Umut KARAGÖZ
Dünün efsane bugünün alay konusu grupları kervanından merhaba. Bugün konuğumuz olan albüm sıradan bir albüm değil. Çok sıradan, basitliğiyle boy ölçüşebilecek tek şeyi üzücülüğü, zavallılığı olan bir albüm. Daha doğrusu bir adam. QUEENSRŸCHE’a bir ilgisi olmayan ve kritik başlığındaki grup adı kafasını karıştırmış arkadaşlar için kısa bir özet geçelim. Karısı ve kızının alengirli işleri sonucunda grubun diğer kurucuları tarafından grubun menajerlik ve hayran kulübü menajerliği görevlerinden alınmasıyla iyice çıngar çıkarmaya, diğer grup elemanlarına hem sözlü hem de fiziksel olarak saldırmaya başlayan Geoff Tate, 2012 yılında grup tarafından ocak dışı edildi. Bunun sonucunda bir takım anlatması hem uzun hem de sıkıcı dava süreçleriyle geçen aylardan sonra mahkemenin ‘’gelecek duruşmaya kadar iki grup da QUEENSRŸCHE adını kullanabilir’’ kararıyla grup Geoff Tate’li QUEENSRŸCHE ve diğer kurucu üyelerin mensubu olduğu Todd La Torre’lu (yeni vokalist) QUEENSRŸCHE olarak ikiye ayrıldı. 2013 Sonbaharında yapılacak duruşmaya kadar söz konusu iki grup da QUEENSRŸCHE adını taşıyabilecek. Ha, bizim için önemli olan müzik. Gerçek QUEENSRŸCHE’ın hangisi olduğuna mahkemeden ziyade dinleyici karar verecek.
Bu grup QUEENSRŸCHE değil. Bu albüm bir QUEENSRŸCHE albümü değil.
“Am Universum” incelemesinin sonlarında “muzak”dan söz etmiştim. Kısa bir tanımını yapalım önce. Muzak, “asansör müziği” dediğimiz tip işler. Dinlenmesi, hazmetmesi rahat ve sürekli formüller üzerinden dönen arkaplan müzikleri. Belirli bir sektörel ihtiyacı karşılamak üzerine yazılmış ve çalınmış, ısmarlama yapımlar. İlkinden biraz daha farklılık gösteren ve aynı zamanda PORCUPINE TREE’nin “The Sound of Muzak” şarkısında sözünü ettiği bir anlamı da şöyle; yine formüller üzerinden dönen ve sıradanlıkta, aynılıkta sınır tanımayan, plaza kafasıyla “genç işi” müzik yapmaya çalışan adamların ortaya koyduğu garabet. “Frequency Unknown”un da özeti budur. Orijinal QUEENSRŸCHE’ın kurucularından ve şu an Todd La Torre’lu versiyonun üyesi Scott Rockenfield’ın “Gayet profesyonel bir iş ama QUEENSRŸCHE’la alakası yok.” minvalindeki yorumu da işin tuzu biberi. Adamın bu albüme profesyonel deyişinin bile bilinçli olarak buna gönderme olduğunu düşünüyorum hani.
Dinliyorum, tartıyorum, bir şeyden söz edeyim diyorum, albümdeki bir noktaya değineyim, pozitif, hadi pozitif olmasa da yapıcı bir eleştiri getiriyim diyorum ama olmuyor arkadaşlar. Bu kadar donuk, dinleyiciye hiçbir şey hissettirmeyen, son 10 yılın popüler rock müziğinin ve neden kötü olduğuna dair bir geniş özet gibi duran, aceleye getirilmiş ve sırf iş yürüsün diye yapılmış, göze batan, dikkat çeken hemen hiçbir yönü olmayan bir albüme, hatta bir gruba dair ne söylenebilir? Sürekli laf sokmaktan, dalgasını geçmekten ve bunu, sebebi olan adamın yüzüne vurmaktan öte bir şey varsa da benim elimden gelmez bu saatten sonra. Dinlediğim tek albümüyle (“Empire”) en sevdiğim gruplar arasına giren grubun şu an bulunduğu bu karanlık dönem, zamanında en sevdiğim vokalistlerden biri olan adamın içine düştüğü bu ne oldum deliliği, bu aymazlık canımı sıkıyor. Bir şarkı ne zaman bitti, diğeri ne ara başladı, bunun ayrımını bile yaptırmayı beceremeyecek kadar albümün her yerine sıçramış sıradanlık ve tekerrürün QUEENSRŸCHE adını taşıyor olmasına canım sıkılıyor. Grubun klasik şarkılarının sadece göz boyamak için yeniden kaydedilmesine ve bunun, albümün en büyük