Progresif metal garip bir kavram. Sayısız kola ayrılan metal içerisinde neredeyse diğer tüm türlerin başına getirilebilen, ancak kendi başına da bir anlamı olan progresif metal, kendi içinde de farklı yansımalar barındırıyor. Daha sevimli ve radyo dostu progresif metal, işin kulağa hoş gelme kısmına da yatırım yapan ve kafa karıştırmakla kalmayıp, arada olabildiğince basitleşerek, sevgililerin birbirlerine “Bu bizim şarkımız olsun mu bebişim?” tadında armağanlar olarak yolladığı hallere bile bürünüyor. Bu sebepten, günümüzün ön plandaki progresif metal grupları geniş kitlelere sesleniyor, adları sıklıkla anılıyor.
Progresif metal bir yüzü daha var. Tanınıp tanınmamayı o kadar da önemsemeyen, işin matemetiğini yahut sertliğini elden bırakmayan, seslendiği kitle daha kısıtlı olsa da, türün yakın takipçileri tarafından el üstünde tutulan gruplar progresif metalin bu daha “underground” yanını oluşturuyorlar. İşte bugün konumuz olan grup da progresif metal dünyasının sert ve zor dinlenen isimlerinden biri olarak karşımıza çıkan ZERO HOUR.
Grubu bugüne dek hiç dinlemediyseniz, ZERO HOUR’u aksak ritimlerin domine ettiği, akılda kalıcı/ciks şarkı yapılarını fazla önemsemeyen, keskin sound’lu bir progresif metal grubu olarak özetleyebiliriz. Grubun progresif metal sahnesinde o kadar da ön planda olmamasını, şahsen bu zor dinlenirliğine ve “uğraştırıcılığına” bağlıyorum. Bugün, örneğin yeni bir DREAM THEATER albümündeki şarkıları muhtemelen ilk dinleyişinizde anlıyorken, “Dark Deceiver”daki şarkıların, hele de türe yatkınlığınız yoksa, ilk dinlemenizde size hiç de albenili gelmeyeceğini söyleyebilirim. Ama türe karşı bir gareziniz yoksa ve ortaya konan şeyi sindirmeyi kafanıza koyduysanız, muhtemel olumsuz düşüncelerinizin şarkıları dinledikçe değişeceğini de söyleyebilirim.
Müziğe geçelim. Albümdeki her şeyi tek bir cümleye sığdırmaya çalışırsak, “Dark Deceiver” (nefes al), FATES WARNING/WATCHTOWER/SPIRAL ARCHITECT kırması bir hava barındıran, kulağa hoş gelme amacı gütmeyen, çoğu zaman türe meydan okuyacak düzeyde mekanik, yeri geldiğinde müzisyenlik mastürbasyonunu da sonuna dek yapan, 7 telli gitarın da yardımıyla çoğunlukla sert mecralarda gezinen, hit şarkı yaratma çabasına girmeyen, kısacası progresif metalin var olan belki de en yoğun, sert ve karanlık hallerinden biri.
Şimdi bunları açalım.
Vokalist koltuğunda oturan Chris Salinas, Ray Adler/Geoff Tate arası bir ses rengine sahip. Müziğin sertliğine uyan, cıyak cıyaklıktan uzak, gayet iyi bir performans sergiliyor albümde. Zaman zaman Tobias Sammett’e de benzettiğim yorumu, albümün yaratmaya çalıştığı karanlık atmosferi pekiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Gitar ve basta Jasun ve Troy Tipton ikizleri var. Jarzombek’lere mi özenmişler bilmiyorum ama, teknik anlamda gerçekten sapık bir düzeyde oldukları kesin. Özellikle basta Troy’un saçma sapan bir yeteneği olduğunu söylemek mümkün. Bu kadar öne çıkması kimilerinin hoşuna gitmeyebilir, ancak arkadaş gerçekten de benim diyen basçının çalmakta zorlanacağı şeyler yapabiliyor. Öyle ki, çoğu yerde gitarları gölgede bırakıyor, ki onlar da dinlediğiniz çoğu gruba göre yine aynı acayiplikte karmaşık kısımlara sahipler. Davulda dünyanın en basit isimli insan Mike Guy var ve o da adı sanı büyük ölçüde çok az duyulmuş olmasına rağmen olağanüstü bir iş ortaya koyuyor. Çok acayip partisyonlar yazmışlığı yok açıkçası, ancak böylesi teknik ve dinlemesi bile zor bir müziğe gayet güzel uyum sağlamayı bilmiş.
