Ülkemizde yapılan en büyük konser organizasyonu diyebileceğimiz Sonisphere, bilindiği gibi öncesinde pek çok tartışmaya mahâl veren, her açıdan çok konuşulan, kadrosuyla akıl alan, her yönüyle “büyük” bir olaydı. İçinden kendi isteğiyle çıkan, dış sebepler yüzünden çıkarılanlar, eklenip birkaç gün sonra iptal edilenler, son anda girenler… Kısacası her şeyiyle epey hareketli bir ön süreç yaşandı.
Festivali çok detaylı şekilde anlatma niyetinde değilim. Zira üç gün, on beşten fazla grup, her grup sırasında olan bin türlü olay, tribünü ayrı, saha içi ayrı, tuvaleti taşmış köftesi soğukmuş, vesaire vesaire. Gidemeyenler için üç günün bir özetini geçelim yeter. Hatta bodoslama girelim.
1. Gün:
STONE SOUR’dan hemen önce tribündeki yerimizi aldık. Grubu, vokalist ve gitaristlerden birinin SLIPKNOT üyesi olmaları dışında bilmeyen bir insan olarak, fena vakit geçirtmediklerini söyleyebilirim. Katılım beklediğimden yüksek, hava ise “Noolur yağmasın” serzenişlerine gebe şekilde kapalıydı. Saha içinin büyük kısmı ve tribünlerin çoğu boş olsa da, seyirci gruba verebileceği ölçüde destek verdi. Corey Taylor’ın da seyirciden memnun kaldığını sanıyorum. Burada çok tanınmadıklarını biliyorlar, o yüzden bu ölçekteki olumlu tepki dahi hoşlarına gitmiş gibi geldi bana.
STONE SOUR’un, yeni albüm “Audio Secrecy”den üç şarkının çalındığı setlist’i şöyleydi:
Intro
Mission Statement (Yeni şarkı)
Made Of Scars
The Bitter End (Yeni şarkı)
Your God
Through Glass
Digital (Yeni şarkı)
Get Inside
Hell & Consequences
30/30-15
Sonra PENTAGRAM çıktı. Bilindiği gibi Murat İlkan’ın son konseriydi. Grubun yeni vokalisti olacağı duyurulan Gökalp Ergen (THE CLIMB) ile birlikte bir DIO’ya saygı geçidi yapan grup, ardından Hakan Utangaç ve Ogün Sanlısoy’la eskilere gitti. Murat İlkan sahneye çıktığındaysa pek çok insanın kafasında aynı soru vardı sanırım: “Mikrofonda mı sorun var, yoksa söyleyemiyor mu?”. Eğer ikincisiyse, Murat İlkan şarkıları söyleyemeyecek durumdaysa, gerçekten üzücü bir durum. Sahneden ayrılırken de sendelediğini gördüğümüz İlkan, umarım sağlığına kavuşur, ya da en azından daha kötüye gitmez. Grup klasik PENTAGRAM performanslarından birini verdiyse de, bence Murat İlkan’ın durumu dolayısıyla ne çaldıkları da pek fazla fark etmezdi. Seyircinin desteğiyle hoş bir uğurlama oldu. Bunca yıl yaptıkları ve Türk metal tarihine adını yazdırdığı için şahsen kendisini kutluyor, tekrar geçmiş olsun diyorum.
PENTAGRAM, dört farklı vokalistle geçmişten günümüze şöyle bir setlist sundu:
Powerstage
Rotten Dogs
Vita Es Morte
No One Wins the Fight
Behind the Veil
Give Me Something to Kill the Pain
In Esir Like an Eagle
For the One Unchanging
Lions in a Vage
Bir
Ardından ALICE IN CHAINS geldi sahneye. Grubu bilen insan sayısı bir hayli az geldi bana. ALICE IN CHAINS’i hiç bilmediğim için performansları konusunda bir yorum yapamayacağım, ancak kendilerini bilmeyen bir izleyici olarak gayet zevk aldığımı söyleyebilirim.
Her ALICE IN CHAINS bilmeyeni gibi ben de Would’da ve yeni albümden Check My Brain’de konserin en güzel anlarını geçirdim diyebilirim. Grubun takipçilerinin çeşitli mecralardaki yorumlarında da grubun gayet iyi çaldığı söyleniyor, demek ki iyi çalmışlar.