fiyaskolarından biri olmasına canım sıkılıyor. Albümde dinleyici karşısına çıkan ve çıkacak hemen her şeyin önceden kestirilebilmesine, Geoff Tate’in sesinin zirve döneminde söylediği şarkıları yeniden söylemeye çabasına, ortaya stabil bir grup koymayı beceremeyince Arjen Lucassen’liğe soyunmasına, zamanında yediği içtiği ayrı gitmeyen adamlara albüm kapağı üzeren laf sokacak kadar düşmesine canım sıkılıyor. En karanlık saat, Güneş’in doğuşuna en yakın saattir derler de, bu yolun sonunda Geoff Tate için bir ışık yok. QUEENSRŸCHE’a dair beklentilerim kimsenin gibi benim de hiçbir zaman saniyede on altı bin nota basmaları ya da 15 dakikalık şarkılar yapmaları olmadı. Atmosfer kurma konusundaki eşsizliklerini, klas gitar işçiliğini ve hem müzikal hem de liriksel açıdan sürükleyici konseptlerini yani genel olarak progresif müzik konusunda hep “diğer” tarafta durmalarını sevdim.
Radyo dostu müziğe karşı bir insan değilim. En sevdiği albümlerden biri CRAIG DAVID’in 2000 çıkışlı “Born to Do It”i olan, günümüz MTV müziğine mesafeli dursa da arada bir hoşuna giden şeyler bulabilen bir adamım hani. Ardı ardına RUSSIAN CIRCLES, BRUNO MARS, SPASTIC INK ve GRUP VİTAMİN dinleyebilecek kadar da esnek ve genişimdir. Ancak bu albümü koyabilecek hiçbir yer bulamıyorum ve bu incelemeden sonra bir daha açıp dinleyeceğimi, hatta “Şu şarkı fena değildi.” bile diyeceğimi zannetmiyorum. Çok mu kötü? Hayır. Mesele de bu zaten bir yerde. Çok kötü bir albüm olsa sırf gülmek için dinlerim. Durum böyle de değil maalesef. Çok sıradan. Çok ortalama. Çok tatsız. Ne gençliğin ateşini ve enerjisini ne de yaşlılığın deneyim ve bilgeliğini taşımayan, dedim ya sırf iş yürüsün, diğerlerinden önce biz albüm çıkartalım ve tur tarihine denk getirelim düşünceleriyle hayat bulmuş bir şey. Çiğneye çiğneye şekeri kaybolmuş bir sakız gibi. Her gün önünden geçilen devlet dairesi gibi. Yazın yayınlanan diziler gibi. Geoff Tate’in kendisi gibi.
“Frequency Unknown”, albümün çıkış şarkısı ve en iyi şarkısı olan “Cold”la başlıyor. Sıradan ve bilindik bir şarkı olmasına rağmen iyi yazılmış sıradan ve bilindik bir şarkı. Akılda kalıcı bir nakarata ve Geoff Tate’in albümdeki bir iki iyi vokal performansından birine sahip. Evet, bunlar bu şarkıyı iyi kabul etmem için yeterli olan kıstaslar. Ne tür bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu anlamışsınızdır sanırım. “Cold”dan sonra “Dare”la devam ediyoruz. Bu şarkıya dair aklımda kalan tek şey kapanış nakaratından hemen önceki geçiş kısmı. “In the Hands of God”, genel atmosferiyle eski dönem QUEENSRŸCHE’a öykünen bir şarkı. Bu kötü bir şey değil. Kötü olan, Geoff Tate’in her kayıt kanalını işgal eden vokali ve başarısız spoken word denemeleri. “Life Without You”ya geçiyoruz. “In the Hands of God gibi”, DeGarmo dönemi QUEENSRŸCHE’ı andıran ve insana “Acaba?” dedirten bir şarkı. Hoş bir ana rifi ve atmosferi de mevcut. Albümün ikinci yarısına dair umutlarımı yeşerten şarkı da bu oldu. “Everything”e geldiğimizde iyiden iyiye albümün sonradan açıldığını düşünmeye başlamıştım. Başarılı bir girişe sahip olan bu şarkı ilk patlağını nakaratta veriyor. Şarkı bitince söz konusu girişten başka akılda kalan hiçbir şey yok. Albümün finali “Weight of the World”ün girişini duyduğumda ise albümün öncesinde de karşıma çıkan artıları baz alıp “Frequency Unknown”a çok mu yükleniyorum diye düşünmüştün. Geoff Tate’in vokali girdiğinde az bile eleştirdiğimi hatırladım.
