Exorsexist
Hey gidinin Dismember’ı. İsveç tarihinin en endamlı ismiydi Dismember. Tarzından taviz vermeyen, sevilen, saygı gören, death metalin önde giden gruplarındandı. Birkaç sene önce dağıldığını açıklayarak hepimizi üzdü. 20 küsür sene sabit kalıp da Dismember kadar başarılı olan az örnek vardır. Pek az death metal grubu için söylenebilir bu. Bolt Thrower, Immolation, Vader vs.
Önceki “Like An Everflowing Stream” kritiğinde bahsettiğim gibi; Dismember’ın en can yakıcı özelliği; melodi ile “adam parçalayan” gürgürgür rifleri mükemmel şekilde bir araya getirmesi. Bu özellikleri benim için vazgeçilmez bir dinleme keyfi yaşatıyor. Tabii bunun için David Blomqvist’e teşekkür etmemiz gerekiyor.
Dismember albümlerini sıraya koyamayacak kadar çok seviyorum. Yabancı kulağa hepsi aynı gibi gelecek olsa da birbirinden farklı güzellikler barındırıyor her biri. “Like An Everflowing Stream”in genç vahşiliği, “Incedent and Obscene”in içinde onlarca rifi, “Massive Killing Capacity”nin melodikliği, “The God that Never Was“daki grup çalışması, başka şeylerle kıyaslanamayacak kadar lezzetli müzikler. Bir grubun şan şöhret peşinde koşmayıp, başarılı bir formül bulduktan sonra onu yıllarca devam ettirmesi dinleyicilerin en çok istediği şey olsa gerek. Bu nedenle olacak ki yeni veya eski fark etmez, İsveç death metal sound’unda müzik yapan her grup Dismember müziğinin bir kenarından yakalamaya çalışıyor.
Kendi adını taşıyan 2008 çıkışlı bu albüm, Dismember’ın en iyi çalışmalarından bir tanesi. Birtanem… Kendi adını taşıyan 2008 çıkışlı albüm, Dismember’ın en iyi çalışmalarından bir tanesi. Birtanem…
“The God that Never Was” hiçbir zaman benim favori albümüm olmamıştı. Herhalde prodüksiyondan olsa gerek. Fakat “Dismember” için ayrı bir sevgi besliyorum. Zira Dismember tarihinin en iyi parçalarından bazılarını içeriyor. Hatta albüm geneli olarak en olgun sound belki de.
Önceki albümlerinden farkı konsept olarak gore ögeler yerine savaş temasını kullanması. Karki şarkı sözü anlamında adam kesme, doğrama, parçalara ayırma , kanlar içinde boğulmasını seven bir insan. Tabii, Autopsy ekolünden gelmeleri bunun başlıca nedeni. 20 yıl sonra bile hâlâ bu müziğe, müziğin felsefesine tutkuyla bağlı, ruhuna sadık olmak gerçekten göz yaşartıcı.
Albüme geçmeden önce Dismember ekibine olan sonsuz hayranlığımı iletmek isterim. 40 küsür yaşındaki Matti Karki’nin albümdeki performansı (No Honour in Death, Combat Fatigue, The Hills Have Eyes) inanılmaz! “The God that Never Was”dan sonra grubun efsane ve başından beri birlikte olan davulcuları Fred Estby ayrılmıştı. Onun yerine Insision’dan tanıdığımız Thomas Daun geldi. Bir süredir bas gitaristsiz kaldıktan sonra Tobias Cristiansson’u da kattılar ve kadro tamamlandı. Gerisi bilindik kadro Matti Karki, David Blomqvist ve “The God that Never Was”da gruba dâhil olan Martin Persson. Persson yeni olmasına rağmen yaptığı katkının epey fazla olduğunu görüyoruz. Bir iki parça hariç bütün bestelerde parmağı var. Hatta Legion (“We march, we Bleed, we crucified your christ!”) parçasını tek başına yazmış.