ALICE IN CHAINS’in setlist’i de, karışık olmakla beraber şöyleydi:
Them Bones
Dam That River
Man in the Box
Again
Would
Angry Chair
Rooster
Lesson Learned
Acid Bubble
Check My Brain
It Ain’t Like That
We Die Young
Rain When I Die
Saat tam 21.00 olduğundaysa, sahne kurulumunu gizledikleri dev perde düştü ve içinden aynı boyutlarda devasa bir Almanya bayrağı çıktı. O an tekrardan gördüm ki bir ülkenin büyüklüğü, gücü, kültürel zenginliklerini diğer ülkelere ne derece empoze edebildiğiyle ilgilidir. RAMMSTEIN resmen Almanya’yı temsil eden bir güç gibi sahneye çıktı ve herhalde o sırada İnönü Stadı’nda olanların çok uzun süre unutamayacakları bir performans ve sahne şovu sergiledi. Alttaki videonun başından girişlerini ve bahsettiğim bayrak olaylarını görebilirsiniz.
Olağanüstü ergonomik ve çok işlevli tasarlanmış mekanizmalarla her şarkı bambaşka bir gösteriye dönüşürken, şarkıların minimalist ve basit yaklaşımlarından dolayı grubu hiç bilmeyenler dahi şarkıları ilk duydukları andan itibaren anlayıp konsere katılabiliyorlardı.
Görmeden anlamanın çok zor olduğu gösteriler arasından bence en iyisi, Du Hast sırasında Till’in sahneden dışarı attığı havai fişek oku ve ardından sahne dışından sahneye doğru atılan füzelerdi. Tek kelimeyle muazzamdı. Tepeden akıtılan kıvılcım şelalesi, sahne önüne “über-facial” yaptıran devasa penis, bitmek bilmeyen havai fişekler; detaya girsek sayfalarca anlatılabilir, o yüzden kısa keselim, bir Du Hast verelim.
Türkiye rock/metal konser tarihinin en unutulmaz performanslarından birini veren ve akabinde gruba bir sürü yeni hayran kazandıran RAMMSTEIN setlist’i de şöyleydi:
Rammlied
Bückstabü
Waidmanns Heil
Keine Lust
Du Riechst So Gut
Feuer Frei!
Weiner Blut
Frühling in Paris
Ich Tu Dir Weh
Benzin
Links 2 3 4
Du Hast
Pussy
Sonne
Haifisch
Ich will
Oha lan daha birinci günü yazdım hayvan gibi uzun oldu diyor, uzatmadan Cumartesi’ye geçiyorum.
2. Gün:
VOLBEAT çıkmadan on dakika önce numaralıdaki yerimizi almıştık. Danimarkalı grubu seven, ancak çok uzun süre dinlemişliği olmayan biri olarak, beklediğim bazı parçaların çalınması benim için yeterliydi, onlar da tüm beklediklerimi çaldılar. Arkaya astıkları Elvis saçlı kurukafalı VOLBEAT afişi, grubu tam olarak özetliyor aslında. Seyirciden gayet iyi bir elektrik alan grup, enerjik ve eğlenceli performanslarını kısa bir de Raining Blood’la süsleyerek seyirciden artı puan aldı. Günün en eğlenceli konserlerinden biriydi.
Şarkıların adlarını bilen ve sağa sola yazanlar beni yanıltmıyorsa, VOLBEAT setlist’i şöyleydi, fazla yazdıysak düzeltelim:
The Human Instrument
Radio Girl
Sad Man’s Tongue
Hallelujah Goat
Mary Ann’s Place
I Only Want To Be With You
Boa
Poo of Boze, Boze, Boza
A New Day
Guitar Gangsters & Cadillac Blood
A Warrior’s Call
The Garden’s Tale
Still Counting
HAYKO CEPKİN, festivalin soru işaretlerinden biri olsa da ve “Acaba tepki görecek mi?” diye düşündürtse de, metalcilerin gönlünü almaya yönelik tavrıyla, olumsuz bir tepki almadığını söyleyebilirim. En azından yukarıdan öyle gözüküyordu, aşağılarda bir şeyler olduysa bilemem. En ön sıradaki MANOWAR işareti yapan ufak kitle dışında seyircinin şarkı aralarında HAYKO CEPKİN’e olan tepkisi gayet olumluydu. Bunda, tüm grubun sahneye RONNIE JAMES DIO baskılı tişörtlerle çıkmış oluşunun ve HAYKO’nun da sadece siyah göz makyajı yapmış olmasının da etkisi vardır elbet. Ancak sonradan öğrendiğim üzere HAYKO sahnedeyken ön taraftan epey tepki olmuş. Demek ki bizim taraflara ulaşmadı sesleri.