O kadar sıradan ve basit dedik. Anladığınız üzere bu albümü progresif metal kategorisi altında değerlendirmiyorum. Çünkü böyle yapmak, ORPHANED LAND, THE FACELESS, LEPROUS, MYRATH ve daha çoğu gruba saygısızlık olur. Heavy metal mi hard rock mı olacağı konusunda kararsız kalmış ama gönlü günümüz ana akım rock müziğine kayan bir hali var “Frequency Unknown”un. Bir öyle bir böyle. Yazım aşamasında bir tür kaygısı olmadan yazıldıysa ne ala, ancak albümdeki belli başlı bazı noktalardan, soloların çalınma şekillerinden, theremin kullanımından anladığım kadarıyla “eski QUEENSRŸCHE” gibi olması için uğraşılmış. Ancak ne davullarda, ne özelliksiz baslarda, ne albümü kurtarmaya çalışan ancak buna gücü yetmeyen gitarlarda ne de çeşitli klavye vb. atraksiyonlarda o ruh yok. Geoff Tate’in vokali ise “ku geç”den ibaret. Yer yer detone oluşu da cabası.
“Frequency Unknown”da Paul Bostaph’dan K.K. Downing’e kadar uzanan bir konuk listesi var. Bunun sebebi albümün çeşitliliğinden değil. Göz boyama. Şu an hala grubun elemanı olarak görünen Kelly Gray’in bile bir solo çalmak dışında albüme kapısından bacasından uğramamış olması albümün ne kadar büyük bir boş vermişliğe kurban gittiği ve albümdeki konukların geneline şöyle bir bakınca bunun hatır işinden öte olmadığı gerçeğini özetliyor.
Gelelim rezil kepaze prodüksiyona. Albümü çıkaran plak şirketi Cleopatra’ya onlarca şikayet gelmesine sebep olan bu prodüksiyon en iyi tabirle, kulak tırmalıyor. Egosuyla ancak Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ölçüşebileceği Geoff Tate’in vokalinin bypass edilerek en öne çıkarılması normalde pek şaşıracağım bir şey olmasa da bu kadar önde oluşu “Boyband albümü mü dinliyorum acaba?” diye düşündürttü bir an. Bir de bu hareketin, Tate’in sesindeki kötü eko efektleriyle süslenişi işi daha da trajikomik hale getiriyor. Bununla da kalmıyor ve prodüksiyon bize asıl yüzünü mikslerde gösteriyor. Albümde enstrüman bütünlüğü diye bir şeyden söz etmek mümkün değil. Sanki müzisyenlerin her biri ayrı bir şarkı çalıyormuş hissiyatı veren bir hava mevcut. Bu, yazımdan kaynaklı bir durumdan ziyade enstrüman tonlamalarındaki özensizlikle ilgili. Kirli bir ton verelim derken bir şarkıda kaybolan, sonraki şarkıda en önlere çıkan, yer yer “St. Anger” kıvamında konteynırlaşan davullar, dengesiz, bazen saniyesi saniyesini tutmayan, fazla efektli gitarlar ve albümün genel sound’undaki düz, etkisiz hava. Prodüksiyondaki bu noksanlık albümde ciddi bir atmosfer eksikliğine sebep oluyor. “Promised Land” albümü de öyle özel bir prodüksiyona ve atmosfere sahip değild- ha pardon, orada bunu örtecek denli başarılı bir müzisyenlik vardı. Albümün sonrasında tekrar mikslenmesi kararı, bunun bile ele yüze bulaştırılması, sonucunda albümün yeniden 7 farklı adam tarafından mikslenişiyle son buldu. Elimizde ne kadar özverili bir iş var değil mi?
Albümün hiç bir artısı yok mu? Var tabii. Müzik bu sonuçta, güzel şeyler öyle ya da böyle kaynar araya. Konuklardan birkaç iyi gitar solosu duydum sanırım albümün başlarında. Fena olmayan yine bazı gitar partisyonları ve melodiler – rifler mevcut. Davul performansı sağlam ancak gitarlar gibi onlar da prodüksiyon tarafından öldürülmüş durumda. Ha bir de basların sesi açık. Bu kadar.