Derine inersek, grubun albümün pek çok yerinde sevimlileşme şanslarını kasten değerlendirmediğini görüyorum. Şarkıların bir yerinde yaptığı ve genel sert duruşu kıran ufak, cici aranjman numaralarını, şarkı içinde tekrarlandıklarında hoşa gideceği belliyken bilinçli olarak tekrarlamamaları bu “aykırılıklardan” biri. Çoğu şarkı, öyle “Ben nakaratım!”, “Ben köprüyüm!” diye bağıran türde kalıplaşmış beste yapılarına sahip değiller. Bu sebepten, “Dark Deceiver”ı dinleyip bitirdikten sonra aklınızda hiçbir şey kalmamasına hazırlıklı olmanızı öneririm. Bu sizi albümden soğutabilir, gayet mümkün, ancak türü yüzeyselliği kıran bir hevesle takip ediyorsanız, yapılan şeyin özünü de elbet göreceğinizi sanıyorum.
ZERO HOUR’un bu tavizsiz ve sevimlilikten uzak tavrını böylesine övdüysem de, olaya dışardan bakıldığında grubun neden bu denli az bilinir olduğunu anlayabiliyorum. Şöyle ki, grubun sahip olduğu bu farklı sound, ZERO HOUR’un ilacı olduğu gibi, zehri de olabilir. Zira dediğim gibi müziğinizin melodik ve müzikal olmasını tercih ediyorsanız, ZERO HOUR’un müziğini sevimsiz ve antipatik bulmanız da olası. Onun dışında, albümü bilmem kaçıncı kez dinledikten ve sindirmeye başladıktan sonra, elemanları zaman zaman şarkılar için gerekmeyen şeyler yaptıklarını da düşünebilirsiniz. Bilindiği gibi “Buraya zor bir şey yapalım, kafaları karıştıralım” olayı progresif metalin kalitesini düşüren durumlardan biri. “Dark Deceiver”da bu durum, progresif müziği nasıl gördüğünüze bağlı olarak değişecektir sanıyorum. Şarkılarda sürekli “bir şeyler yapıldığı” kesin, ama bunların bir amaca hizmet edip etmediğini düşünmek, zevkinize kalmış.
Albümdeki favorilerim, açılışı yapan Power to Believe, görüp görebileceğiniz en kötü amatör kliplerden birine sahip Dark Deceiver ve aksak trafiğiyle pek sevdiğim Lies olsa da, “Bunu geçeyim” diye düşündürten bir şarkı yok. 45 dakikalık albüm, zaten zor dinlenirliği sayesinde size “Dur tam anlamadım bir daha dinleyeyim” hissiyatını yaşatacağından,45 dakikayla yetinmemeniz de olası. Zor dinlenirlik derken, ortada bir BLOTTED SCIENCE yok tabii ama progresif metalin ortalaması düşünüldüğünde ZERO HOUR’un olayın kolayına kaçmadığı bariz bir gerçek.
Kapatırken diyebileceğim, progresif metal janrı düşünüldüğünde ZERO HOUR’un fazlasıyla cicilikten uzak oluşu, grubun kemik kitlesinin hayli yavaş genişlemesine neden olsa da, eğer grup sizin bunca zamandır duymak için can attığınız ama henüz haberinizin olmadığı o garip müziği yapıyorsa, ZERO HOUR’un sizi mutlu edeceği, çeşitli ihtiyaçlarınızı tatmin edeceği, size birtakım dünyevi zevkler tattıracağı kesin. Progresif metalin fon müziği olamayacak, sizi uğraştıracak, zorlayacak halini arıyorsanız, çalışmalarına bir süredir ara veren ZERO HOUR’un son albümü olan “Dark Deceiver” ilk tercihlerinizden biri olmalı.
