Dünyayı ele geçirmesini istediğim insanlar listesi yapsam, sanırım Nick Cave’i rahatlıkla birinci sıraya yazabilirdim. Bir olmasa bile ilk üçe girer diye düşünüyorum ama büyük ihtimalle birinci sırada. Umarım bir gün yanına Bad Seeds’i de alarak yönetimi ele geçirir. Neyse.
Şimdilik bu ütopik cümleleri bir kenara bırakıp Nick Cave’in müzikal yönüne odaklanalım. Nick Cave; post-punk, art rock, punk blues çevrelerinde dolanıp duran bir insan. Art rock etiketini sonuna kadar da hakediyor çünkü yaptığı işler rahatlıkla “sanat” adı altında değerlendirilebilir. Ve saydığım bu üç alt türe dahil grupların hepsinden, kendine özgü güzelliklerle ayrılan bir oluşum kendileri. “Push the Sky Away” de bu oluşumun 30. yılında ortaya attığı bir başka eser.
Grubun albümlerinin arasında her zaman belli başlı farklar olmuştu yıllardır. Fakat ortaya koydukları albümler, yine de her şeyiyle Nick Cave and the Bad Seeds imzası taşıyordu. Bu sefer de aynı gelenek devam ediyor. Son albümleri “Dig, Lazarus Dig!!!”, “Push the Sky Away”e göre daha hareketli, daha heyecanlı, post-punk taraflarına daha dönük bir albümdü. “Push the Sky Away” ise bunun aksine dingin, ayrıca daha olgun ve biraz daha şiirsel bir albüm. Bazı şarkılardaki enstrümantasyonların, bildiğimiz, klasik anlamıyla şarkı yapmak amacı taşımaması; vokalin, şarkı sözlerinin arkasını minimal bir yapıda doldurmaya çalışması da ilk göze çarpan farklardan bir tanesi. Ha, ilk kez mi böyle bir şey yapıyorlar? Hayır. Daha önce de bu sularda oldukça yüzmüş bir grup. Fakat bu albümde olay daha da belirginleşmiş.
Bu adamların müzikten ciddi anlamda anladıkları gerçeğini, her birinin çok değerli müzikal bilgilerinin ve tecrübelerinin olduğunu grubun hayranları zaten çok iyi biliyorlardır. Peki tüm bu bilgiler ve tecrübeler, albümdeki sakin havanın altında kendilerini gösterebiliyorlar mı? Fazlasıyla. Albümün dinginliği kimseyi yanıltmasın. Çünkü şarkılara gerçekten kulak verdiğinizde, ilk duyuşta “basit” gibi görünen bestelerin altındaki katmanlı yapıyı kavrayabiliyorsunuz. Albümü defalarca dinlediğiniz zaman da tüm fikirler kendini göstermeye başlıyor. Ve bu albüm gerçekten onlarca güzel fikirle dolu. Hissettirdikleri yüzünden, gözlerimi kapatıp dinleyeceğim albümler listesine de aldım zaten.
Albümün, ilk 3 şarkıyla “değişik” bir açılış yaptığını baştan söyleyeyim. Demin dediğim gibi sıradan şarkı yapılarının aksine, vokale geniş bir alan yaratmakla yükümlü enstrümanların oluşturduğu bu ilk 3 şarkıdan özellikle “Water’s Edge”, adeta free jazz gruplarından kopup gelmiş hissi veren ve ara ara ufak atraksiyonlara girişen başta davulları ve diğer enstrümanlarıyla öne çıkıyor. Albümde de en sevdiğim parçalardan birini olduğunu söylemem gerek. Bu ilk üç şarkının yanına “We Real Cool”u da eklersek sırıtmayacağını düşünüyorum. Bu değişik tatların yanında daha tanıdık yapılara sahip şarkılar, albümün geri kalanını oluşturuyor. Akılda kalıcı melodisiyle “Jubilee Street”, dinleyiciyi huzurlu bir uyuşukluk içine sokan “Mermaids” yine albümde öne çıkan parçalar. Fakat albümde en sevdiğim şarkı; hafif distortionlı gitarları, Nick Cave’in blues/post-punk arasında dolanan efsane vokalleri, yer yer yaptığı inişler ve çıkışlar, hatta bazen ağlamaklı denebilecek şekilde kullandığı sesi ile “Higgs Boson Blues” oldu. Hatta 2013 içinde de en sevdiğim parçalardan biri olacağına eminim.