Kritiği sonlandırmadan bir konuya değinmek istiyorum. Geoff Tate’e çok sataşıyorum gibi gelebilir. Gelmesin. Şu güzel ortamı bozan ne varsa bu adam ve karısının başının altından çıktı. Şöyle bir hikaye anlatayım. “Frequency Unknown”un çıkışının ertesinde aldığı bol miktarda negatif yorumdan dolayı Geoff Tate, albümü neden beğenmediğini videoyla en iyi anlatan kişiye ödül vermek üzere bir “yarışma” düzenledi. Sonuç? Kazanan videoda ne albüme ne de Geoff Tate’e dair tek bir negatif söylem yok. Sürekli “Şu daha iyi olabilirdi, çok süpersiniz ancak şunu şöyle yapabilirdiniz. Manyaksınız ama şu solo daha uzun olabilirdi. Hastanızım ama davullar arka planda kalmış. Bu arada çok süper olduğunuzu söylemiş miydim?” abukluğuyla devam eden ve yapıcı eleştiride bulunacağım derken fanboyluğun bokunu çıkaran bir video işte. O kadar video arasından özellikle bunu bilinçli olarak seçen ve yaptığı işi hala iyi göstermeye çalışan, işin ironik yanı söz konusu işin iyi olması için hiçbir gözle görülür emek sarf etmemiş bir beyefendi kendisi. Eski arkadaşlarını karşısına alacak derecede sevdiğini iddia ettiği grubun yeni albümünün kapağına “size bu girsin” mesajı koyacak kadar ince bir espri anlayışı ve olgunluğu olan, MetalSucks vb. sitelerde albümü savunmak adına çeşitli üyelikler aldığı söylentisi gırla gezen, sürekli “ben hep haklıyım” zihniyetinde açıklamaları bulunan, kısacası, insanları üstten bakmayı hayat tarzı haline getirmiş, samimiyetini kaybetmiş ve hayranlarının çoğunun gözünde tüm kredisini bitirmiş bir adam. Yolu açık olsun. Ama dediğim gibi, bir ışık görmüyorum.
“Frequency Unknown”, ortalamanın da ortalaması bir albüm. İyi ya da kötü ağızda bir tat bırakmaya vakıf olmayan, sadece turlamak ve eskinin ekmeği yenmek üzere çıkartılmış, özelliksiz, keyifsiz, boş bir albüm. Kişiye ne müzikal ne fikirsel olarak hiçbir şey katmıyor ve grubu bilmeyen/dinlemeyen birisinden alabileceği tahmini reaksiyon “eh”den ibaret. Malum, müzik hissiyat işidir ve bir grubun/müzisyenin dinleyiciden alabileceği en kötü reaksiyon tepkisizlik olur. “Frequency Unknown” bunu iliklere kadar hissettiriyor.
Benim için, progresif metalin üç büyüğü kabul edilen gruplar arasında DREAM THEATER ve QUEENSRŸCHE iki karşıt tarafı temsil ederken FATES WARNING bu ikilinin arasındaki dengeydi. DREAM THEATER için bir yorum yapmayacağım, FATES WARNING’in yeri hala sapasağlam durmakta (albüm çıkarın lan, 10 yıl oldu), QUEENSRŸCHE ise grubun has adamı Chris DeGarmo’nun gidişiyle çok fazla şey kaybetti. Bu kaybın pek telafisi de olmadı. Todd La Torre’lu QUEENSRŸCHE için yeni albümü henüz dinlemediğimden dolayı fazla bir şey söyleyemem ama Geoff Tate ve onun ekibi şu an bulundukları noktanın farkına ne kadar erken varırlarsa o kadar iyi. Yoksa, eskiyi özleyen ve grubunu salt bir para kazanma aracı gören bir adamdan daha fazlası kimsenin kapısını çalmayacak. Hayırlısı.
Bu yazıyı, albümün kapağına dair yorumumu 5 saniyede özetleyen videoyla bitiriyorum. Sağlıcakla.
O kadar boktan demişin de biz efsane albümlere böyle uzun yazı yazmıyoruz be kardeşim. :D
Benim için queensryche operation mindcrime’dır. Empire’da iyidir. Sonrası koca bir soru işareti…
berbat bir albüm. 2 verdiğin için teşekkür ederim. öbür queensryche’ın albümü çok daha iyi.
Bu kadar adam toplayıp bu kadar kötü albüm yapmak yetenek ister.