Kadro Chris Salinas: Vokal
Jasun Tipton: Gitar, klavye
Troy Tipton: Bas
Mike Guy: Davul
Şarkılar 1. Power To Believe
2. Dark Deceiver
3. Inner Spirit
4. Resurrection
5. Tendonitis
6. The Temple Within
7. Lies
8. The Passion of Words
9. Severed Angel
mükemmel bir albüm. bütün zero hour albümleri başımın tacıdır. evet ahmet saraçoğlu, tipton kardeşler böyle işte.:) blotted science’a yakın bir komplekslik var müziklerinde ama bunu çok fazla belli ettirmiyorlar dinleyiciye. bu grubun en iyi albümü the towers of avarice’dir. dream theater bile etkileniyor o albümden o derece. hatta dream theater’ın son albümünde zero hour’un o albümünden ciddi derecede etkilendiğini düşünüyorum. 2006 albümü specs of pictures burnt beyond ise bu albümden biraz daha karmaşık, daha kompleks. kısacası prog metal’in olmazsa olmazlarından bir topluluk. olmasaydı kesin bir şeyler eksik kalırdı diye düşünüyorum. bu grubun dinleyicileri genelde watchtower, spiral architect dinleyicileri oluyor. hatta blotted science’da denilebilir. geleneksel prog metal kalıplarını kırabilmiş daha da teknik olabilen bir grup zero hour. müzisyenlerinin her biri altın değerinde benim için. özellikle jasun.
Çok iyi ve değişik bir grup Zero Hour. Çok hayranları sayılmam, ama kesinlikle ilgiyle dinlettiriyorlar kendilerini. Bu albümü pek dinlediğimi söyleyemeyeceğim ama, dürüst olmak gerekirse.
Bu albümün ve kritiğinin bu kadar ilgisiz kalmış olmasına üzülmemek elde değil.Kessinlikle özel bir ilgiyi hak ediyor.Hangi albümlerini dinlersem dinleyeyim enstrümanlara doyum olmuyor.Bir de çok gariptir bu grupla Savatage’ı dinleme zamanlamam genelde hep eş güdümlü oluyor:) Bu arada bas konusunda yazarın dediği gibi acayip bir yetenek söz konusu.Bas gitara ilgisi olan biri için dinlenmesi elzem bir albüm olacak kadar özel bir albüm,diğer tüm albümleri gibi..
mükemmel bir albüm. bütün zero hour albümleri başımın tacıdır. evet ahmet saraçoğlu, tipton kardeşler böyle işte.:) blotted science’a yakın bir komplekslik var müziklerinde ama bunu çok fazla belli ettirmiyorlar dinleyiciye. bu grubun en iyi albümü the towers of avarice’dir. dream theater bile etkileniyor o albümden o derece. hatta dream theater’ın son albümünde zero hour’un o albümünden ciddi derecede etkilendiğini düşünüyorum. 2006 albümü specs of pictures burnt beyond ise bu albümden biraz daha karmaşık, daha kompleks. kısacası prog metal’in olmazsa olmazlarından bir topluluk. olmasaydı kesin bir şeyler eksik kalırdı diye düşünüyorum. bu grubun dinleyicileri genelde watchtower, spiral architect dinleyicileri oluyor. hatta blotted science’da denilebilir. geleneksel prog metal kalıplarını kırabilmiş daha da teknik olabilen bir grup zero hour. müzisyenlerinin her biri altın değerinde benim için. özellikle jasun.
Çok iyi ve değişik bir grup Zero Hour. Çok hayranları sayılmam, ama kesinlikle ilgiyle dinlettiriyorlar kendilerini. Bu albümü pek dinlediğimi söyleyemeyeceğim ama, dürüst olmak gerekirse.
Bu albümün ve kritiğinin bu kadar ilgisiz kalmış olmasına üzülmemek elde değil.Kessinlikle özel bir ilgiyi hak ediyor.Hangi albümlerini dinlersem dinleyeyim enstrümanlara doyum olmuyor.Bir de çok gariptir bu grupla Savatage’ı dinleme zamanlamam genelde hep eş güdümlü oluyor:) Bu arada bas konusunda yazarın dediği gibi acayip bir yetenek söz konusu.Bas gitara ilgisi olan biri için dinlenmesi elzem bir albüm olacak kadar özel bir albüm,diğer tüm albümleri gibi..