Albüm, müzisyenlik açısından konuştuğumuzda çok iyi. Fakat buna rağmen bazı ufak tefek bölümlerin beni kendisine çekemediği gerçeği de bir köşede duruyor. Tabii bunu, albüm adına bir “olumsuzluk” olarak görmeniz gerekmez çünkü tamamen kişisel bir yorum. Albümde en az sevdiğim şarkıya taparsınız belki de, belli olmaz. Ama Nick Cave seviyorsanız sizi üzmeyecek, Nick Cave sevmiyorsanız belki sevdirebilecek, Nick Cave’i daha dönce dinlemediyseniz güzel bir başlangıç olabilecek bir eser “Push the Sky Away”.
Nick Cave and the Bad Seeds’in her zaman farklı bir duruşu olmuştu. Bazen eğlenceli, bazen depresif, bazen de olabildiğince tehditkar olsalar da her zaman bunu kendilerine özgü yapmayı başardılar. “Push the Sky Away” de bu yolda grup için farklı ve önemli bir adım. Şiirsel bir müzik dinletisine kulak vermek isterseniz rahatlıkla gözlerinizi kapatıp kendinizi bu albüme bırakabilirsiniz.
Kadro Nick Cave:
Vokal, piyano, elektro piyano, dizayn, ek miksler
Warren Ellis:
Keman, viyola, tenor gitar, flüt, sintisayzır
elektro piyano, döngüler,
geri vokaller, ek miksler
Martyn P. Casey: Bas (1–6, 8), geri vokal
Barry Adamson: Bas (7, 9), geri vokal
Conway Savage: Vokal, geri vokal
Thomas Wydler: Davul, geri vokal
Jim Sclavunos: Perküsyon, geri vokal
Şarkılar 1. We No Who U R
2. Wide Lovely Eyes
3. Water's Edge
4. Jubilee Street
5. Mermaids
6. We Real Cool
7. Finishing Jubilee Street
8. Higgs Boson Blues
9. Push the Sky Away
can sıkıcı şeyler konuşmadan önce belirtmeli: nick cave, takipleri için gerçek bir sanat adamıdır, cohen’in koltuğundadır ve yaptığı hiçbir şey vasat olarak dahi nitelendirilemez.
ancak mick harvey ve özellikle blixa bargeld’in ayrılıkları sonrası aynı tadı alamıyorum nick cave & zararlı tohumlarından. mevzubahis ayrılıklar üzerine, dalgalı denizlerin balıkçısı warren ellis’in ikinci adam pozisyonunda çalması, grubu klasik soundlarından uzaklaştırdı. bence warren ellis’in “deli-dahi” fikirleri grinderman’e daha fazla yakışıyordu.
push the sky away’i her nick cave & and the bad seeds albümü kadar ben de beğendim ancak, grubun bu albümde “değişim” derken karakteristik anlayışlarını geri planda tuttuklarını düşünüyorum. bana kalırsa, no more shall we part’tan sonra çıkan albümleri arasında en zayıf halka nocturama’nın sıra arkadaşı.
bunca kötü lafın üstüne, nick cave’e başlangıç albümü konusunda yazara da ne yazık ki katılamıyorum. (alayına isyan) “hiç bilmiyorum” diyenin dahi bir iki şarkısının melodisini anında yakalayacağı murder ballads başta olmak üzere abattoir blues yahut henry’s dream dinlenebilir.
Ben de ne zaman yazılacak diye bekliyordum bu albümü, dinlemeye doyamadığım mükemmel bir albüm. Kritik de oldukça doyurucu. Teşekkürler.
9/10
Vurgularına kurban nick baba, Scott Walker’ın daha müziklisi olmuş, bu geç kaldığım albüm.
can sıkıcı şeyler konuşmadan önce belirtmeli: nick cave, takipleri için gerçek bir sanat adamıdır, cohen’in koltuğundadır ve yaptığı hiçbir şey vasat olarak dahi nitelendirilemez.
ancak mick harvey ve özellikle blixa bargeld’in ayrılıkları sonrası aynı tadı alamıyorum nick cave & zararlı tohumlarından. mevzubahis ayrılıklar üzerine, dalgalı denizlerin balıkçısı warren ellis’in ikinci adam pozisyonunda çalması, grubu klasik soundlarından uzaklaştırdı. bence warren ellis’in “deli-dahi” fikirleri grinderman’e daha fazla yakışıyordu.
push the sky away’i her nick cave & and the bad seeds albümü kadar ben de beğendim ancak, grubun bu albümde “değişim” derken karakteristik anlayışlarını geri planda tuttuklarını düşünüyorum. bana kalırsa, no more shall we part’tan sonra çıkan albümleri arasında en zayıf halka nocturama’nın sıra arkadaşı.
bunca kötü lafın üstüne, nick cave’e başlangıç albümü konusunda yazara da ne yazık ki katılamıyorum. (alayına isyan) “hiç bilmiyorum” diyenin dahi bir iki şarkısının melodisini anında yakalayacağı murder ballads başta olmak üzere abattoir blues yahut henry’s dream dinlenebilir.