Anlıyoruz ki, Dismember albüm öncesinde epeyce Iron Maiden, Hail of Bullets, Autopsy, Bolt Thrower müzikleri dinlemiş. Europa Burns isimli parçada Hail Of Bullets, Death Conquers All, Under A Blood Red Sky etkileri açıkça görülüyor. Tabii bunu kendi stillerine entegre ederek yaptıklarından ortada herhangi bir sorun yok. The Hills Have Eyes, bence Dismember’ın yazmış olduğu en ikonik şarkı. İçerdiği rifler İsveç death metalinin haritası gibi. No Honour In Death ise şu ana kadar yapmış oldukları en iyi Autopsy parçası. Ağırdan ve kanırtarak insanın kanına giriyor. Ki bu tarz bir parça her albümlerinde bulunur. Children of the Cross, Stillborn Ways, Autopsy örneklerinden görülebilir. Bir başka karanlık ve epik yapıt Black Sun.
Bunların dışında tavizsiz kazıma olarak “Indecent & Obscene” günlerini aratmayacak olan Combat Fatigue, Legion, To End It All mevcut. “Iron, Sweat and Blood!!!” nakaratıyla hafızama kazınan, “The God That Never Was”i ve “Massive Killing Capacity”yi hatırlatan Tide of Blood da var. Kısacası Dismember’a yakışır kalitede, tekrarı gelmeyecek kadar önemli bir yapıt. Hele ki Stockholm sound’unun eskilerde kaldığı zamanlarda böyle bir albümün çıkmış olması -gerçi Dismember bu çizgisini hiçbir zaman bozmadı- mucize gibi. Her parça muazzam şekilde yazılmış, The Hills Have Eyes, Europa Burns, Under a Bloodred Sky (özellikle Iron Maiden solosu), No Honour in Death; hepsi ama hepsi müthiş!
Son cümleler olarak; keşke Dismember dağılmasaydı, dağıldıysa bile tekrar birleşsin diyorum. En azından Matti Karki veya David Blomqvist müzik kariyerlerine bir şekilde devam etsin. Carcass, Gorguts vb. pek çok grup yıllar sonra birleşti, albüm çıkardı. Gorefest ve Dismember da birleşse fena olmaz mı? Bence yeterince ara verdiler. Hem sonuçta 10 yıl kadar bekleme imkânları yokken hazır…
dinlediğim her albümünde beni çok çok farklı bir şekilde heyecanlandıran bir gruptu. özellikle bir sürü etiket olayına girmeyen, saf death metal icra etmeyi bu kadar güzel başaran az gruptan biri olması belki de beni en çok etkileyen özellikleriydi. gerçekten orada etikette belirttiğin gibi yitip giden bir grup. eline sağlık.
Hakkaten lan, Dismember kritiğinin altında yitip giden yazması ne garip bi şey.
07.10.2013
@Ahmet Saraçoğlu, Bu yitip giden etiketi ne anlama geliyor ki tam olarak?
Doyamıyorum lan dismember a.13251 tane kritik yap ben okurum yorulmadan
Under a Blood Red Sky’in son iki uc dakikasi duydugum en mukemmel seylerden biri. Her dinleyisimde zevkten dört köse oluyorum resmen. Bundan yaklasik 6 yil önce, album daha yeni ciktiginda grubu canli izledigim ve Under a Blood Red Sky caldiklari icin kendimi cok sansli hissediyorum. O melodileri iki metre ötemde caldilar lan. Hala unutamiyorum. Umarim ileride bir reunion olur hakikaten.
sakat değiller, hasta değiller ve ölmediler de. neden bize bu özlemi çektiriyorlar cidden anlamıyorum. verin desturu yıkalım ortalığı. tetikte bekliyoruz.
11.03.2017
@ismail vilehand, +1
90lardaki albümlerin köpekliğinden bu albümün hakkını yeterince veremiyorum. Kıyak iş.