HAYKO CEPKİN’in de Yalnız Kalsın dışında hiçbir parçasını bilmeyen biri olarak, çok eğlenmediğimi söyleyebilirim.
HAYKO CEPKİN’in hangi şarkıları çaldığını bilmiyorum, hemen MANOWAR’la devam ediyorum.
Evet. MANOWAR. Ne bekliyorsanız o. Çocuksu bir gaz, içimizde sakladığımız metalciyi bir şekilde ortaya çıkaran, her hareketleri bir rolün parçası olsa da, yine de gülümseyerek baktığımız, sevdiğimiz MANOWAR. Uzatmadan o beklenen, dilden dile dolaşan anı paylaşalım:
Bunun üstüne ne denir bilmiyorum, ama şahsen çaldıkları şarkıların bir kısmında gayet sıkıldığımı söyleyebilirim. Özellikle Brothers of Metal – Part 1, bir türlü bitmek bilmemesiyle konser için hiç iyi bir seçim değildi bence. Ancak tabii ki Hail and Kill ve hiç beklemediğimden olacak gayet gaza geldiğim Black Wind, Fire and Steel, konserin en iyi anlarıydı. Bir de unutmadan, grubun sahneye tüm sesler kapalı olarak gldiğini ve birkaç saniye sessize yakın çaldıklarını ekleyelim.
MANOWAR’un olayı da şuydu:
Manowar
Brothers of Metal – Part 1
Call to Arms
Kings of Metal
Warriors of the World United
Hand of Doom
House of Death
Heaven and Hell
Hail and Kill
Black Wind, Fire and Steel
Günün headliner’ı ise, festivalin en son açıklanan grubu olan efsane Alman grup ACCEPT’ti. UDO’suz kadrosuyla tekrar birleşen ve yeni albümünü yakında çıkaracak olan ACCEPT, MANOWAR sonrasında staddan ayrılan insanları hayretle izlediğim sırada sahne aldı. Yeni vokalist Mark Tornillo’nun gayet başarılı performans sergilediği, grubun iki kez bis yaptığı, pek çok klasiğin çalındığı bir konserdi.
Ancak şunu da söylemek lazım ki, konser kitlesi düşünüldüğünde, büyük çoğunluğun günün headliner’ı olarak MANOWAR’u görmek istediği de ortadaydı. ACCEPT elbette ki çok önemli ve iyi bir grup, ancak şarkılar ilerledikçe azalan kitleden, grubun şu anki seyirciye tam anlamıyla hitap etmediğini, veyahut seyircilerin ACCEPT’i bilmediği sonucunu çıkarabiliriz. Her halükârda ACCEPT, kendisini sevenleri mest edecek bir performansla gecenin finalini yaptı.
ACCEPT’in setlist’i şöyleydi (Eksik olmasın diye kendim yazmadım başka yerden aldım, fazlası varsa silelim):
Metal Heart
Midnight Mover
Restless and Wild
Losers and Winners
London Leatherboys
The Abyss
Run If You Can
Teutonic Terror
Breaker
Bulletproof
Neon nights
Up to the Limit
Demon’s Night
Turn Me On
Monsterman
Burning
Princess of the Dawn
I’m a Rebel
Fast As a Shark
Balls to the Wall
İkinci gün de bitmişti, ama asıl olay birçokları için henüz başlamamıştı bile. İnönü’den Taksim’e doğru yürürken, bir sonraki gün tanık olacaklarımı düşünüp yanımızdan geçen araçlara mutlu bir ifadeyle bakıyordum… Fakat arkadaş o metro bir türlü gelmek bilmedi gecenin bir vakti orada mal gibi bekle bekle, zaten yorgunuz… Neyse, eve gittik uyuduk.
3. Gün:
Her zamanki gibi izleyeceğimiz grubun çıkışına on dakika kala staddaki yerimizi alacak şekilde çıktık evden. Saat 16.05′te koltuğumuza oturduk ve afişi gerilmiş olan ANTHRAX’ı beklemeye başladık. Grubu 2005′teki reunion turunda JUDAS PRIEST için açarlarken izlemiş ve çok eğlenmiştim. Kapalı bir mekan olduğu için ses kalitesi mükemmeldi, grup da her zamanki gibi olabildiğine enerjikti. Ancak, ancak 25.000 kişilik o salonda ANTHRAX’a eşlik eden çok da fazla insan yoktu. Bugün baktığımdaysa, yine benzer bir manzara gördüm.
