saydıklarımın üzerine bir katman şaşkınlık daha ekletiyor. Tüm şarkıların temelinde aslında Faroe Adaları’nın medar-ı iftiharı TÝR’i kıskandıracak kadar iyi icra edilmiş bir viking metal yatıyor; ama albümün yalnızca viking metal olduğunu söylemek tek kelimeyle komik kaçıyor.
Albümdeki her şarkı kendi içinde müthiş bir akış içeriyor. Kimi zaman peş peşe gelen iki şarkı bile birbirinden feci şekilde farklı olsa da albümün dinleyicinin merakını her saniyesinde cezbedilmesinin sırlarından bir tanesi bu. Her şarkıda yeni bir macerayla karşılaşmak kesin gibi, ve nasıl oluyorsa albümün tamamına bakınca her şey yerli yerinde gözüküyor, “bu şarkı albümün gidişatına uymuyor” gibi bir cümle kurmak insanın aklına en farklı şarkı “Eukalyptustreet”te dahi yanaşmıyor.
Hep üzerine birkaç kelam etmek isteyip hem unuttuğum bir albümdü nedense “Norrøn Livskunst”. Çıktığı yılın (2010) en iyi birkaç albümünden biriydi bence, o zamanlar Ekşi Sözlük’e de bu tarz bir iki cümle karaladığımı hatırlıyorum hayal meyal. Bugün canınız değişik bir şeyler dinlemek isterse, ilk adresiniz burası olsun, hayal kırıklığına uğramayacaksınız.
Red For Fire ile beraber favori Solefald albümüm. Zaten grup ile ilgili sevmediğim şey sayısı pek az. Bu albüm de baştan aşağı müthişlik dolu. Song Til Stormen ve Sun I Call’u art arda dinleyince ortaya çıkan epikliğin sınırı yok.
Tittentattenteksti’deki vokallerin, Dimmu Borgir’in Gateways şarkısına konuk olan ablaya ait olduğuna dair bi teorimiz vardı Ahmet’le, Spotify’da gördüğümüz üzere bu teori doğruymuş.
27.10.2013
Ayrıca Tittentattenteksti’nin metal adına yapılmış en garip (iyi anlamda) şarkılardan biri olduğunu düşünüyorum.
27.10.2013
@Batuhan Bekmen, İçinde en çok t harfi barındıran şarkı ismi olması da muhtemel.
Bu albümü çıktığından beri dinleyen tek insan ben sanıyordum hehe.Sitede Solefald kritiğini görünce gülümsedim bir an.
Mükemmel albüm hakikaten, sanki önceden krtiği yazıldı gibi hatırlıyordum ama yazılmamış. :)
Avant-Garde ise sepete koyacağsun, Solefald’ı sofradan ayrı tutmayacağsun.
viking metal sevdiğim türler içinde apayrı bir yeri, bir duruşu olan; manegarm ile orgazmik tatlar yaşatıp, falkenbach ile depresyona sürükleyen, gerçekten yılın belirli zamanlarında başka hiçbir halt dinlememe izin vermeyen bir müziktir. 98 yılında albüm almak için excalibur müzik markete uğradığımda içeride hayvan gibi bir müzik akıyordu, ihsan abiyle göz göze geldik; “bu nasıl bir şey abi, neden hiç tavsiye etmedin” diye sitem ettim. daha yeni eline geldiğini söyledi; o gün yapacağım, alacağım, hatta buluşacağım insanlara kadar her şeyi unuttum. elinde bir tane kopya olduğu için; bir tane 90 lık tdk’ ya çekmeye başladı,(the linear scaffold) o, albümü çekerken orada durup bütün albümü dinlemek istemediğimden olsa gerek; karşıyaka da ne bok yediğimi, nasıl o iki saati geçirdiğimi bile bilmiyorum. albümü alıp walkman’ in “play” tuşuna bastıktan sonra galiba üç saat daha şuursuzca gezindim ortalıkta, ve daha sonrasında da resmen her notasını ezberlemek istercesine, neredeyse bir ay boyunca başka hiçbir şey dinleyemedim. hayatımı aldı götürdü ve bambaşka bir müzik zevki oluşturmamın en büyük nedenlerinden biri oldu bu grup ve o albüm. şimdi bu kadar uzun bir hikayeyi neden anlattığıma gelince, şu albümden tek bir şarkı duymadım, dinlemedim, denk gelince sayfayı kapattım, “olum şu albümü bir dinle” diyen arkadaşlarıma siktirip gitmelerini, hayatımdan uzak durmalarını söyleyecek kadar abarttım. çünkü solefald benim için, vakit bulduğumda dinleyeceğim veya ses olsun diye açacağım bir gruptan milyonlarca kez daha fazlaydı. şimdi bu albümü bir de burada görünce, daha fazla kaçamayacağımı anladım. duygulandım resmen. bazen bir albüm veya bir grup hayatınızda; sadece müzik yapan, albüm çıkartan insanlardan çok daha fazlası olabiliyor. şu yorumu bitirirken halen albümden tek bir şarkıyı bile dinlememiş durumdayım. çok duygusalım bu insanlara karşı. eline sağlık kritik ve eskileri hatırlatma için.