Belli ki, metal dinleyen ancak grupla ilk kez Sonisphere’de tanışan pek çok insan vardı. Ancak kitle yine de gruba olabildiğince destek verdi. Çevremdeki insanların I’m the Law gibi bir şarkıda bile sus pus oturduklarını gördüm. Antisocial’ın nakaratında yanındakine “And the So, ne diyo?”, Indians’ın elli kere tekrarlanan “Cry for the Indians” kısmındaysa “Cry for the in the mı diyo ne diyo?” diye soranlar gördüm. Bunlar bildiğimiz gibi ANTHRAX’ın en meşhur üç beş parçasından bazıları.”Demek ki ANTHRAX diğer üç grup kadar yoğun bir kitle yaratamamış” şeklinde bir düşünceyle grubu izlemeye devam ettim. Scott Ian’ın klasik tepinmeleri, Belladonna’nın kızılderili dansı, ANTHRAX her açıdan gayet iyi bir performansla günün açılışını yapmış oldu.
Onlar da -yine o gazla unuttuklarım olabilir- şöyle bir işe imza attılar:
Caught in a Mosh
Got the Time
Madhouse
Indians
Antisocial
Metal Thrashing Mad
I Am the Law
Ve MEGADETH… Tüm Sonisphere’ın benim açımdan en sıkıntılı anları MEGADETH sırasında yaşandı ne yazık ki. Konser başlamadan önce çıkış zamanlarını sarkıtarak uğraşmalarına rağmen, MEGADETH berbat bir sesle sahne aldı. Kısık sesle giren ve gitarların gidip geldiği, bir anda çok yükselip bir anda sessizleştiği bir Holy Wars… Punishment Due ve Hangar 18′in ardından, belki düzelir ümidiyle beklediysek de, ses düzelmedi. Vokalin de piç olmasıyla Wake Up Dead’den Skin O’ My Teeth’e pek çok şarkı, yaratabilecekleri etkinin çok azını yaratıp gittiler.
Bence grup gayet iyi bir performans sergiledi; özellikle Broderick ve Mustaine’in gitar işçilikleri son derece güzeldi. Lâkin dediğim gibi; tüm konseri “Ah ulan ses düzgün olacaktı da bu Tornado of Soul’lar, Sweating Bullets’lar tam tadıynan dinlenecekti” diye düşünerek geçirdim diyebilirim. Sağlık olsun. “We’ve been great, they’ve been MEGADETH”.
MEGADETH’in sahne arkasıyla ve sesle mücadele halinde geçen ve Mustaine’in bu yüzden çok sıkkın olduğunu gözlediğimiz setlist’i de şu şekildi:
Holy Wars… The Punishment Due
Hangar 18
Wake Up Dead
Headcrusher
In My Darkest Hour
Skin O’ My Teeth
A Tout le Monde
Tornado of Souls
Sweating Bullets
Symphony of Destruction
Peace Sells… But Who’s Buying?
The Punishment Due
Sonra, benim açımdan festivalin en tuhaf konserlerinden biri olan SLAYER başladı. Şunu baştan (oha baştanı mı kaldı hayvan, on saattir yazıyorum) söylemek gerek. Bir festivalde METALLICA varsa, oraya gelen kitleye tam bir metal kitlesi olarak bakmamak lazım. Benim iş yerinden arkadaşımın erkek arkadaşı, MANOWAR sahnede “Şimdi kaybettiğimiz bir efsaneyi anacağız” dediğinde kıza “Michael Jackson mı?” diye sordu. Gayet ciddiydi.
Bu sebepten, kitlenin bizim için daha “gerçek” metal olan grupları arzuladığımız kadar iyi bilmemesini, çalan şarkılara tam anlamıyla eşlik etmemesini, edememesini yadırgamamak lâzım. Ancak bu kadarını ben bile beklemiyordum. 27 Haziran 2010 tarihinde, hayatımda canlı veyahut ekrandan izlediğim en sönük, en ruhsuz SLAYER kitlelerinden birini gördüm diyebilirim.
Grup taş gibi, kaya gibi çalsa da, belli ki SLAYER seyirciye biraz “fazla” gelmişti. Ben olduğum yerden boğazımı yırtarcasına “Encıl of deeeeeeeth!” diye, “Vor ensembııııııııl!!” diye bağıradurayım, ne şarkı aralarında, ne de grup sahneden indikten sonra seyirciden ufak da olsa bir SLAYER bağırtısı geldi. Elbet pogosunu yapan, circle pit’te dönen canlar vardı, kendini kaybedercesine kafa sallayanlar, her şarkıyı kelimesi kelimesine söyleyenler de vardı; ancak böylesi öküz bir performansın karşılığı biraz daha canlı, biraz daha tutkulu olsaydı çok daha güzel olacaktı.
Grup da bu iletişimsizliği hissetti diye düşünüyorum. İşlerini her zaman olduğu gibi kusursuz şekilde yapıp, fazla yüz göz olmadan sahneden ayrıldılar.
SLAYER şöyle bir yıkıma imza attı:
World Painted Blood
Jihad
War Ensemble
Hate Worldwide
Seasons in the Abyss
Angel of Death
Beauty Through Order
Disciple
Mandatory Suicide
Chemical Warfare
South of Heaven
Raining Blood
METALLICA. Her zamanki gibi Ecstacy of Gold’la geldiler, çaldılar ve gittiler. METALLICA için ne derseniz deyin, sattılar, yaşlandılar vesaire. Ama bu adamların konser performansı karşısında her ölümlü şöyle bir durup düşünmeli bence. Gerçekten de her şeylerini ortaya koyuyorlar, artık yaşları gereği zorlandıkları kimi şarkıları bile çenelerinden ip gibi ter akıtarak çalıyorlar, Kerry King’e bile “And Justice’ten sonrası bana göre değil ama konserleri kesinlikle muazzam” dedirtebiliyorlar.
Sonuç olarak bir uçarılığı olmayan, grubun en iyi yaptığı şeyi yine kusursuz şekilde yaptığı, seyirciyle iletişim adına dersler verdiği bir konser oldu. Grubu üçüncü kez izleyen biri olarak, 2008′deki konserle bir kıyaslamaya gidemiyorum; hangisine daha iyiydi dersem, diğerine haksızlık olacak.
METALLICA’nın birkaç sürpriz de barındıran setlist’i de şuydu:
Creeping Death
For Whom the Bell Tolls
Fuel
The Four Horsemen
Fade to Black
That Was Just Your Life
The End of the Line
Sad But True
Welcome Home (Sanitarium)
All Nightmare Long
One
Master of Puppets
Blackened
Nothing Else Matters
Enter Sandman
Breadfan
Trapped Under Ice
Seek and Destroy
Yazı sonsuza doğru yol aldıysa da, yapacak bir şey yok, en özet şekilde böyle anlatabildim. Festivale katılamayıp yazının tümünü okuyanlar, umarım bir nebze olsun olayın havasını anlamışsınızdır. Seneye de bu taraflarda olacağı söylenen Sonisphere’i, kimi olaylarına ne kadar laf etsek de, canımızı sıksak da, bize 3 gün içersinde bu miktarda dev grubu izlettiği için, Türk rock/metal dinleyicisi adına bir nimet olarak görüyorum. Emeği geçenlere teşekkürler.
Sahne önü fotoğrafları için jokernthiefmother/ege‘ye teşekkürler.
************************
Son bir not: Tamam her şey güzeldi iyiydi, tarihe tanıklık, Big Four falan filan… Ama benim aklım şimdi de, Sonisphere sırasında da, bir hafta sonra göreceğimiz NEVERMORE’larda, NECROPHAGIST’lerde, ENTOMBED’larda, AMORPHIS’lerdeydi be arkadaşım. Hadi bunu atlattık da, onları nasıl atlatacağız? CANNIBAL CORPSE’la ölüp, OBITUARY’de, OVERKILL’de nasıl ayakta kalacağız?
Neyse şimdiden dellenmeye gerek yok. Az kaldı… Bekliyoruz.
Yorum alanı
“SONISPHERE, 25-26-27 Haziran 2010 – İnönü Stadı” yazısına 230 yorum var
http://www.pasifagresif.com/2010/06/iron-maiden-2011/
LUTFEN KUFUR ETMEYIN
04.11.2010
@bedeva izle, abi caps lock açık kalmış..
göt.
04.11.2010
@Ahmet Saraçoğlu, Lütfen ama :(
04.11.2010
@havitetty, yok bi şey olmaz merak etme. :)
04.11.2010
@Ahmet Saraçoğlu, İğrenç bi insansın ahmet.